“Her yere yetişilir; hiçbir şeye geç kalınmaz” diye yazmıştı bir keresinde, Türk şiirinin ustalarından Edip Cansever. Öyle mi bilinmez ama “hız”ın sorgusuz sualsiz iyi bir şey olduğunu da söylemek pek doğru olmaz herhalde. 1999 yılında temelleri atılan ve bugün 120’den fazla üyeye kavuşan Cittaslovv, Yavaş Şehirler Hareketi de bu noktadan hareket ederek eski hayat tarzının olumlu yanlarına vurgu yapıyor. Birliğin son üyesi ise Türkiye’den: Seferihisar.
Yazı: Berna KARAL
İnsanlığın buhar gücüyle tetiklenen hız zaafı artan bir ivmeyle büyüyerek 21. yüzyılın ilk on yılma vardı. İnsanlığın adımları her alanda durmadan hızlandı. Ama artık kendi yarattığımız hıza kendimiz yetişemiyoruz. Yaşam koşar adım ilerlerken tökezleme korkusu ve geri kalma endişesi gündelik hayatımıza eşlik ediyor. Ve içimizde bir yerlerden yükselen bir ses “Dur hele, bir soluklan” diyor. Peki, bu sesi dinliyor muyuz? Evet, dinleyenler var dünyanın dört bir yanında. Ve sayılan hiç de az değil.
Artık vitesi düşürmek gerektiğine inanan bir grup insan 1999 yılında İtalya’da “CittasIow” (Yavaş Şehir) hareketini başlattı. Kelime İtalyancada şehir anlamına gelen ‘citta’ ve İngilizce’de yavaş anlamına gelen ‘slow’ kelimelerinden oluşuyor. Aslında bu hareketin kökleri bu tarihten 13 yıl öncesinde ortaya çıkan bir başka girişime, “Fast Food”a nazire yapan ismiyle “Slow Food” yani “Yavaş Yemek”e dayanıyor.
Midemiz doluyor; ya ruhumuz?
Günlerden bir gün Roma’daki meşhur tarihi İspanyol Merdivenlerinin hemen yanma Mc Donald’s açılınca İtalyan gazeteci ve aktivist Carlos Petrini’nin sabrı taşmış ve dünyayı saran fast food (hızlı yemek) dalgasına karşı savaşmak için 1986’da bir eko-gastro-nomi grubu kurarak Yavaş Yemek Hareketini başlatmış. Carlos Petrini’nin yayınladığı manifestodan bir parça şöyle: “Hepimiz hızın esiri olduk ve sinsi bir virüse yenildik; hızlı yaşam alışkanlıklarımızı bozuyor, evlerimizi istila ediyor ve bizi fast food yememiz için zorluyor.” Özetle belirtmek gerekirse; midemiz hızla dolarken ruhumuz yavaş yavaş boşalıyor. Petrini’nin sözleri tabii ki sadece McDonalds’a karşı değil. O aslında insana nefes aldırmayan şöyle rahat ve keyifli bir yemek yedirtmeyen, lokmaları boğazına dizen dünyaya isyan etmiş. Petrini’nin başlattığı yavaş yemek hareketi adının aksine oldukça hızlı bir biçimde yayılmış. Bugün 122 ülkeden 80 binin üzerinde katılımcısı var. Üstelik McDonalds’m anavatanı olan Kuzey Amerika’da bu harekete bağlı 90’ın üzerinde küçük yerel grup var.
1999 yılında İtalya’daki Orvieto’da yapılan toplantıda aynı kafadaki 30 kadar kentin belediyeleri bu hareketi bir adım daha ilerleriye, kent yaşamının her alanına taşımaya karar vermişler. Positano, Chiavenna, Orvieto ve Bra kentlerinin belediyeleri bir birlik oluşturarak işe başlamışlar. “CittasIow” ve “slowfood” hareketlerinin tatlı hayatın (la dölce vita) anavatanı İtalya’da doğması pek şaşırtıcı bir durum değil belki ama hareketin yayılma hızına bakılınca anlaşılıyor ki; dünyanın her yerinde hızlı yaşamdan muzdarip kentler yavaşlamak için can atıyormuş. İtalya’da dört küçük kentin belediyesiyle başlayan hareket bugün dünya çapında 18 ülkede 120’nin üzerinde şehrin üyeliğiyle gittikçe büyüyor. Birliğin logosu turuncu bir salyangoz ve sırtında tarihi ve modern binalardan oluşan bir figür taşıyor. Bu salyangozu alabilmek ve özel ve kamusal alanda kullanma hakkına sahip olmak ise kolay bir iş değil.
