#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Üreticiyi İthalatla Terbiye Etme Anlayışına Sahibiz”

Gazeteci ve tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım, Türkiye’deki gıda krizinin ithalata dayalı bir yapı nedeniyle derinleştiğini belirterek “Dünyada baktığımız zaman en son özelleştiren kurumlar tarım sektörüyle ilgili olanlardır. Bizde ise özelleştirme tarımla başladı. Gıda krizi, ekonomik kriz dönemlerinde daha yoğun bir biçimde yaşanıyor, çünkü döviz arttığı zaman ithalat da çok pahalı hale geliyor. O zaman etkilerini daha sert hissetmeye başlıyoruz. Yoksa uzun bir süredir Türkiye’de gıda krizi vardı. Bu daha da derinleşmiş oldu” diyor.

Yaşadığımız gıda krizinin temel nedenleri nelerdir size göre?

Gıda krizinin temel nedeni aslında tarımsal üretimdeki sorunlardan kaynaklanıyor. Tarımda uzun bir süredir yüksek girdi fiyatlarıyla üretim yapmak zorunda kaldık ve baktığımız zaman biz toplum ve hü­kümet olarak şunu bekliyoruz: Gir­di fiyatları ne kadar artarsa artsın ama gıda fiyatları artmasın. Fiyat­lar artarsa ithalat yaparak fiyatları düşürmeyi hedefliyoruz. Bu yeni bir olay da değil aslında. Özellik­le 1980’den sonra Turgut Özal ile birlikte başlayan bir süreç. Üreticiyi ithalatla terbiye etme anlayışı diye­biliriz. Türkiye’yi dışa açıyoruz diye­rek, dünyada hiçbir ülke tarımını bu kadar dışarı açmamışken biz serbest piyasa ekonomisini ilk olarak tarım­da uygulamaya kalkıştık ve onun sonucunda da o dönemde hayvancı­lık sektörü büyük ölçüde çöktü, ar­dından bitkisel üretimle ilgili ciddi sıkıntılar oldu.

Zaman zaman siyasi argüman, za­man zaman da ekonomik gerek­çeler kullanıldı ve Türkiye artık üretim yerine ithalatı destekleyen bir yapıya büründü. Bunun önüne geçilmek istendi, paketler açıldı. Bu virüs o dönemde bulaştı ancak son 15-20 yıla baktığımızda daha da yo­ğunlaştığını görebilirsiniz. Özellikle 2000 yılından itibaren Dünya Ban­kası ve IMF ile yapılan programlar­da tarımla ilgili kısıtlamalar, kotalar, üretimi engelleyici politikalar hep ön planda oldu. IMF mektuplarında, raporlarında Türkiye’deki buğday fiyatının ne olması gerektiği dahi yazılıydı. O dönemleri de yaşadık. Bugün baktığınız zaman da alınan hemen her kararda ithalata hizmet eden, ithalatı teşvik eden bir uygu­lama olduğunu görürsünüz. Basitçe verebileceğim en güzel örneği 2010 yılından bu yana çok yoğun bir bi­çimde canlı hayvan ve et ithal edil­mesi oluşturuyor. Kırmızı ette fiyat­ların çok yüksek olduğu belirtilerek ithalat yapmak zorundayız deniliyor ki ben bunun tamamen bir bahane olarak kullanıldığını düşünüyorum. Halbuki yapılan her ithalat aynı za­manda üreticiyi bu sektörün dışına itiyor. Çünkü ucuza et getirdiğiniz­de veya Kars’taki, Erzurum’daki hayvancılık yapan çiftçinin bölge­sine ithal hayvan getirdiğiniz za­man onun rekabet etme şansı yok. 1952 yılında kurulan ve o zamanki adı “Et ve Balık Kurumu” olan Et ve Süt Kurumu, kendi kesimhane­lerinde ithal hayvan kesiyor, et ve canlı hayvan ithal ediyor. Kuruluş amacı üreticiyi desteklemek olan bu kurum tam bir ithalat ofisi gibi çalış­tırılıyor. Bunun karşısında da çiftçi ve yetiştirici rekabet edemiyor ve hayvancılıktan çekiliyor. O insanlar hayvancılıktan çekilince daha çok ihtiyacımız doğuyor, daha çok ihti­yacımız doğunca daha çok ithalat yapılıyor. Bu bir sarmal ve bunun kırılması gerekiyor ama ortaya ko­nulan her proje buna hizmet ediyor.

