#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Türkiye’nin, İklim Değişikliğini Gözeten Bir Kamu Yönetimi Reformuna ihtiyacı Var”

“Türkiye özelinde aslında belediye yasasına iklim görevi yazmak gerekmiyor çünkü halihazırdaki tüm görevleri iklimle bağlantılı yorumlanabilir” diyor Marmara Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Semra Cerit Mazlum. İklim değişikliğiyle mücadele için kapsamlı ve katılımcı bir şekilde hazırlanan bir kamu yönetimi reformuna ihtiyacımız olduğunun altını çizen Mazlum, yerel yönetimlere de iklim yurttaş konseyleri kurmalarını öneriyor.

YAZI: Barış DOĞRU

Yıllardır iklim krizi üzerine konuşuyoruz ancak bu yaz yaşanan orman yangınları ve seller, konunun herkesin ilgisi haline gelmesini sağladı ne yazık ki. Yine çokça söylediğimiz ve uyardığımız gibi, Türkiye’nin iklim krizinin etkilerine hazırlıksız, plansız ve programsız olduğu da apaçık bir gerçek olarak ortaya çıktı. Yine kaderin bir cilvesi olarak, biz de bu sayı için bir yerel yönetimler ve iklim krizi dosyası hazırlıyorduk ve gördük ki iklim krizinin ortaya çıkardığı afetler konusu, yerel yönetimler ile merkezi yönetimler arasındaki sorunların da önemli bir başlığı. Sorumluluklar ve yetkiler tartışması konusunu artık daha çok konuşmak zorunda olduğumuz da ortaya çıktı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İklim değişikliğinin insan yerleşimleri üzerindeki etkisi, hem uzmanlar hem de yerel ve ulusal politika yapıcılar düzeyinde giderek daha fazla gündeme geliyor gerçekten de. Diğer yandan bu küresel bir sorun. Bir yazımda öyle bir başlık atmıştım: Küresel bir sorunu yerel yönetmek. Yani bu küresel çaptaki sorunu yerele indirgemek giderek daha önemli bir sorun ve tartışma alanı haline geliyor. Sözgelimi Paris Anlaşması’nın Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) verdiği görevlerden biri 1.5 Derece raporu, diğeri ise kentlerle ilgili bir rapordu. Bunun nedeni de, iklim değişikliğinin hem kaynağı hem de daha çok etkilenen alanlardan biri olan kentler düzeyinde de daha iyi ele alınabilmesi ve politika yapım sürecinde kullanılabilecek bilgi ihtiyacıydı. Paris Anlaşması, ulusal yönetimlerin yanı sıra yerel ve diğer yönetim birimlerini de anarak, mücadelenin bir parçası olarak andığı ve hükümetler ile yerel yönetimleri birlikte çalışmaya davet ettiği için, kentlerle ilgili bilgi üretme ihtiyacı arttı. Hem hükümetler hem kentler hem de sivil toplumun kullanabilmesi için istediği bu raporu, IPCC yoğun gündeminden dolayı bugüne kadar hazırlayamadı. Onun yerine 2018’de Kentler ve İklim Zirvesi düzenleyerek, uzmanları ve bilim insanlarını bu konu üzerinde bir araya getirdi.

