Mehmet Ali Alabora
Neye niyet niye kısmet… Bu laf bütün gün boyunca dilimizden düşmedi. Hayat gerçekten sürprizlerle dolu ve bildiklerinizden veya bilmediklerinizden o kadar da emin olmamak gerekiyor. Önce iyi haber: Büyükşehir çalışıyor. Mehmet Ali Alabora ile röportajı, çevre sorunlarına da dikkat çekmek ve biraz da “tersine bir iş yapmak” için bir çöplükte yapmayı planlıyoruz ama bu mümkün olmuyor: Çünkü Belediye, eski Kemerburgaz çöplüğünü, gerçek bir modern tesise dönüştürmüş. Katı atık tesisisin kapı sından girmek mümkün değil. Artık “halka açık” bir çöplük bulmak imkânsız. Kapıdaki görevliler, tesisin içinden çıkan yüksek gerilim hatlarını gösteriyorlar: “Çöplerden elde edilen elektrik enerjisini kullanıyorsunuz evlerinizde” diyorlar. Mehmet Ali Alabora, 90’ların ses getiren A Takımı (Savaş Ay takımın başıydı) haber programının acar muhabirlerinden biri olmanın da getirdiği merak duygusuyla, “daha ileriye gidelim. Belki orada bir çöplük buluruz” diyor. Bir tık daha, bir tık daha derken İstanbul’un Kuzey Ormanlarının arasındaki tenha yollarda ilerleyip duruyoruz. “Ünlü” konuğumuzun zamanını çok almayalım, arabasını çamur içine komayalım diyoruz ama o bizden çok daha istekli ve meraklı. Sonunda karşımıza bir cennet parçası çıkıyor: Bir gölet. İçinde onlarca tür su kuşu havalanıp duruyor. Yerler yemyeşil bir örtüyle kaplı. “Neye niyet neye kısmet…” Biz bir çöplük arıyoruz ve harika bir doğa parçası buluyoruz.
Yolda, dikenli tellerin üzerinde, hayatımızda görüp görebileceğimiz en büyük
kartalla göz göze geliyoruz. Yüzümüzde bir şaşkınlık… Gölet, büyük ihtimalle, insan müdahalesiyle oluşmuş. Çevrede, yüzeyleri iş makineleriyle kazınmış sırtlar var. İnsan bozmuş burayı ama sonrasında, çukur yağmur sularıyla dolmuş; ardından kuşlar ve bitkiler gelmiş: Ve işte doğa kendisine yeni bir hayat formu kazandırıvermiş…
Yola devam. Karşımızda küçük bir köy: Akpınar. Biraz daha ilerleyince; sürpriz! Hırçın dalgalarıyla Karadeniz göründü ama kıyı hallaç pamuğu gibi atılmış durumda. Kömür ve kum çıkarılan arazi alt üst olmuş: Devasa çukurlar; çamurdan geçilmeyen yollar; dağ gibi kum tepeleri ve kömür yığınları…Röportajımızı ise köy kahvesinde yapıyoruz. Çaylar geliyor. Aynı şaşkınlıkla, yine aynı nida yükseliyor hepimizden: “Neye niyet, neye kısmet…”
Çok yakın; çok uzak…
“Kemerburgaz çöplüğüne en son 13 yıl önce gazeteciyken gelmiştim” diyor Mehmet Ali Alabora. “Haberciler, haber bulamadıklarında, ya acil servise
giderler ya da çöplüğe… O zaman herkesin elini kolunu sallaya sallaya
girdiği bir yerdi.” Bugün görevliler dışında girilmesi yasak, katı atıkların elektrik enerjisine dönüştürüldüğü bir yer var aynı mekânda. İstanbul’un belki de en ucunda, Karadeniz kıyısında Akpınar diye bir köyün varlığından haberdar olmak hepimizi şaşırtıyor. “Gerçekten çok enteresan bir yer” diyor Alabora: “Denizin hemen kıyısında ama denizle hiçbir ilişkisi yok. Çok ilkel yöntemlerle kömür ve kum çıkartılıyor.” Gerçekten hepimiz için ziyadesiyle ilginç bir yolculuk yaşadık. Yolda karşılaştığımız her yer insan müdahalesiyle değişmiş, dönüşmüş doğa parçaları. “İstanbul’a bu kadar yakın, bu kadar tuhaf bir yer olduğunu kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ama çok yakın bir yerde, en lüks yerleşimlerin, rezidansların bulunduğu Kemerburgaz bulunuyor. Hayat gerçekten çelişkilerle dolu” diyor Alabora.