Mesela genç çiftçi projesini ele ala­lım. Hepimiz Türkiye’de genç çiftçi­leri kazanmamız gerektiğini, tarım­daki nüfusun yaşlandığını ve genç çiftçiyi desteklemek gerektiğini söylüyoruz. Bu sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da sorunu. Ama bir bakıyorsunuz genç çiftçilere verilen bu desteğin %95’i hayvancılıkla ilgili ve onlara verilen hayvanlar da ithal ediliyor. Genç çiftçiliği destekliyo­rum adı altında siz kendi kaynağını­zı alıp tekrar yurtdışındaki çiftçiye, üreticiye aktarmış oluyorsunuz.

Geldiğimiz noktada Türkiye artık kendi gıdasını üretemeyen, birçok üründe dışa bağımlı olan bir yapı­ya sahip oldu. Gıda krizi, ekonomik kriz dönemlerinde daha yoğun bir biçimde yaşanıyor, çünkü döviz art tığı zaman ithalat da çok pahalı hale geliyor. O zaman etkilerini daha sert hissetmeye başlıyoruz. Yoksa uzun bir süredir Türkiye’de gıda krizi var­dı. Bu, daha da derinleşmiş oldu.

Tarımsal ürünlerde ve hayvancılık­ta neredeyse her ürünü ithal eden bir konumdan nasıl sıyrılabiliriz? Bu durumun tersine dönmesi için hangi adımların atılması gereki­yor?

Bunun tersine dönmesi için önce­likle bu ithalat sarmalının mutlaka kırılması gerekiyor. Her şeyi ithal ederiz ve fiyatı düşürürüz yaklaşımı çok yanlış. Kamuoyunda tüketiciy­le üretici adeta karşı karşıya geti­riliyor. Zannediliyor ki verilen bu kaynakların hepsi çiftçiye gidiyor. Halbuki biraz önceki örnekte söy­lediğim gibi çoğu ithalata gidiyor ve açıkçası sürekli sonucu tartışı­yoruz. İşe yanlış yerden bakılıyor. Hep fiyat üzerinden tartışıyoruz. Sorunu ancak çiftçiden, üretimden başlayarak çözebiliriz. Üretim ma­liyetleri ve girdi fiyatları bu kadar yüksekken bunu ucuza mal etme­miz mümkün değil. Ucuza mal et­mediğimiz için üretici aslında çok ucuza satıyor, tüketici pahalıya tü­ketiyor. Üreticide ucuz, tüketicide pahalı gibi bir yapı oluştu. Bunun kırılması gerekiyor. Bunun için de belli modeller var. Öncelikle üre­timin ve üreticinin desteklenerek üretimin artırılması gerekiyor. Bir çiftçi organizasyonu, kooperatifleş­me veya üretici birliği yapısıyla üre­timden başlayarak tüketiciye kadar bir organizasyonun oluşturulması gerekiyor. Türkiye’de en büyük ek­siklik bu. Ankara’da kurulan ve iş­levsel olmayan bir üretici birliği var. Size sera örneğini vereyim. Bugün domates, biber ve salatalık gibi bir­çok ürün serada üretiliyor. Diyelim ki bir domates üreticisi Antalya’daki halde bir komisyoncuyla anlaşıyor. Komisyoncu ona sera malzemesi, tohum ve gübre veriyor. İhtiyacı varsa sermaye de veriyor. Sonra üretici domatesi üretip, komisyon­cuya teslim ediyor. Üretici ürettiği ürünün fiyatını belirleyemiyor ve bir borçluluk içerisinde devamlı bu üretimi yapıyor. Sonra komisyoncu onu alıp kendi yasal komisyonunu üstüne koyuyor. Bir aracıya veya markete satıyor. O domates kalite­sine ve standardına göre ayrılıyor. Çiftçinin kasada getirdiği domate­sin bir bölümü birinci, bir bölümü ikinci, bir bölümü ise daha düşük kalitede. Çiftçi diyelim ki 50 kuru­şa satıyor o domatesi. Ayırdığınızda aslında içinde bir liraya, 1,5 liraya satılacak domates de var, 25 kuruşa satılacak domates de. Çiftçi örgütü veya kooperatif bir birlik gibi ba­şından bu girdilerin hepsini temin etse, bu ürünü alıp tesiste işlese ve kalitesine göre ayırsa o zaman hem üretici hem kooperatif bundan belli bir şey kazanacak. Ek olarak üretim maliyetleri belki bu kadar yüksek olmayacak. Devletin de o anlamda destek olması gerekiyor. Sonuçta ürün tüketiciye de daha uygun ko­şullarda gidecek.