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu da kentlere çok daha fazla yer veriyor. Raporun tüm bölümlerinde iklim krizinin mekansallaştırılması konusu artık daha yoğun; etkiler ve etkilenebilirlik, politika bölümlerinde de bunu görüyoruz. Rapor, artık kentlerin kırılganlığının ne kadar belirgin bir şekilde kayıt altına alınabildiğini gözler önüne seriyor. Bu kırılganlıklar arasında, su seviyelerinin yükselmesi nedeniyle oluşacak kıyı erozyonu, yeraltı sularının tuzlanması kaynaklı içme suyu sıkıntısı, kentsel ısı adası ve rüzgar adası etkisi, yağış rejiminin değişmesi nedeniyle oluşacak seller, aşırı hava olayları, deniz suyu baskınları bulunduğunu söylüyor bize rapor. Rapora göre, kentleşmenin iklim değişikliğini hızlandırdığı konusunda net veriler olmasa da, kentlerin iklim değişikliğinden daha çok etkilendiği açık bir gerçek. Dolayısıyla kentlerde bunlarla ilgili, hem mitigasyon (azaltım) hem de uyum konusunda önlemler alınması gerektiği açık; bunların ikisini birlikte, dirençlilik (resilience) olarak anmak çok daha doğru görünüyor. Zaten bazı mitigasyon politikaları uyum konusuna destek olurken, bazı uyum politikaları da mitigasyon çalışmalarına katkı sağlıyor. Bu çalışmaları gerçekleştirmediğimizde hem ekonomik değer, hem ekolojik varlıklar, hem insan sağlığı, hem sosyoekonomik dengeler, hem de kurumlar açısından kentler çok önemli kayıplara uğradığı için, bütün bunları “dirençlilik” büyük başlığı altında ele almak çok daha doğru görünüyor.

Ayrıca kentlere bu kadar vurgu yapılması da dikkat çekici aslında. Ancak bu konuda yanıltıcı bir fikre de kapılmamak lazım. Kentlere yapılan bu vurgu, kentler kendi başına daha büyük bir anlam taşıdığından değil. Basitçe insanların çoğu kentlerde yaşadığı, kentlerde büyük sorunlar yaşandığı, asıl sorunun merkezleri olduğu için bu önlemlerin kentlerde alınması gerekiyor. Dünya nüfusunun şu anda çeşitli ölçeklerde %55’i kentlerde yaşıyor; 2030’da bu rakamın %65’e çıkması bekleniyor. G20 ülkelerinde bu oran çok daha yüksek. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) birkaç ay önce açıkladığı rapora göre, G20 ülkelerinde 300 binden fazla nüfuslu orta ve büyük ölçekli kentlerde yaşayanların toplam nüfusu 2 milyardan fazla. Dolayısıyla kayıpları daha fazla olacak. Yoksa kırılganlık açısından kentsel ve kırsal alanlar arasında önemli bir fark yok. Ancak ortaya çıkan zararlar nominal olarak hem can ve mal kaybı hem yaratılmış sermaye, kentlerde daha fazla oluyor doğal olarak. Türkiye’deki son sel felaketlerine baktığımızda bunu açık bir şekilde görüyoruz. Hem yapılı sermaye, hem yapılı çevre çok büyük zarar gördü; eğer oralarda yapılaşma olmasaydı, kayıtlara geçecek bu kadar büyük kayıp olmayacaktı. Can kaybı olmayacağı için üzüntümüz ve ilgimiz de bu kadar yoğun olamayacaktı. Bütün bu gerçekliğin sonucu olarak, ülkeler kentsel yerleşim alanlarını, iklim politikalarında, mücadelenin gerçekleşeceği yerler olarak ön plana çıkarıyorlar. Burada da dikkatimizi çeken bir durum var. Bazı ülkeler bu durumu ulusal hükümetlerin sorumluluklarından sıyrılmanın bir yolu olarak da görüyorlar. Bunun en büyük savunucuları Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) oldu Kopenhag Zirvesi’nden bu yana. Kentler bu konuda zaten bir mücadele veriyorlardı ancak bu iki büyük ve önemli aktör, bu söylemin geliştirilmesinde çok büyük bir role sahip. AB, çok düzeyli yapılanmasına, politika yapım tarzlarına ve kaynak kullanım düzenlemelerine daha uygun olduğu için bu süreci bu şekilde ilerletmekten yana. ABD’ninki ise biraz farklı. Bush yönetiminde uzun dönemler boyunca ABD, merkezi yönetim düzeyinde iklim inkarcılığına yakın bir pozisyonda olduğu için, AB örneğindeki kentlerden yükselen çalışmayı benimsemeyi daha uygun buldu. Obama başa geldiğinde de, ABD kentler düzeyinde üstüne düşen sorumlulukları yerine getirdiğini iddia ederek bu sorumluluktan kaçınmaya çalıştı, zaten ABD’de merkezi yönetim ve eyaletler, kentler arasında bir çekişme olduğu için bu yaklaşım güçlendi.

