#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Yaşlı Dünyamız Kapitalistlerden Büyüktür! Mücadeleci Bir Bilim İnsanı: C. C. Patterson

Yanlış yöntemlere dayanan ve bilinçli biçimde çarpıtılan sonuçlar sebebiyle, Dünya Sağlık Örgütü de, son 20 yılda insan vücudundaki kurşun düzeyinde kayda değer bir artış olmadığını dile getiriyordu. Patterson, tamamen dışlanmış, yalnızlaştırılmış ve tüm maddi olanaklardan alıkonulmuştu. Ancak kapitalist devlerin karşısında bu defa onları yola getirmeyi ilke edinmiş bir Don Kişot vardı.

Ömer MIZRAK, [email protected]

Eğitim hayatımızın görece erken bir döneminde, Dünya’nın yaşının, içinde bulunduğumuz yıl ile aynı olmadığını keşfettiğimiz büyüleyici bir an vardır. Öğretmen genellikle tahtaya bir sayı doğrusu çizer, ortasına sıfır (0), sağ tarafındaki bir noktaya ise bulunduğumuz yılı yazar. Buraya kadar her şey bildiğimiz gibidir. Fakat sayı doğrusunun soluna baş-ka sayılar yazmaya başladığında işler karışır. İçinde bulunduğumuz yılın, keyfi bir şekilde başlatılan bir tarihten bu zamana kadar geçen süre olduğunu, ondan öncesinin ise “milattan önce” (M.Ö.) olarak adlandırıldığını öğreniriz. Ancak hikaye burada bitmez. Örneğin öğretmen M.Ö. 3000’li yıllardan bahsetmeye başladığında Dünya’nın sandığımızdan çok daha uzun zamandır var olduğunu, içinde bulunduğumuz yılın ise geçmişe kıyasla oldukça kısa olduğunu anlarız. Peki, ne kadar kısa? Sayı doğrusu, yani Dünya’nın tarihi nerede başlar? 50 bin yıl mı, 100 bin yıl mı, sonsuz mu? İşte bu sorular, 17. yüzyılın başlarında İrlanda Başpiskoposu James Ussher’ın da en çok merak ettiği sorulardı. Ussher, birçok alanda araştırma yapabilen yetkin bir düşünürdü. Kilise babalarının metinlerinden antik takvimlere; Pers, Grek ve Roma tarihinden astronomiye kadar bildiği tüm alanları tek bir sorunun hizmetine koşmuştu: “Dünya ne zaman yaratıldı?” Nihayet 1654 yılında Ussher’ın yıllar alan çalışmaları sonuçlandı ve Dünya’nın M.Ö. 22 Ekim 4004’te bir gece vakti yaratıldığını buldu. Bu tarih, bugün bize komik gelse de Ussher, bulduğu tarihten emindi. Zira hesaplamaları özellikle Eski Ahit yıllıklarına dayanıyordu ve orada geçen tüm olayların (Süleyman’ın tapınağının inşası vb.) zamanını tutarlı bir şekilde açıklıyordu. Ancak Ussher’ın bulduğu tarih, Dünya’nın gerçek yaşına kıyasla yok denecek kadar azdı ve bunun bilinmesi için uzun yıllar geçmesi gerekecekti.

Neyse ki 1922 yılında ABD’nin Iowa eyaletinde bir posta memurunun çocuğu olarak dünyaya gelen Clair Cameron Patterson’ın da en fazla merak ettiği sorulardan biri Dünya’nın yaşıydı ve Ussher’dan bu yana aynı soruyu merak eden onlarca bilim insanı, cevap için gerekli altyapıyı hazırlamıştı. Örneğin Ernest Rutherford ve Frederick Soddy, radyoaktif elementlerin spesifik bir zaman aralığında başka bir elemente dönüştüğünü keşfetmiş ve bunu da “yarılanma ömrü” olarak isimlendirmişlerdi. Arthur Holmes ise yarılanma ömründen hareketle kayaçların yaşının hesaplanabileceğini düşünmüş ve uranyum (Ur) elementinin kurşun (Pb) elementine bozunmasının referans alınabileceğini göstermişti. Son olarak kurşun konusunda uzmanlaşmış Patterson’ın hocası Harrison Brown, çağının en iyi uranyum uzmanlarından George Tilton’la onu bir araya getirdiğinde cevaba ulaşmak an meselesiydi.

Brown ve ekibi, yaş hesaplamasında Dünya’da bulunan eski kayaçlar yerine meteorları kullanmayı tercih etti. Çünkü meteorlar, Dünya’yla aynı zamanda oluşan Güneş sisteminin el değmemiş kalıntılarıydı. Dolayısıyla bu meteorların elimizde bulunan parçalarının (göktaşı) yaşı tespit edildiğinde, Dünya’nın yaşı da bulunabilecekti. Hesaplamalar için Canyon Diablo meteoritini kullanan ekip, ilk denemelerde düzgün sonuçlara ulaşamadı. Çünkü çevresel etkilerden dolayı örneklere ve malzemelere bulaşan kurşun, hesaplamaları ciddi biçimde etkiliyor ve tutarlı sonuçlar elde edilmesini engelliyordu.

Brown’un Atom Enerjisi Komisyonu’ndan (AEC) hibe almayı başarması üzerine Patterson, Caltech’te yeni bir laboratuvar kurdu. Araç-gereçlere kurşun bulaşmasını engellemek için tüm malzemeleri asitle temizleyen, tüm kimyasalları damıtan Patterson, böylelikle bugün yaygın biçimde kullanılan ilk temiz odayı (cleanroom) da oluşturmuş oldu. Sonunda tüm bu özenli ve sıkı çalışma meyvesini verdi ve Patterson, 1956 yılında yayımladığı “Meteorların ve Dünya’nın Yaşımakalesinde Dünya’nın yaşını 70 milyon yıl hata payıyla, 4,55 milyar yıl olarak hesapladı. Şüphesiz bu süre, insanların tahmin ettiğinin çok ötesindeydi ve uzun zamandır merak edilen sorunun cevabı da kendi kadar büyüleyiciydi: 4.550.000.000 yıl…

Petrol Devlerinin Yarattığı Dezenformasyonla Mücadele

Patterson, büyük keşfi mümkün kılan ölçüm sürecine odaklandığında onu tedirgin eden bazı düşüncelerden kurtulamıyordu. Ölçüm sonuçlarının tutarlı olması için neden bir temiz oda gerekmişti? Atmosferde bulunan kurşun düzeyi ne kadar yüksekti ki, çalışma sonuçlarını ciddi biçimde etkiliyordu? Çağdaşı, Robert A. Kehoe gibi toksikoloji uzmanlarının atmosferde bulunan kurşun düzeyinin insana zarar verecek seviyeden çok çok daha düşük olduğuna dair tezleri ne kadar doğruydu? Ve eğer bu tezler doğru değilse havada, suda, toprakta dolayısıyla insan vücudunda biriken kurşun günden güne herkesi zehirliyor muydu? Tüm bu sorulara cevap bulmak isteyen Patterson, sonradan baş düşmanı haline gelecek Amerikan Petrol Enstitüsü’nden (API) aldığı fonla okyanusları incelemeye başladı. Zira okyanusların tabanı ve yüzeyi arasındaki kurşun oranındaki farklılık, geçmişten bugüne kadar gerçekleşen kurşun salımını hesaplamak için iyi bir gösterge olacaktı.

Sonuçlar Patterson’ın korktuğu gibiydi: Okyanusların yüzeyinde derinlere kıyasla çok daha fazla kurşun bulunuyordu. Yani endüstrinin emrindeki uzmanların iddia ettikleri gibi dünyada “doğal olarak” bulunan bu elementin bize zarar veremeyecek, eser miktarda bulunduğu tezi doğru değildi. Aksine birçok Amerikalının kanındaki kurşun seviyesi, normalden 100 kat daha fazlaydı. Patterson, elde ettiği bu bulguları 1965 yılında yayımladığı “İnsanoğlunun Doğal ve Kurşunla Kirletilmiş Yaşam Alanları” adlı makalesinde dile getirdiğinde kurşunlu benzin üreten petrol devlerini de karşısına almış oldu.

Aslında kurşunun zararları uzun zamandan beri biliniyordu. Romalıların yaygın bir şekilde hamamların su tesisatında, pişirme kaplarında ve şarabı tatlandırmak için kullandıkları kurşunun, imparatorluğun çöküşünde önemli bir faktör olduğu birçok tarihçi tarafından savunuluyor. Yine boyalarda renk verici bir madde olarak da kullanılan kurşunun, birçok ressamın zehirlenmesine sebep olduğu da bilinen bir gerçek. Örneğin Francisco Goya’nın son dönemlerinde beyin iltihabına bağlı mental çöküşünde, resimlerinde kullandığı “kurşun beyazının” büyük etkisi olduğu biliniyor. Fakat uzun zaman boyunca yalnızca belirli topluluk ve meslek gruplarında görülen kurşun zehirlenmesi, kurşunun endüstriyel alanlarda seri biçimde üretilmesi sonucu giderek yaygın hale geldi. 1920’lerde Delaware ve New Jersey’deki fabrikalarda kurşun işleyen işçilerin halüsinasyon görerek veya akıl sağlığını tümden yitirerek pencereden atladığına dair raporlar hem olayın vahametini hem de yetkililerin bu konudaki duyarsızlığını göstermesi açısından önemlidir. Yani Patterson, kurşun salımı üzerinde çalışmalar yaptığında, kurşunun zararlı olduğu zaten biliniyor ve aksi bir görüş ileri sürülmüyordu. Savunmalar daha ziyade atmosfere salınan kurşun miktarının zehirlenmeye sebep olamayacak düzeyde düşük olduğu tezine dayanıyordu. Ancak Patterson, yayımladığı makalede durumun böyle olmadığını göstermişti.

Olay yaratan makaleden sonra, kurşunlu benzin satan petrol şirketleri Patterson’a cephe aldı ve onu mali desteklerini kesmekle tehdit etti. FredPearce tarafından “tek kişilik bir çevre felaketi” olarak tanımlanan ve kurşunlu benzinin üretiminde kullanılan tetraetil-kurşun üreticisi Thomas Midgley Jr. ve onun kurduğu Ethyl Corporation’da çalıştırılan endüstriyel toksikoloji uzmanı Robert A. Kehoe, Patterson’a savaş açanların başında geliyordu. Kehoe, kurşuna “uzun süre” maruz kalmayan işçiler ile Meksikalı çiftçileri referans kabul ederek yaptığı çalışmalarda ortada görünür bir fark olmadığını öne sürüyor ve Patterson’ı “ayaktakımını kışkırtan” bir “bağnaz” olmakla suçluyordu. Halbuki Patterson, referans kabul edeceğimiz değerin çağımızda yaşayan insanlar olamayacağını öne sürüyor ve 1600 yıllık Perulu insan fosilinden elde ettiği değerler ile günümüz insanının vücudundaki kurşun düzeyini kıyaslıyordu. Patterson’ın çalışmaları her ne kadar daha nitelikli ve kesin sonuçlar sunsa da, sesi duyulmuyordu. Zira petrol devlerinin paraları çok ve bağlantıları güçlüydü.

Kullanılan siyasi bağlantılar ve yayılan dezenformasyon sonucu Patterson’ın, görece bağımsız Amerika Birleşik Devletleri Halk Sağlığı Hizmeti de dahil olmak üzere birçok kurumla anlaşması feshedildi. Kurşun elementi konusunda dünyadaki en saygın bilim insanlarından biri olmasına rağmen Ulusal Araştırma Konseyi’nin (NRC) atmosferik kurşun kirliliği panelinden çıkarıldı. Yanlış yöntemlere dayanan ve bilinçli biçimde çarpıtılan sonuçlar sebebiyle, Dünya Sağlık Örgütü de, son 20 yılda insan vücudundaki kurşun düzeyinde kayda değer bir artış olmadığını dile getiriyordu. Patterson, tamamen dışlanmış, yalnızlaştırılmış ve tüm maddi olanaklardan alıkonulmuştu. Ancak kapitalist devlerin karşısında bu defa onları yola getirmeyi ilke edinmiş bir Don Kişot vardı.

Patterson pes etmedi. Atom Enerjisi Komisyonu (AEC) gibi bağımsız kuruluşlara başvurdu ve buralardan aldığı maddi destekle çalışmalarına devam etti. Fosillerden balıklara, yiyeceklerden soluduğumuz havaya kadar birçok maddede kurşunun izini süren Patterson, hepsinde de aynı sonuçla karşılaştı: Çevreye yayılan kurşun miktarı olağanüstü düzeyde artış göstermişti. Bir yandan ilkeli yöneticiler ile bağlantı kurmaya çalışırken diğer yandan kimsenin reddedemeyeceği kanıtlar bulmak için uğraşan Patterson, nihayet 1965 yılında Senatör Muskie’nin dikkatini çekmeyi başardı. Onun aracılığıyla katıldığı toplantılarda çoğu yetkilinin “doğal” ve kendi çağının “normal” kabul ettiği kurşun seviyesi arasındaki farkı anlayamadığını ve halk sağlığını temsil eden kurumların kurşun üreticisi firmalarla işbirliği içerisinde çalışmasının yanlış olduğunu savundu. Ancak petrol devlerine asıl darbeyi, 1970 yılında Grönland ve Antarktika’daki buzullarda yaptığı çalışma ile vurdu.

Kutup buzulları, her yıl yeniden yağan karla birlikte geçmişi korunaklı bir şekilde muhafaza eden yıllıklardır. Buzul delinerek derinlere doğru inildiğinde, bir nevi zaman makinesi gibi, binyıllar öncesinde neler olduğu; hangi canlıların yaşadığı veya atmosferin bileşimi gibi birçok bilgiye ulaşılabilir. İşte bu net gerçeklikten yola çıkan Patterson, Grönland’daki günümüz buzulunun Sanayi Devrimi öncesine kıyasla 100 kat daha fazla kurşun barındırdığını ortaya koydu. Bu oran, sanayi faaliyetlerinin neredeyse sıfır olduğu Güney Yarımküre’de bulunan Antarktika’da ise 10 kattı. Sonuçlar oldukça açıktı: Atmosferdeki kurşun düzeyi binlerce yıl sabit kalmışken özellikle kurşun üretiminin endüstrileştiği 1923 yılından itibaren hızlı bir şekilde artıyordu ve atmosferdeki hava hareketleriyle dünyanın tamamına yayılıyordu.

Durumun vahametini açık biçimde gören senatör Muskie, aynı yıl Temiz Hava Yasası’nın oy birliğiyle geçmesini sağlayarak, kurşun devlerine ilk kurşunu sıkmış oldu. 1973 yılında benzindeki kurşun miktarı azaltılmaya başlandı ve kademeli olarak konserve, su borusu ve boyalarda kurşun bulundurulması yasaklandı. 1987 yılına gelindiğinde, ABD’de artık benzin katkı maddesi olarak kurşun kullanılmıyordu. Bu tedbirler sayesinde 1978 ile 1991 yılları arasında çocuklarda bulunan kurşun, %76 oranında azalmış, yel değirmenleri kaybetmiş ve insanlık ideallerinin temsilcisi Patterson kazanmıştı.

Bilimsel Keşiften Bilim Etiğine

Patterson, gerek çalışmalardaki yaratıcılığı gerekse dezenformasyonla mücadele kararlılığı ile örnek bir bilim insanı olmuş, Dünya’nın yaşı keşfiyle de çoğu bilim insanının hayatı boyunca elde edemeyeceği başarıyı genç yaşta (31) elde etmişti. 1995 yılında hayata gözlerini yumduğunda Hugh P. Taylor, onun çalışmalarını “jeokimya alanındaki en dikkate değer başarılardan biri” olarak yorumlamıştı. Ancak o hiçbir zaman bunu, yalnızca kendi hanesine yazılacak bir kazanım olarak görmedi. Zira tıpkı Newton gibi “uzakları görme” yetisinin “omuzlarında yükseldiği devler” sayesinde olduğunu biliyordu. Yazmayı planladığı Historical Changes in Integrity and Worth of Scientific Knowledge eserinin önsözünde bu durumu şöyle anlatır:

“Gerçek bilimsel keşif, beyni böyle anlarda dünyaya muzaffer bir şekilde şöyle haykırmaktan alıkoyar: ‘Bakın ne yaptım! Şimdi itibar ve servetin meyvelerini toplayacağım!’.

Aksine böyle bir keşif beyni içgüdüsel olarak, bilimsel düşüncenin kutsal ama yalnız mabedinde başka kimsenin duyamayacağı bir sesle ‘BİZ yaptık!’ diye gürlemeye zorlar”.

Patterson, bilimsel bilginin birikimli bir şekilde ilerlediğinin ve kendinin de diğer bilim insanları sayesinde bu sürecin bir parçası haline geldiğinin bilincindeydi. İşte bu bilinç, Patterson’ın tarifiyle “narsist veya bireyci” değil, “muazzam bir toplumsal derinliğe sahipti” ve nesiller boyu süren bir bilimsel inşa sürecinin bilim insanının omuzlarına yüklediği sorumlulukla şekillenmişti. Üstelik Patterson’a göre bilim insanının üstlendiği tek sorumluluk da bu değildi. Bir entelektüel olarak bilim insanı, hem bilimsel verileri tarih, felsefe, sanat, din ve eğitim gibi farklı alanlara nasıl uyarlayacağı üzerinde düşünmeli hem de içinde yaşadığı toplum ve çevrenin daha iyiye gitmesi için çaba harcamalıydı.

Patterson’ı bilim etiği konusunda fikirler öne süren birçok bilim insanından ayıran en önemli nokta, onun bu ilkeleri uygulama konusunda gösterdiği kararlılıktı. Özellikle kurşun elementinin insan sağlığına verdiği zararları önlemek için giriştiği mücadeleler, onu bilim etiğinin canlı bir temsili konumuna taşıdı, kendisinden sonra gelen onlarca halk sağlığı uzmanı için de ilham verici bir öncü kıldı. Dünya’nın kaç yıldır var olduğunu bulan bu alçakgönüllü dahi, kapitalistlerin kâr hırsıyla bünyemize dahil ettiği zehri ifşa ederek tüm insanların yaşamına sayısız yıl ekledi.

Bu yazı, ekoIQ’nun 112. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.

Ömer Mızrak