Kooperatifler yerel yönetimlerle de işbirliği yapabilir. Bugün kentliler sağlıklı ve güvenilir gıda tüketmek istiyor. Tüketiciye kırsaldan ürün­lerin uygun koşullarda ulaştırılma­sı için yerel yönetimlerin de artık bu işin içine girmesi gerekiyor. İz­mir’deki Tire Süt Kooperatifi mo­deli güzel bir örnek. Üreticinin ko­misyoncudan, hatta zaman zaman kaynağı bulduğu tefeciden kurtul­ması için bir birlik gerekiyor. Tüke­ticinin de bilinçli olarak üreticiden alımı desteklemesi gerekiyor. So­nuçta bugün öyle bir düzene geldik ki piyasayı tamamen market zincir­lerinin belirlediği ve hem üreticinin hem de bu işin sanayisinin çok şika­yetçi olduğu ve para kazanamadığı bir sistem oluştu. Üretici üretiyor, sanayici mümkün olduğunca ucuza alıp işliyor ve markete veriyor. Ne üretici ne de sanayici kazanıyor, market kazanıyor sadece.

Çiğ süt örneğini vereyim. Çiğ süt için referans belirlenir. 1,70 TL şu anda. Genelde 1,20 TL civarına alı­nıyor süt. Alan sanayici veya mandı­ra onu ürüne çeviriyor. Ürünü gö­türüp markete veriyor. Market ona 120 gün vade veriyor. Raf kirası gibi birçok şey çıkarıyor önüne ve sanayici para alamıyor bu sefer. Zin­cirleme olarak üreticiden başlaya­rak tüketiciye kadar hepimiz kaybe­diyoruz. Sadece belli birkaç market zinciri yararlanıyor. Bu sefer manav da pazar esnafı da markete bakarak fiyat belirliyor. Böyle bir market egemenliği var. Piyasayı, her şeyi onlar belirliyor ve çıkarılan yasalar da buna hizmet ediyor açıkçası.

Zincir marketlere üreticiden doğru­dan ürün alma hakkı getirildi. Hal yasasının değiştirilmesinden bahse­diliyor. Onun üzerine bir çalışma var. Hal yasasının değiştirilmesi ile yine marketlere yönelik bir imtiyaz getirilecekse bence değiştirilmemesi daha sağlıklı olabilir.

Özellikle şeker fabrikalarının özel­leştirilmesi kamuoyunda büyük tepki çekti. Siz de biraz önce üre­tici birliğinin çok işlevsel olmadığı­nı belirttiniz. Tarım kooperatifleri ithal edilen ürünlere ve özelleştir­melere karşı nasıl bir strateji belir­leyebilir?