2009’da Kopenhag Zirvesi’nden önce yan organlar toplantısında, müzakerelerdeki yerel yönetimlerin temsilcisi olan ve sözcülüğünü Yunus Arıkan’ın yaptığı grubun, yerel yönetimlerin ajandaya girmesi için uğraştığını çok net hatırlıyorum. Bazı hükümetler de, bunu ulusal hükümetlerin yükünü azaltıcı bir unsur olarak görüp desteklediler. Ancak yerel yönetimlerin inisiyatifini artırma yolundaki bu araçsallaştırıcı kullanım bugün bir zorunluluk haline geldi. Yani yukardan gelen bu yaklaşımla, yerel yönetimlerden, yani aşağıdan gelen bu taleple bir şekilde birleşti ve bugün yerel iklim mücadelesi, küresel politikaların ayrılmaz bir parçası oldu. Artık bu çerçevede konuşmamız gerekiyor.

Birçok devlet bugün artık merkezi yönetim politikaları ile yerel yönetim politikaları ilişkilerini, iklim mücadelesi bağlamında yeniliyor. Bazı ülkelerde yerel yönetim yasalarında bu doğrultuda değişiklikler yapılırken bazı ülkelerde de merkezi yasalarda, yerel yönetimlerin rol ve sorumluluklarını tanıyan düzenlemeler yapıldı. Bunların bazılarının kağıt üzerinde kaldığını, bazılarının ise, Brezilya ve Meksika gibi ülkelerde yönetimler değiştiğinde işlevini yitirdiğini söyleyebiliriz. Özellikle Türkiye’yi de dahil edebileceğimiz gelişmekte olan ülkelerde, iklim yasalarında, yerel yönetimler iklim politikası yapım sürecinin parçası kabul edildiler. İklim stratejisi yapmak zorunda oldular, oluşturulan komisyonların parçası haline getirildiler ancak yönetimler değişince ve yeni yönetimler iklim politikasından vazgeçince, yerel yönetimlerin yasalarla düzenlenen görev ve payları da etkisiz hale gelmiş oldu. Diğer taraftan AB’ye bakarsak, iklim yasalarında ve yerel yönetim yasalarında yerel yönetimlerin bu mücadeledeki rolü ve payı aynen duruyor. Sözgelimi Fransa’nın bazı yasal düzenlemelerinde, belediyelerin bazı yetki ve sorumlulukları bulunuyor. Yine, özel bir yasaya tabi olan Londra’nın iklim değişikliğiyle mücadele görevi bulunuyordu; sonra bir değişiklik oldu ve Londra yerel yönetimi hem uyum hem de mitigasyon konusunda rolü tanımlandı. Bunun yanı sıra bu yasada biyolojik çeşitliliği koruma görevi de verilmiş Londra kent meclisine.

Yine İngiltere’ye bakarsak, 2011 yılında yerel yönetimler yasası yeniden hazırlanırken, belediyelerin görevleri şöyle tanımlandı: Yerel yönetimler, vesayet altında olmayan bir birey neleri yapabilirse hepsini yapma hakkına sahiptir. İngiltere’de yetki aşımı sistemi olduğunu söyleriz. Yani açık bir şekilde yasalarda görev verilmeyen alanlarda belediye hizmet üretemez. Bu yasalara aykırı olur ve yaptırımlarla karşılaşabilir. Bütün yetkiler parlamentodadır. Daha önce kendilerine verilen “wellbeing” (refah) görevine dayanarak iklim çalışmalarını yapıyordu İngiltere’de belediyeler.

Peki Türkiye için neler söyleyebilirsiniz bu konuda?

