#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Uyuyan Isıyı Uyandırmak: Jeotermal

Yeraltındaki yüksek sıcaklıktaki suları işleyerek elde edilen jeotermal enerji kullanımı dünyada hızla yayılıyor. Sürdürülebilir, mevsim değişimlerinden etkilenmeyen, zararsız bu enerji kaynağı, başta ısınma ve elektriğin yanında seracılıktan meyve kurutmacılığı ve termal turizmine kadar çok geniş bir çerçevede kullanılıyor. Türkiye’de de 2007 tarihli jeotermal kanunundan bugüne kapasite artırımı giderek hızlandı. O kadar ki 2010-2015 arası dünyada jeotermal elektrik kapasitesi en çok büyüyen ikinci ülke oldu. Ancak uyarmakta fayda var: Bu hızlı yükselişte gerekli noktalara dikkat edilmezse, Türkiye’nin jeotermal potansiyeli hızla tükenebilir de…
Berkan ÖZYER

Enerjide dışa bağımlı Türkiye, artan ihtiyacını karşılamak için nereye bakmalı? Nükle­er santrallara mı, güneş enerjisine mi; HES’lere mi rüzgar türbinleri­ne mi? Esasında çoğumuz farkında değiliz ama farklı bir doğrultuya ba­kılıyor: Bastığımız toprağın altında akıp giden jeotermal kaynaklara. Son beş yılda yapılan yatırımlarla dünya genelinde jeotermal enerji kapasitesini en fazla artıran ikinci ülke konumuna gelen Türkiye, ge­nel kapasite anlamında da ilk 10 ülke arasında yer alıyor. Peki, mer­divenleri üçer beşer tırmanmaya başlayan Türkiye’nin bu seyrinin arkasında ne gibi süreçler, motivas­yonlar yer aldı? Ve daha da önemlisi denetim konusunda hayli kötü bir sicile sahip Türkiye bürokrasisi bu yükselişi, özellikle çevresel etki ko­nusunda ne ölçüde kontrol altında tuttu? Ancak soruların cevaplarına geçmeden önce jeotermal enerji ve kullanım alanları konusundaki bilgi­lerimizi biraz tazelemekte fayda var.
Temelde, yeraltında biriken yüksek ısılı suları yüzeyde işleyip ısınma ya da sudan ayrılan buharı türbinlere vererek elektrik üretmek için kulla­nılan bir kaynak. Yağmur ya da kar sularının toprağa karıştıktan sonra­ki yolculuğu insanoğluna bu sürdü­rülebilir enerji kaynağını sunuyor. Bu sular için, tektonik kırıklardan ilerleyen magma faaliyetleri bir ısı kaynağı oluşturuyor. Meteorik sular derinlerde ısındıktan sonra rezervu­ar görevi gören kayaçlar içinde biri­kiyor. Bu suların bir kısmı genleşme ve basınç artışı sonucu fay hattı bo­yunca yükseliyor ve yüzeye ulaşa­rak jeotermal kaynakları meydana getiriyor. Bir kısmıysa yüzeye ula­şamadan rezervuar kayaların içinde hapsoluyor.
Bu kaynak aslında tabii ki hiç de yeni değil; insanlık binlerce yıldır yeryüzüne ulaşan termal suları, şifa ya da ısınmak için kullana geldi. Ancak 19. yüzyıl boyunca yapılan araştırmalar İtalya’nın Larderello bölgesinde nihayete erdiğinde, bu kaynakların da kaderi değişti. Bu kasabada 1904 yılında jeotermal kaynakların buharından elektrik elde edildi ve yüksek ısıların elekt­rik kaynağı olarak kullanılabileceği kanıtlanmış oldu. 1950’lerde daha çok miktarda ve daha sıcak su için başlayan sondaj çalışmaları, özellikle 1974 petrol krizinden sonra alterna­tif enerji kaynağı arayışı dahilinde küresel bir “dünyanın merkezine yolculuk”a dönüştü. Bu yolculukta ortalama olarak aşağıya doğru her 30 metrede bir, sıcaklığın bir derece yükseldiği fark edildi. Böyle bir or­talamanın varlığı aslında jeotermal enerjiyi bir anlamda dünyanın en demokratik enerji kaynağı haline getiriyor. Ancak eşitler arasındaki birinciler jeotermal kaynaklarda da mevcut. Tektonik hareketlerin, fay hatlarının yoğun olduğu bölgelerde çok derine inmeden de elektrik üre­timinde kullanmaya yetecek sıcaklık­ta su elde edilebiliyor. Örneğin bazı bölgelerde kilometrede 40°C artış yaşanırken Norveç gibi bir ülkede bu miktar 20°C kadar düşebiliyor.

Sonsuz Bir Kaynak (mı?)
Jeotermal enerji kaynakları, düşük (20-70°C), orta (70-150°C) ve yük­sek (150°C’den yüksek) sıcaklıklı olmak üzere genelde üç gruba ay­rılıyor. Türkiye’de sondajla yeraltın­dan elde edilen en yüksek ısı 287°C ile Manisa, Alaşehir olurken onu 242°C ile Denizli, Kızıldere takip ediyor. Söz konusu üç gruptaki farklı kaynaklara yönelik sondaj teknolojileri elektrik üretimi (ısıt­ma, termal turizm, kültür balıkçılığı vb. için), doğrudan kullanım ve ısı pompalarını beslemek için yüzeye daha yakın kaynaklarda yapılan aramalar doğrultusunda ilerliyor. Kayalar arasında sıkışan sıcak su­yun sondaj mantığını ve elektriğe dönüşümünü açıklamak için Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Danışman, mutfak tüplerinin içindeki gazı örnek veri­yor: “Yüksek ısılardaki akışkanlar, tüpün içinde basınçla sıvılaşır. Ye­raltında 100 derecenin üzerinde ka­panlanmış sular da benzer şekilde buharlaşmak yerine sıvı halde kalır. Dolayısıyla yüzeye çıkıp basınç orta­dan kalktığında kaynama olmadan sıvı halden doğrudan gaz haline ge­çer. Bu faz değişiminin ardından o buharı alıp bildiğimiz klasik türbin­lerin çevrilmesinde kullanırız.”
Jeotermal kaynak sondajı konusun­da vazgeçilmez bir mecburiyet, bu enerjinin işleme yönteminde diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına göre hayli önemli bir fark yaratıyor. Ve kaynakların ömrüne dair de ha­yati bir etkide bulunuyor. Kayalar arasında sıkışan akışkanlar, sondaj­la yukarı çekildikten sonra, doğal olarak, yeraltındaki rezerv hızla tükeniyor. Dolayısıyla reenjeksiyon denilen yöntemle, jeotermal akış­kanların, kullanıldıktan sonra 40-45°C civarındayken rezervlere geri gönderilmesi gerekiyor. Böylece rezervin soğumaması ve kristalleş­memesi yani taşlanmaması sağlanı­yor. Bu dönüşüm sağlandığı sürece rezervlerin döngüsü uzatılabiliyor. Bu doğrultuda jeotermal kaynak­lara “sonsuz” demekten ziyade, sürdürülebilir tanımı daha uygun görülüyor. Ve esas felaket bu reen­jeksiyonun yapılmadığı, yeraltından sağlığa zararlı çeşitli minerallerle yeryüzüne çıkartılan akışkanların kullanıldıktan sonra dere ve nehir­lere verilmesiyle başlıyor.

İster Elektrik, İster Tarım, İster Sağlık
Peki, yeraltından elde edilen bu su­lar nasıl kullanılıyor? Anadolu’dan Roma’ya ve Çin’e, dünyanın farklı medeniyetlerinde binlerce yıl kaplı­ca olarak faydalanılan bu sulardan günümüzde gelişen teknoloji doğ­rultusunda neredeyse her derece değişiminde farklı amaçla faydala­nılabiliyor. Ancak Danışman’ın ifa­desiyle “Jeotermal enerji ancak ve ancak entegre kullanıldığı zaman gerçekten fayda­lı olabilir”. Bu, sondajla elde edilen aynı akışkanın en yüksek sıcaklıktan en düşüğüne kadar kademe kademe farklı amaçlar doğrultusunda kullanımı an­lamına geliyor. Yandaki tabloda görülebileceği gibi, bu amaçlar konusunda pek çok seçenek mevcut. Mehmet Ali Danışman entegre sistemde akışkanların kullanımını şu örneklerle sıralıyor: “Elektrik üretimi sonrası sıcaklık 60-70 derecelere kadar düşer. Enteg­re sistemle bu akışkanlar kent ısıtmasına gönderilir. Oradan dönen su 40-45 derecedeyken otellere, ter­mal turizme, balneoterapi (doğal enerji kaynakların dan sıcak maden suyu, gaz ve çamur ile yapılan bir tedavi yöntemi) için gönderilebilir. 30 derece civarında dönen su ile tropik balıklar yetişti­rilebilir. Ancak sistemden dönen su, bu ihtiyaçların gereksiniminden çok daha büyük olacağı için akışkanlar bu noktada yeraltına reenjekte edi­lebilir.” Dahası, bu akışkanlar mey­ve kurutmacılığında ya da en önem­li maliyet kalemi ısınma gideri olan seracılıkta kullanılabilir. Dolayısıyla sözkonusu akışkanlar sebze meyve kurutmasından elektrik üretimine, balıkçılıktan seracılığa, kaplıcalar­dan sağlık turizmine kadar pek çok noktada önemli işleve sahip.
Bugün dünyada jeotermal enerjiden 82 ülke faydalanıyor (Ölçü birimi olarak ısı için megavat termal-MWt, enerji için megavat elektrik-MWe ya da kısaca MW kullanılıyor). Bu sayı 2010’da 78, 2005’te 72, 2000’de 58, 1995’te ise sadece 28’di. 2014 sonunda dünya genelinde doğrudan kullanım için kurulu termal güç 70.329 MWt olurken bunun büyük kısmı ısı pompalarında (%55,3), bir kısmı kaplıca gibi mekânlarda bal­neoterapi (%20,3) için kullanıldı. Bu miktardaki kullanımla yıllık 52,5 milyon tonluk petrol tasarruf edi­lirken 148 milyon karbondioksit ga­zının atmosfere salınması engellen­di. Sadece 2014 yılında 49 ülkede jeotermal enerji için 20 milyar do­larlık yatırım yapıldığını biliyoruz. Jeotermal zengini olan İzlanda’da birincil enerji ihtiyacının %68’i jeo­termal enerjiden karşılanıyor, bina­ların %90’ı bu kaynakla ısıtılıyor. İzlanda bu yüzdeyle kişi başı kul­lanım noktasında dünya sıralaması­nın tabii ki zirvesinde…

Elektrik Üretiminde Zirve ABD’nin
Jeotermal kaynaklardan elektrik üretimi için inşa edilen santrallar ise yeraltından elde edilen akışka­nın ısısına göre değişiyor. En ge­leneksel yöntem olan kuru buhar santralları 150 derece üstündeki jeotermal buharının türbinleri dön­dürmesi esasına dayalı. Türkiye’de kullanılan temel yöntem olan iki elemanlı (binary) çevrim santralla­rıysa, 80-170 derece arasındaki giriş sıcaklığında çalışıyor ve kaynama sıcaklığı daha düşük bir akışkanla birlikte kullanılıyor. Bugün dün­yada 24 ülkede jeotermal elektrik santralı faaliyet gösterirken üreti­len elektrik kapasitesi 12.600 MW’ı aşmış durumda ve 2020’de 21.400 MW’a ulaşması tahmin ediliyor: Bu güç yaklaşık 15 nükleer santrala denk geliyor.
Elektrik üretiminde açık ara zirve­de olan ülke ise, 3450 MW’lık ka­pasiteyle ABD. Kaliforniya’daki The Geysers Jeotermal Kompleksi, 19. yüzyıl ortalarında kaplıca olarak kullanılmaya başlanan ancak bu­gün dünyadaki en büyük jeotermal kurulum olan 78 kilometrekarelik devasa bir tesis. 1517 MW kurulum kapasiteli toplam 18 santraldan olu­şan tesis 900 MW aktif üretim ka­pasitesine sahip. ABD’yi Filipinler (1870 MW), Endonezya (1340 MW), Meksika (1017 MW) ve Yeni Zelan­da (1005 MW) takip ediyor. Yeni Zelanda’nın hemen arkasından ge­len İtalya ise Avrupa’da lider konu­munda. Aynı zamanda Avrupa’nın en büyük jeotermal tesisine sahip İtalya, 916 MW’lık kapasiteye sa­hip. Özellikle Kanarya Adaları ci­varında ciddi bir jeotermal enerji potansiyeline sahip olan ve henüz hiç jeotermal elektrik santralına sa­hip olmayan İspanya’da bu konuda ciddi adımlar atılması bekleniyor. Dünya sıralamasında 10. sırada bu­lunan Türkiye ise 2010-2015 arası 306 MW ile bu dönemde dünyada jeotermal elektrik kapasitesi en çok büyüyen ikinci ülke oldu.
Yine Dünya Bankası tahminlerine göre dünyada 40 ayrı ülke elekt­rik taleplerinin büyük bir kısmını jeotermal kaynaklardan karşıla­yabilecek. Bu doğrultuda özel bir Küresel Jeotermal Kalkınma Planı hazırlayan Dünya Bankası, araların­da Türkiye’nin de bulunduğu 11 ülkeye jeotermal yatırımı için son süreçte toplam 235 milyon dolar­lık fon sağladı.

Jeotermal Kapasitemiz Ne Durumda?
Türkiye bugün jeotermal elektrik yatırımları konusunda Avrupa’daki en aktif pazarlardan biri olarak gös­teriliyor. Açık ki Türkiye’yi bu konu­ma son yıllardaki performansı taşıdı. 2007’de 38 MW olan kapasite 2014 sonu itibarıyla 397 MW’a çıkarken, 2017’de 667 MW’a ulaşacağı tah­min ediliyor. TMMOB verilerine göreyse 30 Haziran 2015 itibarıyla 431,2 MW ile jeotermal enerji ülke­deki toplam kurulu gücün %0,6’sını oluşturuyor. 2015’in ilk altı ayında tüketilen toplam elektriğin %1,2’si (1,5 milyar kWh) jeotermal elektrik santrallarında üretildi.
İşte Türkiye’nin o çok bildik jeost­ratejik konumu, böyle bir kaynak imkânı sunuyor. Alpin orojenik sis­temine ait Alp-Himalaya kuşağının Doğu Akdeniz kesiminde yer alan Türkiye, hayli aktif bir tektonik böl­gede konumlanıyor. Ülke genelinde 2012 itibarıyla MTA (Maden Tetkik ve Arama) tarafından 225 jeotermal saha belirlenirken elektrik üretimi­ne yönelik faaliyetler sadece Büyük Menderes Havzası’nda yoğunlaşmış durumda. Jeotermal ısı konusun­daysa Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba­kanlığı tarafından Türkiye’nin po­tansiyeli 31.500 MWt olarak tahmin ediliyor. Bu miktar Jeotermal Vakfı verilerine göre Türkiye’yi jeotermal ısı potansiyeli açısından dünyada 7, Avrupa’da ise 5. sıraya yerleştiriyor.
Bugün Türkiye’de 16 ilde toplam 90 bin konut jeotermal enerji ile ısıtılırken, jeotermal akışkanlar se­racılık ve termal tesisler gibi çok farklı alanlarda da kullanılıyor. Örneğin Kırşehir Belediyesi’nin te­sislerinde kuru meyve üretilirken, Kızıldere’de faaliyet gösteren Al­manya merkezli Linde Gaz şirketi, suyun buharlaşmasından sonra or­taya çıkan karbondioksiti depolu­yor. Türkiye’nin sıvı karbondioksit ihtiyacının %70’ini karşılayan firma yılda üretilen 23 bin ton sıvı kar­bondioksitin %5’ini kuru buz olarak satıyor.
Esasında Türkiye, jeotermal ener­ji konusunda dünyada en erken harekete geçen ülkeler arasında. 1960’larda Kızıldere’de jeotermal sahasında başlayan çalışmalar so­nunda 1968’de jeotermal akışkan bulunmuştu bile. Yıllar sonra, ancak 1982’de kurulmaya başla­nan Kızıldere Jeotermal Santralı, 1984’te Türkiye’nin ilk, Avrupa’nın ikinci enerji santralı olarak işletme­ye alınmıştı. Bu erken adımın ar­dından uzun bir sessizlik dönemine girildi. Esas kırılma 2007 yılında yü­rürlüğe giren 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Su­lar Kanunu ile yaşandı. Öncesinde yürürlükteki tek yasal düzenleme 1923 yılındaki 927 sayılı kanundu ve bu da sadece kaplıca amaçlı kul­lanılan suları kapsamaktaydı. Yeni kanunla birlikte jeotermal santral­lar özel sektöre açıldı. Yatırımlar bundan önce az yatak kapasiteli ter­mal tesislerden ibaretken 2007 son­rasında beş yıldızlı oteller ve enerji santralları inşa edildi.

Potansiyelin Değerlendirilmesi İçin Belediyeler Çalışıyor
Bugün Türkiye’de 16 jeotermal enerji santralı faaliyet gösteriyor. Kızıldere santralında, Zorlu Doğal Elektrik Üretimi’nin 2008’de 30 yıllığına işletme hakkını almasının ardından 6 MW’a kadar düşen üre­tim kısa süre içerisinde 15 MW’a çıkartıldı. Kızıldere II santralında da 80 MW üretim yapılıyor. Dolayı­sıyla Kızıldere projesi kapsamında toplam 95 MW elektrik üretim ya­pılıyor.
Türkiye’deki en yüksek kapasi­teli jeotermal enerji santralı ise önemli bir finansman desteğiyle Güriş Holding’in alt kuruluşu Gür­mat Elektrik tarafından kuruldu. Türkiye’nin en büyük jeotermal elektrik santralı projesi olan Efe­ler Santralı için ticari bankalardan ve aralarında Avrupa Yeniden Ya­pılanma ve Kalkınma Bankası’nın (EBRD) bulunduğu yatırım banka­larından toplam 720 milyon dolar­lık kredi sağlandı. Toplam beş sant­raldan oluşan projede, geçtiğimiz Temmuz ayında dördüncü santralın faaliyete geçmesiyle kurulu güç 115 MW oldu. Dolayısıyla proje tek başı­na Türkiye’nin jeotermal enerji üre­timinin %25’ini karşılamaya başladı. 2017’de tamamlanmasıyla kurulu gücün 162,3 MW’a çıkması hedef­leniyor.
Öte yandan Türkiye’nin jeoter­mal hedeflerini gerçekleştirmek doğrultusunda faaliyet gösteren Jeotermal Kaynaklı Belediyeler Birliği’nin (JKBB) faaliyetlerinin de altının çizilmesi gerekir. Birlik, belediyelerin sınırları içinde kalan jeotermal potansiyeli değerlendir­mek ve jeotermal ile ilgili sorunla­rın çözümüne katkı vermek amacıyla kurulmuş. Her yıl en az üç kere düzenlenen seminer ve toplantılar­la, alanında uzman bilim insanları, belediye başkanları ve belediyelerde görevli teknik elemanları bilgilen­diriyor. JKBB’nin başkanlığını yü­rüten Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci, bu alanda öncü bir rol oynuyor.

Sağlık ve Çevre Açısından Tehlikeli mi?
Türkiye’deki jeotermal santrallar, üretim kapasitelerinin artışına pa­ralel olarak sağlık ve çevre odaklı tartışma ve sorunlarını da berabe­rinde getirdi. Özellikle santralların yoğunlaştığı Aydın’da tarımsal üre­time büyük zarar veren gelişmeler yaşandı. Peki, tanımı gereği çevre dostu, kirlilik karşıtı, sağlıklı ve sür­dürülebilir olması gereken bu enerji türü, doğal yaşam için bir tehdide nasıl dönüşebiliyor?
Yanıt, Türkiye için pek sürpriz değil: Denetim eksikliği. Yüksek ısıdaki akışkanlar, jeolojik ortam­lardan geçerken eriyebilen her mi­nerali içine alarak ilerler. Akışkan yüzeye çıktığında içinde siyanür, arsenik ve bor barındırabilir. Ve ka­nunen yeraltına reenjekte edilmesi gereken akışkanlar, kullanım son­rası derelere verildiğinde, bu mine­raller tarım için ölümcül bir sonuç doğurabilir; akıntılar tarım alanları­nın verimsizleşmesine neden olabi­lir. İTÜ Jeofizik Mühendisliği bölü­münden Prof. Dr. H. İlyas Çağlar bu konuda “Jeotermal kaynakların çevreye sıfır zararı olması beklenir. Ancak maliyetten kaçınmalar nede­niyle rezervuar bakımının, yani kul­lanılan akışkanın reenjeksiyonun yapılmayışı, bunun yerine kullanı­lan akışkanın doğaya salıverilmesi su kaynaklarımızın ve akarsularımı­zın kirlenmesine ve dolayısıyla zirai çalışmalarda bitkilerin olumsuz et­kilenmelerine sebep oluyor” diyor.
Ayrıca akıntıların kanserojen etkisi olup olmadığına dair dünya genelin­de ciddi araştırmalar ve tartışmalar sürdürülürken Aydın Valisi Erol Ayyıldız’ın “Jeotermal kanser yap­maz. Bunun aksini iddia edenlere herkes güler” sözleriyle kestirip atması, tartışmaları çıkmaza sürük­ledi. Öte yandan sondaj konusunda da gerekli tetkikler olmadan yapı­lan çalışmalar, yeraltındaki akış­kanın çok yüksek basınçla yüzeye çıkmasına, içindeki bütün zararlı minerallerle patlamalara neden ol­masına yol açıyor. Özellikle 2012’de Manisa’nın Alaşehir ilçesine bağlı Alkan köyünde art arda yaşanan patlamalar, buna örnek gösteriliyor.
Dahası mevcut yasadaki bir madde, suların reenjeksiyonu konusunda maliyeti nedeniyle buna yanaşma­yan firmalar için bir fırsata dönüşü­yor. Yasada “Çalışmalar reenjeksi­yonun mümkün olmadığı sonucunu veriyorsa… çevre kirlenmesini önle­yecek tedbirler alınarak deşarj yapı­lır” şeklinde yer alan ve suiistima­le açık olan bu madde, firmaların suları derelere bırakmasına imkan tanıyor.
Özellikle Türkiye’de olmak üze­re dünya genelinde jeotermal ısı ve jeotermal elektrik üretimi son yıllarda yüksek oranlarda arttı. 2005’te 9000 MW civarında olan dünyadaki toplam jeotermal elekt­rik kapasitesi, 2014 sonunda yak­laşık 13.000 MW’a çıktı. Bu mik­tarın 2020’de 17.600 MW olması bekleniyor. Türkiye’nin enerji kıtlı­ğına ciddi bir çözüm sunan jeoter­mal enerjide, son sekiz yılda hızlı adımlar atıldıysa da henüz tam potansiyele ulaşabilmek için gidile­cek uzun bir yol var. Ve bu yolda kaynakların verimli ve sürdürüle­bilir kullanılması, zararın asgariye indirilmesi için yapılması gereken yegâne şey var: Bütün dünyanın üzerinde mutabık kaldığı sondaj ve reenjeksiyon yöntemlerini, ya­salarda da tarif edildiği şekliyle kullanmak ve gerekli denetimleri yapmak.

Olası Sorunlar ve Çözümleri
Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Danışman, jeotermal enerjiyi “uyuyan ısı” olarak tanımlıyor. Jeotermal Kaynaklı Belediyeler Birliği (JKBB) kapsamında da faaliyetlerde bulunan ve “Milyarlarca yıldır kaybolmayan bu enerjinin sürdürülebilirliğini sağlayamazsak, geleceğe kalacakları mirasyedi gibi tüketmiş oluruz” diyen Danışman, yanlış kullanım ve denetimsizlik sonucu oluşabilecek zararları sıralıyor:

  •  Su, kullanımdan sonra reenjeksi­yon yapılmaz da, maliyet kaygısıyla derelere verilirse, içinde taşıdığı, bitkilerin ölümü anlamına gelen bor minerali de bu derelere karışır. Az miktarda olduğunda gübre olarak kullanılan bor, böyle bir dereden tarlasını sulayan çiftçi için bitkilerin ölümü demektir.
  •  Dere ve nehirlerdeki onlarca çeşit balık ya da diğer canlı çeşitleri de je­otermal akışkan sonucu ciddi tehdit altında kalır.
  •  Yağmur ve kar yağışı önemli oran­da azaldığı için reenjeksiyon yapıl­madığında yeraltındaki rezervlere su tekrar ulaşamaz, kaynakların ömrü çok kısalır.
  •  Özellikle ülkemizde yüzeyi oluş­turan kayaçların çok büyük bölümü kalsiyum karbonatlı kayalardır. Bu kayalar yeraltında da vardır. Sıcak su, içlerinden geçerken bu kayaları eritir. Eritince kayaların içindeki kal­siyumoksit ve karbondioksit ortaya çıkar. Bu gaz, türbinde tutulduğun­da metal yorgunluğuna yol açacağı için havaya bırakılabiliyor. Bu da cid­di bir karbon emisyonu oluşturuyor. Oysa separatörlerle sudan ayrıştırıl­dığında bu karbondioksit kârlı bir yatırıma dönüştürülebilir.
  •  Tekniğine uygun yapılmayan son­dajlar ölüm makinesi gibidir. Ucuza kaçıldığında, soğuk su sondajı gibi hareket edildiğinde, tencere kapağı gibi yeraltında kapalı kalan sıcak su, yüksek basınçla yukarı gelmeye başlıyor. Sondaj içinde gerekli teç­hizat kullanılmıyorsa, gelen yüksek basınçlı sıvı, gaz haline geçip patla­maya neden oluyor. Etrafa yayılan çamur ve mineraller hem tarımsal üretime ciddi zararlarda bulunuyor hem de tatlı suya karıştığında o suyu içilmez hale getiriyor. Ayrıca patla­mayı ve yeraltındaki sızıntıyı durdur­mak tekniğe uygun sondajdan çok daha maliyetli oluyor.

Jeotermal Enerji Üretimin Zirvesindeki 8 Ülke
ABD: Jeotermal enerjide açık ara dünya lideri olan ABD, son beş yılda kapasite artırımından hız kesmedi. 352 MW’lık artış elde eden ABD, 50 yıldan uzun süredir jeotermal ener­ji üretse de endüstrinin hâlâ gelişebileceğini kanıtlıyor. Doğrudan kullanım konusunda 1,4 milyon ısı pompası ülke ekonomisine büyük katkı sağlıyor.

Kenya: Türkiye ile birlikte dünya pazarının en hızlı gelişen jeotermal enerji üretimi ülkesi konumunda. 10 GW’lık po­tansiyelini kullanmak için özellikle Olkaria bölgesindeki je­otermal elektrik santrallarıyla büyük atılım yaptı 2010’dan bu ana kapasitesini 392 MW artırıp 594 MW’a ulaşarak bu sürede dünyadaki en büyük gelişimi sergiledi. Doğrudan kullanım kapasitesi ise 22,4 MWt.
İzlanda: Konutların %90’ı jeotermal ısı ile ısınırken ülke­nin enerji ihtiyacının %68’i, elektrik ihtiyacının %29’u je­otermalden karşılanıyor. Toplam kurulu kapasite 650 MW üzerinde. Son beş yılda kapasitesini %16 daha artırdı.
Filipinler: Son beş yılda çeşitli santralların sökümünden ötürü kapasitesi azalsa da, 1870 MW ile hâlâ dünyadaki en büyük ikinci kapasiteye sahip. Bu kapasite ülkedeki toplam elektrik gereksiniminin %14’ünü karşılıyor.
Endonezya: Jeotermalin doğrudan kullanımı ve elektrik üretimi konusunda uzun bir geçmişe sahip Endonezya’nın 1340 MW’lık enerji kapasitesi bulunuyor. Ayrıca %12 ile son beş yılda kapasitesini en çok artıran beşinci ülke.
Meksika: Devlet kurumu tarafından işletilen dört jeotermal alanda 1017 MW’lık enerji kapasitesiyle ülkenin elektrik üretiminin %2,4’ü karşılanıyor. Yeni düzenlemeler ve ulusal jeotermal inovasyon merkezinin kurulmasıyla, ülkede yakın zamanda büyük bir atılım bekleniyor.
Yeni Zelanda: Son beş yılda atılan adımlar sonucu jeoter­mal enerji kapasitesi sıralamasında İtalya’nın yerini ala­rak beşinciliğe yükselen Yeni Zelanda, elektrik ihtiyacının %75’ini yenilenebilir kaynaklardan sağlıyor; %16’sı ise1005 MW kapasitesi ile jeotermalden elde ediliyor. Ülkenin ikinci büyük kenti Christchurch’te 2010 ve 2011’deki depremle­rin ardından, ısıtma altyapısı yenilendi ve büyük oranda je­otermal kullanımına geçildi.
İtalya: Jeotermal elektrik üretiminin dünyada ilk yapıldığı ülke olan İtalya, 916 MW’lık kapasiteye sahip. Ülke çapında eski santrallar önemli yenilemelerden geçiyor. Isıtma konu­sunda Roma hamamlarıyla binlerce yıllık geçmişe sahip ül­kede, özellikle 2000 sonrasında ısı pompaları önemli ölçüde yaygınlaştı.
Kaynaklar: Dünya Jeotermal Kongresi 2015’te sunulan Jeotermal Enerji­nin Doğrudan Kullanımı ve Dünyada Jeotermal Enerji Üretimi raporları.

EkoIQ Editör