Yazı: Emine ERDEM, KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı
Sürdürülebilirlik kavramının başlangıcını, nüfus artışı üzerine tezleriyle bilinen iktisatçı Thomas Robert Malthus’un 18’inci yüzyıl sonu, 19’uncu yüzyıl başlarındaki çalışmalarına kadar geri götürmek mümkün olsa bile modern anlamıyla bu kavramın hayatımıza girişi daha çok 20’nci yüzyılda gerçekleşti. Kavramın tarihsel gelişiminde önemli bir dönüm noktası Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından 1987 yılında hazırlanan “Ortak Geleceğimiz” başlıklı Brundtland Raporu oldu. Bu raporda sürdürülebilirlik daha ziyade doğal kaynakların muhafazası üzerine kurgulanmıştı. Sürdürülebilirlik, sürdürülebilir kalkınmayla özdeş tutularak, “Bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılama yeteneğinden ödün vermeden karşılayan kalkınma” olarak tanımlandı.
Günümüzde ise, doğal kaynakların ve çevrenin korunması hâlâ ana eksenini oluşturmakla birlikte, sürdürülebilirliğin çevresel, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla ele alınan geniş kapsamlı bir kavram haline geldiğini görüyoruz. Sürdürülebilir kalkınma ekseninde sürdürülebilirlik, ekonomik kalkınma ile çevrenin entegrasyonunu güçlendiren ve ekonomik yaşamla çevrenin uyumlaştırılmasını destekleyen bir kavram olmasının yanı sıra kalkınmanın nicel boyutu kadar nitel boyutunun da önemli olduğu yaklaşımını gündemimize taşıdı. Çevreyi ve doğal kaynakları orumak kadar sosyal fayda sağlayan, toplumsal dengesizliklerin ve eşitsizliklerin giderilmesine katkıda bulunan, kalkınmadan bütün kesimlerin pay almasını destekleyen yaklaşımlar da sürdürülebilirliğin ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Küresel salgın ve iklim değişikliği olgusunun gündelik hayatımızı iyiden iyiyeetkilemeye başlaması gibi gelişmeler sürdürülebilirlik konusunda bilinç ve farkındalığın artmasına vesile oldu. Tüketici artık yeşil ekonomiye çok daha fazla önem veriyor. Yeşil ürünleri daha fazla tercih etmeye eğilim gösteriyor.
Şirketler ve kamu kuruluşları da bu konudaki yaklaşımlarını yeniden gözden geçirerek sürdürülebilir süreçleri iş modellerinin ve faaliyetlerinin merkezine yerleştirmeye başlıyorlar. Ne var ki demin vurguladığım çokboyutluluk,
sürdürülebilirliği aynı zamanda kavramsal düzeyde karmaşık ve zor anlaşılır bir hale getirdi. Kurumlar ve bireyler olarak hepimizin benimsemesi, işlerimize ve hayatlarımıza yansıtması gereken bu kavramın farklı şekillerde yorumlanabilmesi hiç kuşkusuz önemli bir zorluk oluşturuyor. Netleştirilmesi, kolay anlaşılır ve uygulanabilir bir içeriğe sahip olması dünyamızın ve hepimizin geleceği açısından büyük önem taşıyor.
Bilimsel Özerklik Olmadan Sürdürülebilirlik Olabilir mi?
Akademik dünyaya, üniversitelere önemli görevler düştüğünü düşünüyorum. Burada madalyonun iki yüzü bulunuyor. Birincisi üniversiteler kampüslerini, tüm organizasyonlarını sürdürülebilirlik temelinde yapılandırarak bu alanda topluma örnek kuruluşlar olmak durumundadır. Öğrencilerine sadece meslek dallarında öğretim vermekle yetinemezler, onları aynı zamanda eğitmekle yükümlüdürler. Sürdürülebilirliği özümsemiş, nasıl hayata geçirildiğini yaşayarak görmüş gençler bu alanda bilinçli yetişkin bireyler olarak topluma hiç kuşkusuz önemli katkılar sağlayacaklardır.
Üniversitelere düşen ikinci görev ise iyice karmaşıklaşmış olan bu konuda bilgi üretimi ve bu bilginin özel sektöre ve kamuya aktarılmasıdır. Bilgi arttıkça istiyorum. kavramın doğru bir şekilde hayata geçirilmesi olanağı da artacaktır. Dolayısıyla bu konuların üniversitelerde daha ağırlıklı bir yer kazanması çok önemlidir.