Türkiye’ye baktığımızda, bizim çevre mevzuatımızda ne yerel yönetime ne de merkezi hükümete iklimle ilgili açık bir görev verilmiş durumda değil. Çevre yasası ne yazık ki iklimden bahsetmiyor. Yalnızca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın düzenleyici mevzuatı, 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iklimle ilgili görevler veriyor. Bu görevler de, politikaları oluşturan yürütme organına, yani Cumhurbaşkanı’na politika yapım sürecinde gerekli bilgileri ve stratejileri sağlamak. Yani iklim politikası yapmak, artık bakanlığın görevi değil. Bunun dışında iklim politikaları konusunda yerel yönetimlere açık bir şekilde görev veren bir mevzuata sahip değiliz. Büyükşehir Belediyesi Kanunu, Belediyeler Kanunu ve İl Özel İdaresi Kanunu, yerel yönetimlere çevreyle ilgili görevler veriyorlar yönetimlere. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. Maddesi’ndeki çevre görevi ve bunla bağlantılı diğer görevler, iklim değişikliğiyle ilgili yorumlanabilir. Ancak bundan daha önemli düzenleme 5216 sayılı Büyükşehir Kanunu’nda, büyükşehir belediyelerinin görevleri sayılırken, “Sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak…” ifadesi geçiyor. Bence bu ifade, iklim değişikliğini de içerecek şekilde, büyükşehirlerin bütün görevlerini, bütünleşik bir şekilde bu doğrultuda yapmasını mümkün kılıyor. Yani bu iki yasanın maddelerini biraz geniş bir şekilde yorumlayarak yerel yönetimlerin iklim değişikliği konusunda politikalar geliştirmesini mümkün kılar. Türkiye özelinde aslında belediye yasasına “iklim görevi” yazmak gerekmiyor çünkü halihazırdaki tüm görevleri iklimle bağlantılı yorumlanabilir. Ancak bizde hem merkezi hem de yerel düzeyde biraz mevzuat bağımlı bir bürokrasi bulunuyor. Mevzuatta açık bir şekilde tanımlanmadığı zaman, iklimle ilgili bir görevleri olmadığını düşünebiliyorlar.  Bu her alanda söz konusu değil.

Sözgelimi sosyal belediyecilik gibi alanlarda bunları yapıyorlar ama iklim değişikliği gibi uygulaması daha zor ve maliyeti yüksek alanlarda “mevzuatta yok” diyebiliyorlar. Bunun için belki mevzuata da eklenmesi gerekiyor. Ancak bu da yeterli olmayabiliyor. Yıllar önce ben bu konuda çalışmaya başladığımda ilgili mevzuatları satır satır okumuş ve aslında bütün görevlerin iklim değişikliğiyle bağlantılı olarak yorumlanabileceğini görmüştüm. Sözgelimi Belediye Kanunu, “mahalli ihtiyaçları karşılamak için her türlü yetkiyi kullanabilir” diyor. Ulaşımdan acil durumlara, afetlerden, kurtarma çalışmalarına, kentsel bilgi sistemleri kurmaktan kent planlamaya ve hatta amatör sporu destekleme görevlerine kadar hemen her tür çalışmasını iklim değişikliğini gözeterek yapmak zorunda aslında belediyeler. Dolayısıyla bence mevzuatta aslında sorun yok. Ama yine de ihtiyaç duyulursa bazı eklemeler de yapılabilir tabii.

Ama asıl olarak kamu yönetiminin zaten bütünlüklü bir yeniden yapılandırma ihtiyacı var. Çevre ve Şehircilik’ten Tarım ve Orman Bakanlığı’na veya Sağlık Bakanlığı’na kadar ilgili tüm bakanlıkların görev ve yetkilerinin iyi bir şekilde analizinin yapılıp, hangi yetki ve sorumlulukların yerel yönetimlere devredilebileceği saptanmak zorunda. Yoksa tüm bakanlıklara ve yerel yönetimlere görev ve yetki yazıp işi bitiremeyiz çünkü bu sefer de yetki ve görev çakışması oluşacaktır. Bu durumda yetkinin sahibi belli olmuyor. Bunun örneklerini de çokça gördük. Mesela hâlâ yerel yönetimlerin görev tanımında çevre düzeni planı yapmak var ama bunu bugün fiilen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yapıyor.

