#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
Umuda Tutunmak, Toprağa Sarılmak ve Bir Bahçe Yaratmak Üzerine

Umuda Tutunmak, Toprağa Sarılmak ve Bir Bahçe Yaratmak Üzerine

Daha önceki çalışmalarını da ilgiyle takip ettiğimiz sanatçı Sibel Horada’nın yeni kişisel sergisi “Bir İç Mekân Bahçesi”, 17 Kasım’da Tophane’deki Tütün Deposu’nda açıldı. Sıklıkla ölümle özdeşleştirilen toprağın içinde barındırdığı canlılığı, dönüşümünün gerektirdiği zamanı ve itinayı hem fiili hem de mecazi olarak ele alan sergi bir yandan güncel halet-i ruhiyemizin hızla ilişkisini sorguluyor, bir yandan da yavaş ama esaslı bir toplumsal kültivasyon mekânı haline gelen Depo’yu selamlıyor. Çok katmanlı, insanı üzerinde uzun uzun düşünmeye iten bu yeni çalışması hakkında, Horada ile konuştuk…

YAZI: Barış DOĞRU

Sergi tanıtım kitapçığındaki “eko­lojik dünyaya yönelik bir tahayyül edilemezlik benzer şekilde insan merkezci, neoliberal bir topluluğu ayakta tutuyor” ifadesi çok çarpı­cıydı. Bir de şöyle bir söylenişi var tersinden belki de: “Kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonu­nu hayal etmekten daha zor olduğu için” diyor Fredric Jameson. “Bizi düşmanın varlığı değil, genel inanış elden ayaktan düşürüyor” diyen Ja­meson, kapitalizmin tarihsel alter­natiflerinin gerçekleşemez olduğu­nu söylemekle yetinmeyip başka bir dünyanın tasavvur ve tahayyül edi­lemeyeceğini vaaz eden bu anlayışı sorguluyor (Ütopya Denen Arzu, Fredric Jameson). “Bu sergideki pratikler estetik ve politik açıdan bu tahayyül edilemezliği sorgulu­yor” cümlesinden devam edersek, neden bu tahayyül bu kadar zor? Neden tahayyül gücümüz bu kadar zayıf? Sergi aracılığıyla bu konuda ne söylemeye çalışıyorsunuz?

Bireysel olarak tahayyül gücümüz ne kadar sınırsız olursa olsun, bir hayalin toplumsal olarak kurulması, hayal­perestliğin ötesinde ortak gelecekle, umutla ve inançla ilgili bir şey. Ki­tapçıktaki bahsettiğiniz metin sergi­nin küratörü Lara Fresko-Madra’nın kaleminden. Fresko-Madra, antro­polog Robert Nixon’un Yavaş Şid­det ve Yoksulların Çevreciliği adlı kitabına değiniyor. Nixon, modern ulus-devletlerin yalnızca Benedict Anderson’un gösterdiği gibi ‘hayali cemaatler’ kurmakla kalmadığını, aynı zamanda, aktif olarak başka cema­atleri de tahayyül edilemez kıldığını söylüyor. Bunlar, sınır dışı topluluk­lar değil, aksine ulus-devletin sınır­ları içerisinde ancak ulusal kalkınma söylemine ters düşen, ana akıma ters düşüşleriyle ve hatta bizzat mağduri­yetleriyle topyekûn ilerleme imasını bozan topluluklar. Çoğu zaman fizik­sel olarak da tahliye edilen bu toplu­lukların, bürokrasi ve medya “şidde­tiyle” evvela toplumsal tahayyülden dışlandıklarını, hatta silindiklerini anlatıyor. “Ekolojik dünyaya yönelik bir tahayyül edilemezlik” de benzer bir şekilde aktif olarak, tahayyül gü­cümüz yönlendirilerek sağlanıyor. Örnek olarak, İstanbul’un fethinin yıldönümünde 3. havalimanı inşaatın­da çıplak toprak üzerinde 1.453 adet kamyonla yapılan geçiş töreni videosu aklıma geliyor. İstanbul’un kuzey or­manlarında çekildiğini bildiğimiz bu videoda tek bir ağaç göremiyoruz.

Sergi duvarlarında kelepçelerle tuttu­rulmuş bitki çelikleri, içi su dolu ka­vanozlar içerisinde kök salıyorlar. Zor koşullarda, ortam ışığıyla yetinerek, çürümeye karşı direniyorlar. Kendi tekliklerinde izleyicinin bakışında bi­reyleşen bu bitkiler, ortak deneyim­leriyle bir topluluk, “Bir İç Mekân Bahçesi” oluşturuyorlar.