Genelde üretici birliklerine şu şe­kilde bakılıyor: Birlikler bakanlığın himayesinde çalışsın ve fazla sesleri çıkmasın. O yüzden de yedi kişiyi bulup o kadar çok örgüt kurdular ki hiçbirinin bir işlevi yok. Hatta üretici için masraf. Bir üretici bir­likleri yasası var ama birliğin ticaret yapması yasak. Böyle bir şey olabilir mi? Zaten amaç üreticinin ürününü alıp onu değerlendirmek, pazarla­mak, pazarlama kanalları oluştur­mak. Ancak pazarlama yapamazsın diyor. Daha önce tarım satış koope­ratiflerinde vardı, onu bile yasakla­dılar adeta. Birçok ikincil tesislerini satmak zorunda kaldı bu birlikler. Şimdi buradaki yapıda da hem po­litik hem de ekonomik olarak üre­ticiyle fabrika çalışanının birbiriyle dayanışma içinde olmasını engelle­yen bir takım bariyerler var. Tekel işçileri işten çıkarılıyor, Tekel özel­leştiriyor. İşçiler eylem yapıyorlar, coplanıyorlar, dayak yiyorlar ama hiçbir çiftçi gidip de bu insanlar benim ürettiğim tütünü işliyordu diyerek işçilere bir destek vermiyor.

Tam tersi durumda tütüne kota ge­tiriliyor, üretim engelleniyor. Tütün­le ilgili sendikalar veya fabrikadaki sendikacılar bunun üretimi biterse biz de biteriz deyip bir dayanışma içerisine girmiyorlar. Burada da bir yanlışlık var, çünkü birbirini ta­mamlayan iki kesim birbirinden çok habersiz bir yapıdalar. İşçi kendi haklarını savunurken çiftçiyi unu­tuyor, çiftçi kendi üretim haklarını savunurken işçiyi unutuyor. Bunun sağlanması gerekiyor. Bir bütün olarak görülmesi lazım.

Şeker fabrikalarının özelleştirilme­sine pancar üreticileri açıkçası çok taraf olmadılar. Bu fabrika satılırsa biz pancarımızı nereye satacağız, nerede işleyeceğiz demediler. Tabii ki ses çıkaranlar oldu ama genel olarak örgütlü bir muhalefet olma­dı. O fabrika gittiği zaman çiftçi şe­ker pancarını değerlendiremeyecek. Dolayısıyla üretimi de kısıtlamış oluyor. Daha önce pancar kotası getirildiğinde de aynısı olmuştu. Sa­dece bir kesim için söylemiyorum. Ürün bazında ele alınarak ürünün tarladan sofraya kadar olan sürecin­de her kesimin buna sahip çıkması, varsa yanlışlık tepki göstermesi ge­rekiyor. Dünyada baktığımız zaman en son özelleştiren kurumların ta­rım sektörüyle ilgili olanların oldu­ğunu görürsünüz. Bizde ise özelleş­tirme tarımla başladı. Burada da bir sakatlık, terslik var. Şu an da gün­demde şeker kamışı ithal edelim, o daha ucuz söylemleri dolaşıyor. Bu çok kötü bir durum.

Dünyada benzeri gıda krizlerini yaşayıp bunun üzerinden gelmiş ülkeler bu sorunu aşmayı nasıl ba­şardı?

Dünyada, Türkiye kadar her şeyiyle dışa açılan, her şeyi ithal eden bir ülke bilmiyorum. Genelde şu olu­yor: Her ülke öncelikle kendisine ait üretimler varsa yapıyor. Ancak öyle ürünler vardır ki orada üretilmiyor, yetiştirilmiyorsa onlara yönelik it­halat daha çok yapılıyor. Örneğin Dünya Bankası ve IMF’nin politika olarak dayattığı ülkeler arasında Macaristan bulunuyor. Bir dönem orada da kısmen uygulandı. Dün­ya Bankası ve IMF’nin programları daha çok Latin Amerika ülkelerin­de uygulanıyor. Bazı problemler oldu ama oradaki insanlar bizim in­sanlarımız gibi değil. Eylemler yapa­rak, toprak işgal ederek bir şekilde toplum destekli üretim yaparak ve tüketimi organize ederek bunu aş­maya çalıştılar. Türkiye’yle birebir benzerlik gösteren en azından be­nim bildiğim bir ülke yok.

EkoIQ Editör