Sonuç olarak, tüm tarafların katıldığı çok kapsamlı bir politika analizine büyük bir ihtiyaç var. Mevzuat hazırlama süreçlerinde sıkça rastladığımız bir sorun, ilgili tarafların, mevzuat hazırlandıktan sonra, neredeyse yürürlüğe girerken haberdar olmaları. Bu anlamda sonuç olarak, iklim değişikliğini ele alan ve katılımcı bir şekilde hazırlanan bir kamu yönetimi reformuna ihtiyacımız var. Katılımcı bir şekilde işlemesi gereken bu çalışmada mutlaka bütçe ve personel tarafına da bakmamız gerekiyor. Ve bunu da hızlıca değil, etraflıca, iyi hazırlanarak yapmamız lazım.

Bu konu aynı zamanda bir bütçe tahsis sorunu da bu anlamda değil mi?

Evet, bu konunun önemli bir tarafı da kamu maliyesi. Yerel yönetimlere iklim değişikliğine karşı mücadele görevi verdiğimizde, yani hem seragazı emisyonlarını azaltma hem de adaptasyon konusunda çalışmalar yapmasını istediğimizde, yerel yönetimlerin kaynaklarının da genişletilmesi ve çeşitlendirilmesi gerek. Yetki verdiğinizde iş bitmiyor. Merkezi bütçeden yerel yönetimlere tahsis edilen bütçenin geliştirilmesi lazım. Nasıl büyükşehir sistemine geçiş sürecinde 2013 yılında 6360 sayılı 14 İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’da büyükşehirlerin gelirleri ve kaynakları artırıldıysa, şimdi büyükşehirleri iklim değişikliğiyle mücadelede icrai sorumluluk sahibi yapacaksak, kaynakların geliştirilmesi gerekiyor. Bu, transfer gelirlerinin artırılması yoluyla ya da belediyelerin özgelirlerinin artırılması yoluyla da yapılabilir.

Bütçe tahsisi dışında başka sorunlar da var merkezi yönetim ile yerel yönetimler ilişkisi konusunda. Merkezi yönetim tarafından verilen yetkilerin yerel yönetimler tarafından münhasıran kullanılması yönünde de bazı engeller söz konusu: Planlama yetkisi. Bunu İstanbul örneğinde açık bir şekilde görüyoruz ama başka kentlerde de var bu sorun. Merkezi yönetim, yerel yönetimlerin alanlarına girerek planlamalar yapıyor. Bakanlıklar veya Özelleştirme İdaresi gibi çeşitli kurumlar, İstanbul kent bütünlüğünde bazı alanları kendilerine verilen yetkilerle, -ki bunların bazıları çok az tartışılarak, torba yasaların içinde tanımlanıyor- planlamalar yapılıyor. Ve bu planlar, yerel yönetimin iklim değişikliğine yönelik belirlediği politika, hedef ve planlarını engelleyici sonuçlar doğuruyor. Sözgelimi merkezi yönetimin İstanbul için yaptığı büyük plan ve projeler, İstanbul yerel yönetiminin seragazı emisyon azaltım hedefi koymasını veya buna ulaşmasını neredeyse imkansız hale getiriyor.

Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki yetki ve sorumluluk sorunu hemen her alana değiyor aslında. Sözgelimi ulaşımda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü (UKOME) arasındaki sorun da bunun bir örneği. Biz bunu açık bir şekilde yeni taksilerin ulaşıma dahil edilmesi tartışmasında görüyoruz ama bunun daha birçok yansıması var. Büyükşehir belediyelerinin kentsel emisyonların azaltılmasında en önemli faaliyet alanlarından biri ulaşım modlarının değiştirilmesi çünkü kentsel emisyonların neredeyse %30’u ulaşım kaynaklı. Taksilerin değiştirilmesi, karayolları ulaşımından başka ulaşım modlarına geçilmesi gibi tüm konular UKOME’de görüşülecek. İBB’nin getirdiği ulaşım değişikliği önerilerinin, UKOME’deki diğer merkezi yönetim temsilcileri tarafından reddedilmesi, ulaşım kaynaklı emisyon azaltım hedeflerine erişilmesini imkansız kılabilir.