Reflekslerimiz bize her şeyin aynı şekilde kaldığını söylüyor ama gördüğümüz gibi bir sürü şey de olumlu veya olumsuz anlamda değişiyor dönüşüyor. Alabora’ya kendisini çevreci değil de daha çok “doğacı” olarak adlandırmasının nedenlerini soruyoruz. “Bu Doğa Derneğindeki arkadaşlarımın bana kazandırdığı bir bakış açısı oldu. Çevreyi koruma fikri, her şeye rağmen çok insan merkezli bir bakış. Ama çevrenin bizim korumamıza ihtiyacı yok ki. O hayatını bir şekilde devam ettirir, ettiriyor. Ulaşmak istediğimiz koşullar aslında bizim, yani insanın hayatını devam ettirebilmesi için gerekli olan şeyler. Atmosferdeki oksijen oranı inanılmaz seviyelerde düşse, bu doğayı değil bizim yaşam koşullarımızı ortadan kaldırır. Doğacı olmak ise, daha doğayla birlikte, bütünleşik yaşamayı gerektiren bir tutum, bir duruş.” Hemen ardından sözü “Dondurmam Gaymak” filminin yönetmeni Yüksel Aksu’nun geçtiğimiz sene Sarıkeçililer’le ilgili hazırladığı belgesele getiriyor: “Bildiğiniz gibi göçer bir aşiret olan Sarıkeçililer, geçtiğimiz yıl son kez göç yolculuklarını yaptılar. Artık yerleşik hale geliyorlar. Belgeselde Sarıkeçililer’den yaşlı bir amcanın, bir keçiyi anlatışını duymanız lazım. Uzun uzun anlatıyor. Orada fark ettim ki, bir hayvandan bahsetmiyor o kişi. Sahip olduğu bir maldan değil, birlikte yaşadığı bir canlıdan bahsettiğini çok iyi anlıyorsunuz. Hayatı boyunca hiçbir zaman bir evin çatısı altında yaşamadığı ve dolayısıyla kendisini doğanın bir parçası olarak hissettiği için, onun kafasında insan ve hayvan iki ayrı ayrı şey olarak durmuyor.” Peki, şehir insanları olarak bizim böyle bir şansımız var mı? “Tabii ki yaşadığımız hayatlardan bütünüyle vazgeçmemiz mümkün değil ama mümkün olduğu kadar, içinde yaşadığımız evrenle, doğayla uyum içinde bir hayat sürebiliriz.” Peki, çevrecilik böyle bir anlam taşımıyor mu diye soruyoruz Alabora’ya.
“Çevreci olmak, sanki ampulünüzü enerji tasarrufu yapanla değiştirmekle sağlanabilecek bir şey gibi görülüyor. Oysa bu hiç de yeterli bir şey değil. İnsanlar olarak, bütün bakışımızı, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor.”
Hayat bir bütün…
Peki, Mehmet Ali Alabora’daki bu bakışın kaynakları ne? Onu bu konulara dikkat etmeye iten ne olmuş? Aileden mi geliyor? Yoksa başka alanlardaki politik duruşunun da bu tutumda payı var mı? “Tabii ki” diyor Alabora, “Savaş karşıtı olmak, doğayla daha bütünleşik yaşamakla alakalı değil mi? Artık dünyada tek konuda farkındalık ya da duyarlılık olması mümkün değil. İnsanlar bazen bana soruyorlar: Hangi hareketlere daha yakınsınız? Artık böyle bir şey yok. Kadın hareketi de, çevre hareketleri de, savaş karşıtı hareketler de birbirleriyle bağlantılı çalışmalar. ‘Ben savaş karşıtıyım da bu çevre meselelerinden pek hazzetmem’ gibi bir tutum artık olası değil. Ya da ‘kadın hareketinden pek hoşlanmam ama çevreye karşı çok duyarlıyım’ diyemezsiniz. Bunların hepsi bir bütün. Hem de sadece gündelik hayat açısından değil, kavramsal bir bakış açısından da bu hareketlere tek tek bakmanız mümkün değil.” Bir de bu hareketlerin birbirini dönüştürmesi önemli değil mi? Alabora bu sorumuzu da net bir şekilde yanıtlıyor: “Doğayla bütünleşik bir bakış açınız yoksa, sözgelimi çalışanların haklarını da düşünmeniz pek mümkün olmayabilir. Doğayla bütünleşik yaşamayı düşünmeyen birisi, kendisi için üretim yapan insanları neden düşünsün ki? Köy kahvesinde çaylar tazelenirken sohbet de sonunda gelip, ekolojinin bütünsel bakışının önemine dayanıyor. Parça parça bakışların sorunu çözmeye yeterli olamayacağında hemfikiriz. “Çok basit bir örnek vereyim” diyor Alabora: “Ben bilim adamı veya uzman değilim ama bu zavallı akkor lambaların, tüm kötülüklerin baş sorumlusu ilan edilmesini de anlayabilmiş değilim. Onların yerine önerilen tasarruflu ampullerin acaba hiç mi sorunu yok? Ya da tüm akkor lambalar bir anda yenileriyle değişse tüm sorun bir anda çözülecek mi? Bunların üretim süreçlerine bakmadan olur mu?” Çok taraflı bakmak gerçekten önemli.