Ancak bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için üniversitelerin bilim yapan ve bilgi üreten kurumlar olması vazgeçilmez bir önkoşuldur. Bilimsel özerkliği olmayan, sürdürülebilir bir zeminde bilgi üretemeyen bir üniversite elbette sürdürülebilirlik kavramı veya iklim değişikliği gibi hayati konularda da sağlıklı bilgi üretemeyecektir. Ülkemizde yükseköğretimde uygulanan mevcut modelin gözden geçirilmesi gerektiği açıktır. En üst düzeyden en alt düzeye kadar atamalar, öğretim üyesi terfileri ve öğretim kalitesinin yükseltilmesi gibi konuların yeniden değerlendirilmesi ve ciddi reform hamleleri yapılması gerekiyor.
Üniversitelerin bilimsel çalışma yapabilmesi ve bilgi üretebilmesi için el atılması gereken çok önemli bir konu da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bu kurumlara yansımasının ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye’de kadınların görünmeyen cam tavanlarla karşılaştıkları kurumlar arasında maalesef üniversiteler de bulunmaktadır.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte yükseköğrenim görme ve akademik ilerleme için teşvik edilen kadınlar özellikle 1980’li yıllardan itibaren akademik hayatta daha fazla yer almaya başladılar. Ancak mevcut tablo bu konuda ciddi problemlerin olduğunu gösteriyor.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) 2020 verilerine göre, Türkiye’deki öğretim elemanları içerisinde kadın öğretim elemanı oranı %45,13 düzeyinde bulunuyor. Bu oran Avrupa Komisyonu’nun She Figures 2018 raporuna göre Avrupa Birliği ülkelerindeki kadın öğretim elemanı oranından (%40,6) daha fazla görünüyor.
Ancak bu oran akademide cinsiyet eşitliğinin bir göstergesi değil. Çünkü aşağıdan yukarı doğru çıktıkça kadın akademisyenlerin oranı hızla düşüyor. Bu konuda yakın zamanda yapılmış bir çalışmadan bazı rakamları paylaşmak istiyorum.
Akademideki Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği
Bugün Türkiye’de tüm üniversitelerde toplam 50.901 araştırma görevlisi bulunuyor. Bu kadroda istihdam edilen erkek akademisyenlerin sayısı 24.892 iken, kadın akademisyen sayısı 26.009’dur. Erkek araştırma görevlilerinin oranı %48,90 olurken kadın araştırma görevlilerinin oranı ise %51,10’dur.
Üniversitelerde toplam 16.724 doçent istihdam ediliyor. Doçent kadrolarında istihdam edilen erkek akademisyenlerin sayısı 10,038 iken bu kadrolarda istihdam edilen kadın akademisyen sayısı 6,686’dır. Erkek doçentlerin oranı %60,02 olurken kadın doçentlerin oranı %39,98’dir.
Üniversitelerde toplam 28.596 profesör görev yapıyor. Bu kadroda istihdam edilen erkek akademisyenlerin sayısı 19.457 iken kadın akademisyen sayısı 9.139’dur. Erkek profesörlerin oranı %67,05 olurken kadın profesörlerin oranı ise yalnızca %31,95’tir.
Rektör veya dekan gibi yönetici pozisyonundaki kadın akademisyen oranlarına girmeyeceğim. Onlar da hayli düşük kalıyor. YÖK’ün 21 üyesinden sadece birinin kadın akademisyen olduğunu vurgulamakla yetineceğim.
Türkiye üniversitelerinde kadın akademisyenler aleyhine bir eşitsizlik tablosu olduğu açıkça ortadadır. Bu elbette üniversitelere özgü bir sorun değil. Hayatın diğer alanlarında da var olan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yükseköğrenim kurumlarına yansımasından ibaret. Ancak üniversiteler bu konuda daha bilinçli davranmak ve toplumun diğer kesimlerine örnek olmak zorundalar. Akademik hayatta toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması acil bir konu olarak üniversitelerin önünde duruyor. Unutmayalım ki, kendi sorunlarını çözememiş bir üniversite sürdürülebilirlik konusunda topluma yol gösteremez.