Biliyorsunuz, bundan birkaç yıl önce taksiler özelinde, eski araçların kullanımının yasaklanması yönünde bir karar alındı. Ve gerçekten büyük miktarda bir araç değişimi ve bu konuda kamu desteği oldu. Onu yaparken, sadece tek kriter yenilik değil, düşük emisyonlu ya da elektrik araçlara doğru bir yönlendirme olsaydı, bu devasa kamu kaynak aktarımıyla, önemli bir seragazı emisyonu azaltımı da sağlanabilirdi. Aynı şekilde yetki bağlamında, Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği’nde de bu yetki sorunu yaşandı. Orda iki tür yetki vardı. Biri merkezi yönetimle, diğeri yerel yönetimle bağlantılı. Yerel yönetimlerle doğrudan ilgili olan, yeni yapılan binalar için Enerji Kimlik Belgesi alma zorunluluğu. Eğer bu belge alınmazsa, belediye onlara oturma izni vermiyor. Belediye bu yetkiyi kullanarak devreye girebiliyor. Ama yönetmeliğin diğer tarafı, eski binalarla ilgili. Halihazırdaki binalarla ilgili belgenin alınması konusu merkezi yönetime bağlı. Ve bu uygulamada takvim sürekli değiştiriliyor. 2017’de zamanı geldiğinde, değişiklik yaparak tarihi ertelediler. Uygulama başlasa söz konusu belgeye sahip olmayan bir binayı alıp satmanız mümkün olmayacaktı. Ama geçtiğimiz sene bir karar alındı ve tapu müdürlüğünde iki taraf da razıysa alım satım işlemi yapılması mümkün hale geldi. Yine aynı durum. Bu uygulamayla, yerel yönetimin emisyon azaltım hedefi koyması ve bunu tutturması imkansız. Her yazdığımız ulusal rapora, bizde “Enerji Verimliliği Uygulaması”na yazıyoruz. Bunu AB ile uyum süreci çalışmalarında mevzuata koymuşuz ancak uygulamayınca bunun bir anlamı yok ki. Ne zaman uygulamaya konacağı da belli değil. Ulusal Emisyon Azaltım Katkı (NDC) belgesine de koyduk bunu. 2030’a kadar tamamlanması lazım. Ama bu kadar zamanda mümkün mü bilmiyorum. Yani örnekleri çoğaltmak mümkün.  Tam da bu yüzden, kapsamlı bir kamu yönetimi reformuna ihtiyaç var…

“Yerel Yönetimlerimiz İklim Yurttaş Konseyleri Kurmalı”

İklim değişikliği mücadelesinde samimi olan yerel yönetimler için bence en önemli şeylerden biri, bir iklim yurttaş konseyi kurmaları. Macron’ın sarı yelekliler olaylarından sonra gündeme getirdiği iklim yurttaş konseyleri Avrupa çapında oldukça yaygınlaştı. Türkiye’de yerel yönetimlerin böyle bir girişime öncülük etmeleri çok doğru olabilir. Kent konseyleri buna çok uygun olmayabilir çünkü çok geniş çalışma alanları var. Bu konuya odaklanmaları zor. Bence kent konseylerinin oluşumu, mevzuatı biraz sorunlu. Bir haber gördüm, Ankara Kent Konseyi, iklim değişikliği gündemli toplanmış ama kent konseyi başkan yardımcısı aynı zamanda ticaret odası başkan yardımcısı. Zaten onlar her yerde kendilerini ifade ediyor, politikaları belirleyebiliyor. Böyle bir yapı, iklim değişikliğiyle mücadelede çok fayda sağlamaz. Tamamen iklim değişikliğine odaklı ve gerçekten yurttaşların katıldığı bir konseyin çok daha faydalı olabileceğini düşünüyorum açıkçası.