Bir yandan da serginin ortasındaki te­raryumda solucan kompostuyla top­rak üretiliyor. Sergi bittiğinde hep beraber duvardaki bitkileri, ortadaki düzenekte oluşan toprakla kavuştura­cağız. Düzenlediğimiz sergi turlarının sonunda, günlük gazeteleri hamur haline getirerek katılanlarla beraber gazete hamurundan saksılar yapıyo­ruz. Kapanışta bitkileri bunlara dikip, isteyenlere vereceğiz. Bitkilerin so­rumluluğunu alanlar, ilkbahara doğru onları bu suda çözünür saksılarla bir­likte toprağa dikecekler. Kökler kuv­vetlenince, gazete saksılar da dağılıp gidecek… Bitkiler böylece doğalarına uygun bir biçimde, yeniden bağlantılı hale gelecekler. Kademeli bir özgür­leşme, hatta daha ileri gidersem büyü bozma hali söz konusu.

Sergi kapsamındaki bence ikinci önemli vurgu ise, topluluk oluştura­bilmek… Biraz da bunun üzerine konuşa­lım… Topluluk oluşturmak neden önemli? Bu sergi nasıl bir topluluk oluşturma süreci yaratıyor?

Toprağı canlı bir varlık olarak görme­nin önemini, bu sergiyi hazırlayan sü­reçte permakültür ile tanışarak fark ettim. Konvansiyonel tarım, toprağı içine gerekli besinleri katarak zen­ginleştirebileceğimiz, bitkiyi fiziksel olarak taşıyan bir malzeme olarak görmeye meyilli. Oysa toprak, içinde barındırdığı milyonlarca mantar, mik­roorganizma, böcek gibi çeşitli canlı­ların, birbirini besleyerek kurdukları bir topluluktan oluşuyor. Orman eko­sisteminde her canlı, bir diğerinin atı­ğıyla besleniyor.

Sergide bu zirai süreçleri, kültür-sa­nat ortamıyla beraber düşünmeye başladım. Bundan yola çıkarak, kişisel sergi formatını biraz bozdum ve ser­giye, sürece dahil olan başka sanat­çıları ve yazarları da davet ettim. İlk olarak zaten muhabbet halinde oldu­ğum Lara Fresko-Madra’yı küratör olarak ve Seda Yörüker’i kitapçıktaki diğer yazıyı yazması için çağırdım.

Metinlerle ilgili başlattığım e-mail grubuna, yarı zamanlı olarak Depo’da çalışan ve işlerini çok sevdiğim sanat­çı Gülşah Mursaloğlu’nu da dahil et­miştim. Bir noktada, konuştuğumuz kavramların onun işleriyle ne kadar verimli bir diyalog alanı açacağını fark ederek, Gülşah’ı da bir iş yapması için sergiye davet ettim. Bir beden perküsyonu topluluğu olan KeKeÇa ile zaten, bir seneyi aşkın bir süredir beraber nasıl bir üretim yapabileceği­mizi düşünmekteydik. KeKeÇa açılış gününde, bitkilerin zamanıyla ilişki­lenen bir performans yaptı. Cevdet Erek’in 2009 yılından beri Depo’nun pencere demirlerinde duran “Par­maklıklarda İki Çift Taraflı El” adlı işiyle ise, arkeolojik bir karşılaşmam oldu. İçeri ışık almak için önündeki duvarı kaldırmayı konuşurken, bu işin Cevdet’e ait olduğunu ve iki taraftan içeri girmek/dışarı çıkmak isteyen biri olarak okunabildiğini öğrenince Cevdet’e yazarak sergiye dahil olup olmak istemediğini sordum.

Sergi bunun dışında da pek çok insa­nın katkısıyla gerçekleşti. Bitkilerin her biri sevdiğim yerlerden ve insan­lardan, sergi etrafındaki etkileşim­ler sonucunda buraya geldiler. Sergi bittiğinde ise başka yerlere/insanlara gidecekler. Aynı şekilde, kompost sürecine katkıda bulunanlar (binada çalışanlar, destek olmak için gelenler ve komşular) ile atölye katılımcıları, kendilerini evrilen bir sürecin par­çası olarak görüyorlar. Sergi böylece kendi etrafında bir topluluk olasılığı doğuruyor.

Bir vurgu daha var sanırım üzerin­de durduğunuz: İçerisi ve dışarı­sı… İçine kapanmama, düşünmeye, desteklemeye ve yaratmaya devam etme. Sarımsak ve turp filizlendir­mek metaforu üzerinden… Bu ko­nularda neler söyleyebilirsiniz?

Burası bir “İç Mekan Bahçesi”, hem fiili bir tutsaklık halinden hem de bi­reyin kendi içindeki süreçlerinden, kendi iç huzurunun işleyiş dengesini kurmaya çalışma halinden bahsedi­yor. Toprak üretmek, yani kompost yapmak çürümeye dair sağlıklı bir tavır takınmanın; sarımsak ve turp filizlendirmek, yalnızlaştırılma halin­de umudu ayakta tutmanın, geleceğe katkı sunmaya devam etmenin nesne­ler dünyasındaki tezahürü.

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı