Küresel İklim Değişikliğinin, ekonomik, sosyal ve çevresel sorunlara bağlı olarak demografik problemlere de yolaçtığı giderek daha açık bir gerçek haline geliyor. İlk defa 1976 yılında Lester Brown’ın bir makalesinde telaffuz edilen Ekolojik Mülteciliğin, önümüzdeki dönemde çok daha fazla gündeme geleceğinden şüpheniz olmasın.
Yazı: Onur İNAL
Kendi iradesi dışında vatanından ayrılıp yollara düşen insanlarla karşılaştınız mı hiç? Ailelerinden ayrılmak ve topraklarından sökülmek zorunda bırakılan, oradan oraya savrulan, diline, dinine, kültürüne yabancı diyarlarda başını sokabilecek bir çatı arayanlarla… Çoğu zaman, televizyon haberlerinde Afgan, Iraklı, Somalili, Pakistanlı “yasadışı göçmen” olarak görüyoruz onları. Bazen bir kamyonun kasasında, bazense bir şişme botun içinde Türkiye’den Avrupa’ya gitmeye çalışırken yakalandıklarını işitiyoruz. Ama onlar aslında ne “yasadışı”, ne de “göçmen”. Onlar, hayatlarını kurtarmak ve özgürlüklerini korumak için evlerini terk eden, yurtsuz, kimliksiz ve kimsesiz yaşamak zorunda bırakılan insanlar. Onlar, geçim kaynakları ve temel hakları olmayan dayanılmaz bir hayatın gölgesinde yaşamaya, hatta ölüme mahkûm edilen insanlar. Onlar, “mülteciler”… Ülkelerarası, kabilelerarası veya gruplar arası savaşlardan, zulümlerden ve katliamlardan kaçan insanlar olarak mültecileri az veya çok biliyoruz. Peki ya “ekolojik mülteciler”i ne kadar tanıyoruz?
1951 tarihli Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde mülteci (veya sığınmacı) “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen şahıs” olarak tanımlanıyor. Sözleşmeye 1967 yılında eklenen protokolle bu tanım daha da genişletilmiş ve kendi ülkelerinde “savaş ve şiddetten” kaçan insanlar da mülteci olarak kabul edilmiş. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi de sığınma hakkını “Herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınmacı ve bu ülkelerce sığınmacı işlemi görme hakkı vardır” şeklinde tanımlıyor.
“Ekolojik mülteci” ise, kuraklık, kıtlık, çölleşme, sel baskını, deprem, tsunami gibi ani veya uzun süreli çevresel felaketlerin yaşamlarını, ekolojilerini veya ekonomilerini tehlike altında bıraktığı ve bu nedenle yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan insanları tanımlamak için kullanılıyor. Kısacası ekolojik mülteciler, hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları doğal kaynaklar yok olduğu veya büyük ölçüde zarar gördüğü için başka bir bölgeye veya ülkeye sığınmak zorunda kalan insanlar. İlk defa 1976 yılında Lester Brown’ın bir makalesinde telaffuz edilen ekolojik mülteci kavramının kesin bir tanımı halen yapılmış değil. “İklim göçmeni”, “iklim değişikliği mültecisi”, “felaket mültecisi”, “eko-mülteci” veya “çevresel mülteci” gibi kavramlar da ekolojik mültecileri tanımlamakta kullanılıyor. Bu kavramlar arasındaki nüanslardan daha önemli bir şey varsa o da özündeki ortak nokta. Tüm bu kavramlar tek bir toplumsal ve insani soruna işaret ediyor: Çevresel faktörler ve insan göçü arasındaki belirgin bir ilişkinin varlığı ve bu ilişkinin mülteci hukukunun kapsamının genişletilmesinde bir zemin oluşturması. Yukarıda da belirtildiği üzere, mevcut uluslararası hukukta “mülteci” olma koşulu, yaşanılan coğrafyada “savaş, baskı, zulüm ve şiddet”in varlığıyla ilişkilendiriliyor. Gerek 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, gerekse çeşitli uluslararası ve yerel sözleşmelerde çevresel ve doğal felaketlere bağlı olarak başka bölge veya ülkelere sığınmak zorunda kalan insanlar hukuki güvence altına alınmıyor.
Sadece Asya ve Pasifik’te 42 Milyon İnsan
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) ise, ekolojik mülteciler için şu tanımı uygun görüyor: “Ekolojik mülteciler, ani veya gitgide artan çevresel koşullar sonucunda yaşamları veya yaşam koşulları kötü bir şekilde etkilenen; bunun neticesinde daimi yerleşimlerini bir süreliğine veya sürekli olarak terk etmek zorunda kalan veya bırakılan; aynı ülke içerisinde veya başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan kişiler veya gruplardır.” Uluslararası Göç Örgütü’nün bu tanımlamasıyla ekolojik mültecilerin sadece çevresel felaketler sonucunda yerlerinden edilmiş insanlar olmadığı, kötüleşen ekolojik koşulların göçü tetiklediği ve bu tetiklenen göçün sınırlarının ve süresinin olmadığına vurgu yapılıyor.
Ekolojik mülteciler deyince akla ilk gelen bölgeler Güney ve Güneydoğu Asya ile Pasifik. Bu bölgelerde yaşayan insanları göçe zorlayan çevresel felaketlerden en önemlileri, birkaç yıl önce çok geniş bir alanı etkileyen tsunami faciasının yanı sıra, Maldivler ve Kiribati gibi ada ülkelerini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan küresel ısınmaya bağlı deniz seviyesi yükselmesi, Sri Lanka, Bangladeş ve Tayland’ı etkileyen kasırga ve sel baskınları.
Uluslararası Yerinden Edilen İnsanları Gözleme Merkezi (IDMC) verilerine göre, 2010 ve 2011 yıllarında sadece Asya ve Pasifik’te 42 milyondan fazla insan çevresel değişimler ve felaketler neticesinde yaşadıkları yeri terketmek zorunda kaldı. Yerlerinden olan insanların büyük bir kısmı koşulların normalleşmesinin ardından yurtlarına dönerken bir kısmı yaşamlarını başka bölgelerde veya ülkelerde sürdürmek zorunda kaldı. Bu bir “kısım” insanın sayısının ne olduğu ise bilinmiyor. Ekolojik mültecilerin kaynağı olan bir diğer coğrafya ise Orta ve Kuzey Afrika. Özelikle çölleşme, kuraklık ve açlık neticesinde Etiyopya, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Nijer ve Libya gibi Afrika ülkelerinden binlerce, hatta milyonlarca insan başka topraklara iltica ediyor.
Peki, ekolojik mültecilerin yerlerinden, yurtlarından olmasında tek suçlu doğa mı? Geri kalmışlığın, eksik kalkınmanın, sosyal adaletsizliğin ve dengesizliğin hiç mi suçu yok? Ekolojik mültecilerin büyük bir çoğunlukla Afrika, Asya ve Pasifik’ten olmaları tesadüf mü? Asya Kalkınma Bankası’nın (ADB) geçtiğimiz aylarda yayınladığı bir rapora göre iklim değişikliği sonucu gerçekleşen zorunlu göç vakalarında ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişlik seviyesi önemli bir rol oynuyor. Raporda çevresel afetlerin körüklediği göçün önüne geçilebilmesi için devletlerin sosyal kalkınmaya ve adalete yatırım yapmaları, temel kentsel altyapıyı oluşturmalarına özen göstermeleri ve afet yönetimi konusunda dikkatli olmaları tavsiye ediliyor. Sonuç olarak, ekolojik mülteciler, dünyanın en zayıf halkasına sahip bölgelerden, yani ekolojinin kırılgan ve ekonominin zayıf olduğu, fakirliğin ve azgelişmişliğin hâkim olduğu üçüncü dünya ülkelerinden geliyor. Bunun önüne geçilmesi için de hem doğaya saygı duyulması hem de fakirliğin, azgelişmişliğin, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin önüne geçilmesi gerekiyor.
Her sene olduğu gibi bu sene de 20 Haziran Dünya Mülteci Günü kutlanacak. Bu anlamlı günde, dünyanın başka köşelerinde bizimle aynı oksijeni soluyan binlerce insanın evsiz, yurtsuz, doğal kaynaksız birer ekolojik mülteci olarak yaşamakta olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım. Tabiatın, hukukun ve sistemin unuttuğu, ölüme mahkûm ettiği insanlar biz unutmayalım.
20 Haziran Dünya Mülteci Günü
Her sene 20 Haziran’da kutlanan “Dünya Mülteci Günü”nde dünya çapında mülteci olarak yaşamını sürdüren milyonlarca insanın yaşam mücadelesine dikkat çekiliyor ve mülteciler konusunda kamuoyunun daha bilinçli hareket etmesi için çağrı yapılıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Sözleşmesi’nin 50. yılı olan 2001 yılından itibaren kutlanmaya başlanan Dünya Mülteciler Günü’nde dünya çapında 100’den fazla ülkede düzenlenen etkinliklerle milyonlarca kişi mültecilerin sorunlarının çözülmesi ve ait oldukları topraklarda insanca yaşayabilmeleri için seslerini yükseltiyor.
EKOIQ Dergisi Haziran 2012 Sayı: 18