Ağır ağır gitmek lazım bu yolda
Aslında “CittasIow” hareketinin temelinde yatan felsefeyi anlamak bütün şehirlerin vizyonunu genişletebilir. Bu felsefeye göre iyi yaşam, insanların kendi şehirlerinde kolay ve hoş bir hayat sürmelerini temel alıyor. Bu, şehri ziyarete gelenler için de geçerli tabii. Yavaş yaşamayı Latince bir deyiş olan “festina Iente” yani “yavaş telaş” özetliyor. Geçmişin faydalı bilgilerini ararken şimdiki zamanın ve geleceğin en iyi olanaklarından da yararlanmak ana ilke. Bu tavır beraberinde teknolojik fırsatları, iletişim, ulaşım, üretim ve satıştaki modern olanakları da beraberinde getiriyor. Yani yavaş bir şehirde yaşamak veya onu yönetmek, günün trendlerinin peşinden koşmak yerine kendine has sıradan bir yaşam şekli demek. Bu; daha az kâr getiren ama kesinlikle daha insani, çevresel olarak daha doğru ve şimdiye ve geleceğe daha duyarlı nesiller anlamına geliyor. Proje zaten, gittikçe bir örnekleşen dünyamızdaki şahsına münhasır, küçük ve gerçek karelerin güzelliğini kaybetmemeyi, onları gözetmeyi amaçlıyor.
İşte, Birliğe başvurmak isteyecek kentlere sunulan “CittasIow”‘un manifestosundan bir bölüm:
“Daha iyi bir yaşam için yavaşlayın: İnsanların hâlâ eski zamanlara ilgi duydukları, tiyatroları, meydanları, kafeleri, atölyeleri, lokantaları ve ruhani yerlere sahip; el değmemiş manzaraları, etkileyici zanaatkarları olan ve insanların hâlâ mevsimlerin usul usul geçişini, kendine has lezzetlerini ve olağan geleneklerini fark edebildikleri kentler arıyoruz.”
Birlik ilk toplantısında hazırlanan tüzüğünde küreselleşmeyi şöyle tanımlıyor: “Küreselleşme büyük fırsatlar ve yayılma vaat eden bir fenomen fakat bu esnada farklılıkları ortadan kaldırmaya ve tekil gerçekliklerin kendine has özelliklerini örtmeye meylediyor. Kısaca kimseye ait olmayan ortalama bir model sunarken kaçınılmaz olarak vasatığı besliyor. Fakat her şeye rağmen alternatif çözümleri elde etmeye ve mükemmelliği bulup yaymaya meyilli yeni gelişen bir talep var. Bunu kalburüstü bir fenomen olarak değil daha ziyade kültürel, tam da bu sebeple yaşama dair evrensel bir gerçek olarak görmek lazım.”
Elveda homojen dünyanın hız şeridi
Kentteki yaşam kalitesini yükseltirken kentin kendisini gözeterek farklı gelişim yöntemleri uygulanması “yavaş şehir” fikrinin temelini oluşturuyor. Bizim kentimiz de “yavaş” diyebilmekse öyle kolay bir iş değil. Birlik “Cittaslow” hareketine katılabilecek kentleri kendi tayin ediyor. Bu amaçla geliştirdiği ve üye olacak kentlerin uyması ve anlaması gereken bir manifestosu ve imzalanması gereken bir sözleşmesi var.
Harekete katılabilmek için tabii ki sadece hıza karşı olmak yetmiyor. Birlik katılmak isteyen kentlere hazırladığı ayrıntılı tüzükle beraber bir de sözleşme sunuyor ve bu sözleşme üyelik isteyen kentlerin yerine getirmesi gereken koşullan içeren 55 maddeden oluşuyor. Bu koşulların yerine getirilmesinin özetle iki amacı var:
- Cazip ve hoş bir hareket alanı ve şehir yaşamı sağlamak; motorlu araç trafiğini azaltmak, araba alarmlarını yasaklamak, yeni binalar inşa etmeden eskilerini koruyup restore etmek.
- Üye kentlerin yerel yemeklerinin, içeceklerinin, el sanatlarının ve kentin dokusunda yaşayan tatların değerini açığa çıkarıp, yükseltmek ve korumak.