Birleşik Krallık İklim Konseyi:  https://www.climateassembly.uk/

Almanya İklim Konseyi: https://buergerrat-klima.de/

“Özelleştirmeler, İklim Konusunda da Belediyelerde Personel Sorunu Yaratıyor”

Neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu olan belediyelerdeki özelleştirme konusu, yerel yönetimlerin iklim değişikliğiyle mücadele konusundaki güçlerini son derece zayıflatan bir unsur çünkü pek çok yerel hizmet şu anda zaten belediye tarafından yerine getirilmiyor. Şirketlerden satın alınıyor bu hizmetler. Dolayısıyla bir personel sıkıntısı da oluşuyor belediyelerde. Yönetim personel harcamalarının toplam belediye harcamalarının belirli bir oranını geçemeyeceğine dair bir kural getirildi. Bu nedenle iklim değişikliğiyle mücadele konusunda çalışacak yeni personelin istihdamı da zorlaşıyor. Hizmetin planlanmasını zorlaştırıyor bu durum. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bunu görüyoruz. Ancak tersine örnekler de mevcut. Mesela Alman federal hükümeti, iklim değişikliğiyle mücadele planlaması yapan yerel yönetimlere personel desteği sağlıyor. Yani bu konuda çalışacak yerel yönetim personelinin ücretlerini belirli sürelerle merkezi hükümet ödüyor. Bu tür uygulamalar, belediyelerin işlerini kolaylaştırabilir.

“İhale Mevzuatlarında da Değişikliğe İhtiyaç Var”

İhale mevzuatının mutlaka yenilenmesi gerekiyor. Kamu yönetimi reformu kapsamında, yerel yönetimlerin ihale mevzuatında mutlaka çevreyle ilgili yeni düzenlemeler yapılması lazım. Bir belediye “iklim değişikliğiyle ilgili hizmet veya ürün alacağım” dediğinde sorun yaşar çünkü mevzuatta enucuz veya kaliteli gibi ibareler koyabiliyoruz ama çevre konusunda faydalı ürünler için bir ibare koyulması mümkün değil şu anda.

“Merkezi Yönetimlerin İklim Mücadelesi için Yetkiye İhtiyacı Yok”

Belediyelerin aslında iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında kullanabileceği ama kullanmadığı birçok yetkileri bulunuyor. Sözgelimi Büyükşehir Yasası, belediyelere merkezi ısıtma sistemleri kurma hakkı veriyor ama şu anda belediyeler böyle bir çalışma yapmıyor. Bunlar için, merkezi yönetimden iklim yetkisi almalarına gerek yok. Yine benzer bir şekilde sosyal konut üretme yetkileri ve görevleri var Türkiye’de belediyelerin. Bunları iklim dostu yapabilirler. Ama şu anda ortada bu çalışmalar yok.

“Gelecekte de İhtiyaçlarımız Olacak; Peki Onu Neyle Karşılayacağız?”

Türkiye’deki kentlerin iklim değişikliğine bu kadar hızlı bir şekilde kırılgan hale gelmeleri gerçekten dikkat çekici. Bu aslında ilkel sermaye birikimi modelinin bir sonucu. Yani doğayı kullanarak zenginleşme politikasının bir sonucu. Bu hem sermaye grupları hem devlet hem de ne yazık ki yurttaşlar için geçerli. Bu zincirleme bir silsile halinde. Bu bir sermaye birikim modeli haline gelmiş durumda Türkiye’de. Doğanın çalışma prensiplerini anlamadan, onu dikkate almadan zenginleşmek istiyoruz, kırılganlık da bu yüzden artıyor. Gündem 21’de bu söylenmişti: Sürdürülebilir kalkınma, gelecekteki kalkınmanın kaynak tabanını koruyan bir kalkınmadır. Sonuç olarak gelecekte de ihtiyaçlarımız olacak; peki onu neyle karşılayacağız? Toprağı bir kere kullanamaz hale geldiğimizde, onu bir daha geriye getiremeyiz. Su ve toprak en dikkat etmemiz gereken şeyler.