Bize en çok gerekli olan uyanık bir bakış; temkinli ve sorgulayıcı bir göz herhalde…“İşte o lambaları değiştirmeye takılıp kalmak bence çevrecilik; bütün süreçleri göz önüne alıp, doğayla uyum içinde yaşamanın yollarını aramaksa, ‘doğacılık’, yani bize gerekli olan ekolojik düşünme biçimi” diyor Mehmet Ali Alabora.
Kolay çözümler olmadığında anlaşıyoruz. Çözüm ise herkesin kendi üretim ve tüketim alışkanlıklarını sonuna kadar sorgulamasında herhalde. İnsan merkezli bir bakış açısından, doğa merkezli bir bakış açısına geçmek: İşte asıl ihtiyaç. “Doğa bizi bir anda hayatından pıt diye atabilir ve kendi yaşamı nı kendi bildiği tarzda sürdürebilir. İnsanın haddine mi düşmüş dünyayı kurtarmak; sen git, eğer yapabiliyorsan kendi hayatını kurtar. Dürüst olmak lazım: Biz doğayı falan değil, bugün kendimizi, çocuklarımızı, torunlarımızı kurtarmaya çalışıyoruz. Dünya yaşamına çeşitli şekillerde yaşamaya devam edebilir. Milyarlarca yıldır olduğu gibi. Bizle veya bizsiz.” Bu dünya, insanın çevresinde dönmüyor. Bunun farkına varmamız gerekiyor. Ve sohbet “beden” ve “akıl”a geliyor. Alabora: “Doğadan kopmamız, zihnimizin bedenimizle ilişkisinin kopmasına da neden oluyor aslında. Ne yazık ki her şeyi aklımızla halledebileceğimizi sanıyoruz ve bu süreçte bedenlerimize de yabancılaşıyoruz.”
Umut değil, sorumluluk!
Sözü biraz daha somuta getiriyor ve “Peki Kopenhag?” diyoruz: “Gerçek bir hayal kırıklığı” diye söze giriyor Alabora: “Hiçbir devletin gerçek kararlar ve önlemler almak gibi bir niyeti yok çünkü biz sadece ‘Ekonomiyle’ ilgileniyoruz. Durmadan büyümekten bahsediyoruz. Büyümek bugüne kadar hangi sorunumuzu çözdü ki? Ama bu dünyanın bu şekilde devam edemeyeceği kesin.” Peki, “Umut nerede?” diye soruyoruz, Umut lafından pek de hazzetmediğini bilerek: “Arkadaşım Meltem Arıkan’ın son romanının adı, ‘Umut Lanettir’di. Öyledir çünkü ümit ederek hiçbir şey yapamazsınız. Yapmanız gereken kendinizi değiştirmekten başka bir şey değildir. Umut, sorumluk almayı gerektirmeyen bir şeydir. Halbuki bizim artık sorumluluk alma zamanımız çoktan geldi.” Sohbetin sonuna geldik. O günkü yolculuğumuzun bizi nasıl başka bir dünyaya götürdüğünü konuşurken, dünyanın ne kadar şaşırtıcı bir yer olduğunu da konuşuyoruz. Ve yavaş yavaş dönüş yoluna koyulurken, köy sakinleri başlarını bir daha, bir daha çevirip bakıyorlar bize. İstanbul’un hemen kıyısında ama aslında tamamen farklı bir dünyada yaşayan bu insanlar, yanımızda eski bir televizyon dizisinin yıldızı “Memoli”yi görüyorlar. Ama aslında o başka biri: Herkesi kendi sorumluluğunu almaya çağıran, bunu kendisi de canı gönülden üstlenen, meraklı, sorgulayıcı Mehmet Ali Alabora. Onu “Memoli” değil de, insanlar, hayat ve dünya üzerine kafa patlatan Mehmet Ali Alabora olarak görseler, hayatlarını değiştirmek için daha fazla uğraşırlar mı acaba?