Günlük yaşamda kaliteyi yüksek tutmak için herhalde ön koşullardan biri de nüfus yoğunluğudur. O yüzden kentler için üyeliğin ilk şartı 50 binden az nüfuslu olmak. Birliğe kabul edilen kentlerde gerekli koşulların bazıları kentin kültürel mirası içinde hali hazırda bulunurken yapılması gereken diğer değişiklikler için birliğin tecrübeli üye kentlerinde yapılan uygulamalardan ilham almak mümkün. Örneğin geri dönüşüm, okul sonrası eğitim projeleri ve turistleri gerçek bir yerel deneyim yaşayabilmeleri için gerekli şekilde bilgilendirmek.
Ülke başkentleri veya yerel hükümetlerin yerleşik olduğu bölgeler değil; yerli halkın yaşam kalitesini yükseltmeyi seçen küçük ve güçlü topluluklar “Cittaslow” olabiliyor, yani az ve öz olmak temel şart diyebiliriz. Tam da bu noktada insanın aklına ister istemez bu duruma gıpta edecek büyük şehirler geliyor. Büyük ve kalabalık şehirlerin Birliğe üye olmaları mümkün olmayabilir ama bu, yavaş şehirlerin hikâyelerinden ilham almalarına engel değil…
“Violino di Capra” mı dediniz?
“Cittaslow” hareketi, çevresel ve kentsel dokunun kalitesini artırmaya yönelik teknoloji kullanımına ek olarak kentlerin kendine has eşsiz tatlarının korunmasını da teşvik ediyor. Bunun için de yerel üreticilerle tüketiciler arasında diyalog kurulmasına yardımcı oluyor ve üretimde çevre dostu ve doğal yöntemleri destekliyor. Birlik yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan yemeklere ekonomide yer kazandırmak için lokantaların yerel peynirleri kullanmalarını özendiriyor. Bu şekilde neredeyse 109 ürünün kaybolmaktan kurtulduğu biliniyor.
Buna en güzel örneklerden biri ise ilk üyelerden biri olan kalyadaki Chi-avenna kentinde üretilen “Violino di Capra.” Chiavenna, Como gölünün kuzeyinde İtalyan Alpleri’nin yüksek bölgelerinde yerleşik; genelde kayak yapmaya giden turistlerin şöyle bir uğradığı küçük bir kent. Yani Positano gibi turistlerin gözbebeği masmavi bir denizi veya Orvieto gibi çarpıcı bir tarihi dokusu yok. Onun yavaş şehir statüsünü başarıyla elde etme hikâyesinin kahramanı tuzla pişmiş keçi bacağından yapılan jambon yani “Violino di Capra.” Yaklaşık 60 yıl önce meşhur
bir yiyecek olan Violino, keçi bacakları salamura edilip yakın dağlardaki doğal mağaralarda iki ay bekletilerek yapılıyor. Fakat yerel halkın hayatına süpermarket girdikten sonra zamanla Violino’ya talep hızla düşmüş. Bir süre sonra yerel halkı Violino’nun unutulacağı korkusu sarmış çünkü ellerinde yazılı bir tarifi bile yokmuş. Başka yerlerde de o lezzet yakalanamıyormuş çünkü keçi etinin o pürüzsüz dokusunu koruyan gizli tarif kentin serin ve kuru havasında saklıymış. 2000 yılında kentin Belediye Başkanı Birlikten aldığı destekle mutfakla ilgili uzman bir araştırma ve kurtarma ekibi kurmuş. Kalan birkaç üreticiyi bir araya toplamış ve en iyi tarif yazılı hale getirilmiş. Daha sonra Violino’yla Yavaş Yemek Birliği’nin bir festivaline katılmışlar ve birden ülkenin her yanından talepler yağmaya başlamış. Artık Chi-avenna’ da yerel halka iş olanağı sağlayan bir imalathane var ve Violino resmi olarak koruma altında.
Can Dündar’ın bir yazısında okumuştum; o da seyrettiği bir filmden aktarmış bu hikâyeyi sanırım. Paylaşmanın tam zamanı: Meksika’da İnka tapmaklarına çıkmak isteyen bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Tapmaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yanlıyorlar. Ancak biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, “Niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?” Yaşlı rehberin cevabı şöyle: “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…” Ruhlarımızın yetişmesi için böyle kentlere gerçekten çok ihtiyacımız var…