“Avrupa Yeşil Mutabakatı Büyük Ölçüde Yerel Yönetimler Düzeyinde Uygulanacak”

Avrupa Yeşil Mutabakatı aslında çok büyük ölçüde yerel düzeyde uygulanacak bir AB politikası. Bölgeler Komitesi de bunu AB’nin ilgili organlarına ısrarla söylüyor. AB politikalarının %70’i kentsel alanlarda yerel yönetimler tarafından uygulanıyor, dolayısıyla Yeşil Mutabakat ve bileşenleri tasarlanırken yerel yönetimlerin de görüşleri alınıyor. Yeşil Mutabakatın uygulanmasında önemli bir bölüm binaların enerji verimli hale getirilmesi üzerine kurulu. Bir de bildiğiniz gibi buna paralel işleyen bir AB Kent Gündemi çalışması bulunuyor. Bizim belediyelerimiz de bu gündemin içinde yer alabilirler ve bu çerçevede uluslararası desteklere, fonlara ulaşabilirler. Türkiye’nin AB’den aday ülkesi statüsünde alabildiği çeşitli fonlar zaten bulunuyor. Bu fonların artık bilinçlendirme, farkındalık yaratma gibi alanlardan doğrudan uygulama alanlarına kaydırılması gerektiğini düşünüyorum. Artık farkındalık oluşturma aşaması geçti bence. Bunların doğrudan yenilenebilir enerji projelerine, enerji kooperatifi girişimlerine ya da belki bazı alanların sel felaketlerine karşı güçlendirilmesi gibi somut projelere yönelmesi lazım. İlla farkındalık yaratmak isteniyorsa, yaparken bilinçlendirme projeleri oluşturulmalı. Yurttaşlarla birlikte, doğayla uyuma yönelik projeler üzerine düşünülebilir. Yani asıl farkındalık, uygulama projelerinin tasarlanması, oluşturulması aşamasında olmalı.

“Belediyeler İklim için Somut ve Gözle Görülür Projelere Yönelmeli”

Kentlerin iklim uyum ve mücadele planları hazırlamaları elbette önemli ancak bu bütünleşik planlar çok kapsamlı ve ne yazık ki çoğu uygulanamıyor. Belki bunun yerine, önceliklendirilme yapılması daha doğru olabilir. En çok emisyon gerçekleşen alanların veya düşük maliyetli ama yüksek geri dönüş sağlayan projelerin belirlenmesi ve bunlar üzerine yoğunlaşılması çok daha iyi . Bir de yan faydaları olan uygulama projeleri seçilebilir çünkü belediyelerin kaynakları az, kapasiteleri sınırlı ama yapacak çok işleri var. Dolayısıyla hem iklim değişikliği mücadelesine, hem de belediyelerin diğer görevlerine hizmet eden projelerin uygulanması çok daha faydalı olabilir. Böylece belediye başkanlarının yeniden seçilme kaygılarına faydalı, gözle görünür iklim politika ve uygulamaları çok daha mantıklı görünüyor.

“Türkiye İklim Koordinasyon Kurulu’na Yerel Yönetimler de Dahil Edilmeli”

Türkiye İklim Koordinasyon Kurulu’na yönel yönetimlerin de dahil edilme talebi kabul edildi ancak sadece Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) dahil edildi bu yapıya. Sadece TBB var şu anda Kurul’da. Türkiye’de 3000’den fazla belediye var. Hepsinin dahil edilmesi mümkün olamayabilir ancak belki temsil kabiliyeti yüksek, doğrudan bu konuda çalışan veya dönüşümlü olarak belediyelerin Kurul’a alınması çok faydalı olabilir. TBB uygulayıcı bir yapı değil. Dolayısıyla doğrudan uygulayıcı yerel yönetimlerin burada olması önemli. Belediyeler Birliği, Kurul’a katılan belediyeler üzerinden bilgi gidebilir zaten.

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı