Yeldir Geçilmez

Artık hepimizin çok iyi bildiği nedenlerle yenilenebilir enerji, 21. yüzyılın en büyük ve en hızlı gelişim sağlayan sektörlerinden biri haline geliyor. Yenilenebilir enerjide de şu an başı rüzgâr çekiyor. Bunun aslında çok temel bir nedeni var: Yerkürenin hemen her yerinde her an hazır ve nazır olması. Konu üzerine çalışan araştırmacılar, teknik olarak bakıldığında, dünyadaki rüzgâr kaynağının, dünyanın şu anda fosil yakıtlardan elde ettiği toplam enerjinin beş katına eşit olduğunu söylüyorlar. Amerika için yapılan bir araştırma ise, ülkenin yıllık elektriğinin 10 katının rüzgâr enerjisiyle sağlanabileceğini ortaya koşmuş.

Rüzgârın rakibi olabilecek bir diğer yenilenebilir enerji kaynağı olan jeotermalin kısıtı, her coğrafyada bulunmaması. Yeryüzünün derinliklerinden kendiliğinden dünya sathına çıktığı bölgelerde, sıcak su kaynakları, oldukça ekonomik ve fizibile, ama bu tür yerler ne yazık ki oldukça kısıtlı. Jeotermal kaynaklara, derin kuyular açarak ulaşmaksa bir hayli pahalı. Rüzgâra rakip olabilecek hidroelektriğin de benzer bir sorunu var: Türbinleri büyük bir hızla çevirebilecek su kaynakları her yerde yok. İş, suları bir baraj çevresinde toplayıp güçlü bir kaynak yaratmaya geldiğindeyse “akan sular duruyor.” Bulunduğu ekosisteme, kültürel ve tarihsel zenginliğe ve hatta bölgenin iklimsel istikrarına ağır darbeler vurabilecek böylesi büyük hidroelektrik santral yatırımları (HES’ler) -hiçbir karbon emisyonu salımına neden olmamasına karşın yenilenebilir enerji kategorisinde sayılmıyor. (Küçük bir not: Dünyada 10 MW’ın üzerindeki -bazı ülkelerde bu rakam 5 ve hatta 2,5 MW’a kadar iniyoryatırımlar yenilenebilir enerji kapsamında sayılmazken maalesef Türkiye’deki mevzuatta bu seviye 50 MW.)
Birçok açıdan rüzgârla yarışabilecek tek yenilenebilir enerji kaynağı güneş. Ama onun yatırım maliyetleri ve verimliliği hâlâ rüzgârdaki seviyeyi yakalayabilmiş durumda değil. Bu konuda pek çok şirket ve bağımsız araştırmacı büyük bir rekabet içinde, birim maliyetlerini düşürmek üzere çalışıyor. Önümüzdeki yıllarda bu rakamın rüzgârı yakalayabileceğinden kimsenin şüphesi yok.

Çok Eski Bir Hikâye: Don Kişot’un Yel Değirmenleri
Ancak rüzgâr ve güneşi iki rakip olarak görmek de gayet gereksiz bir yaklaşım çünkü rüzgar, zaten güneşin türevlerinden biri. Zaten rüzgâr akımların yaratan da -dünyamızın bazı bölgeleri diğerlerine göre daha fazla doğrudan güneş ışığı aldığından sözgelimi tropikal bölgelerin kutuplardan fazla aldığı gibi hava sıcaklığında oluşan farklar. Kara ile deniz, alçak bölgeler ile dağlar arasındaki ısı farkı, rüzgârı oluşturan ana etken. Peki, şu anda rakipsiz bir yenilenebilir enerji kaynağı olarak görülen rüzgâr enerjisinde dünyada ve Türkiye’de neredeyiz? Bu muhteşem potansiyelin ne kadarını kullanabiliyoruz? Ne kadarını kullanabiliriz? Önce dünyadan ve belki biraz da tarihten başlayalım… Bilindiği gibi rüzgâr değirmenlerinin tarihi aslında oldukça eski. Bunun için küçük bir Ege ve Akdeniz kıyıları turu yapmak yeterli. Datça’dan Karaburun’a, Çeşme-Alaçatı’dan Foça’ya, Cunda’dan Bodrum’a ve Balıkesir’in küçük köylerine yapılan bir ziyaret, bu topraklarda rüzgâr enerjisiyle tahılların öğütülmesinin ne kadar eski olduğunu gösterebilir. Bu aslında neredeyse bütün Akdeniz havzası için geçerli. Edebiyat tarihinin en ünlü karakteri Don Kişot kadar ünlü yel değirmenlerini nasıl unutabiliriz?

Ama unuttuk işte. Binlerce yıl boyunca birçok bölgede önemli bir enerji kaynağı olarak iş gören yel değirmenleri, Sanayi Devriminin sonsuz enerji ihtiyacını karşılayabilecek gibi duran fosil yakıtların, yani kömürün ve petrolün ortaya çıkmasıyla beraber sessizce tarih sahnesinden çekildiler. Toprağın derinliklerinden çıkarılan karbon, devasa makinelerin buhar türbinlerini döndürmek için mükemmel bir kaynak olarak görünüverdi. O tarihlerde dünya atmosferine gizli gizli sızan ve havanın bileşimini yavaş yavaş değiştiren ve sera etkisiyle 21. yüzyılda gezegenin iklimini altüst etmeye başlayacak olan karbondioksitten kimsenin haberi yoktu.
Ama bugün haberimiz var. Artık fosil yakıtlarla geçen bu son 300 yıl, birçok açıdan ve birçok araştırmacı tarafından insanlık tarihinde kötü bir parantez olarak görülüyor. Peki, parantezi kapatmak mümkün olacak mı? Dünyada ve Türkiye’de geçtiğimiz son 10-20 yılda yenilenebilir enerjiye, özellikle de rüzgâra yapılan büyük yatırımlar bu parantezi kapatmanın ilk işaretleri olarak görülebilir, görülmelidir.

ABD Kaçıyor, Çin Kovalıyor
Elimizdeki tüm veriler aslında tüm dünyada yenilenebilir enerji konusunda gerçek bir “Altına Hücum”un başladığına delalet ediyor. Rüzgâr enerjisi konusundaki bu baş döndürücü gelişme kimi kaynaklarda “Yeşil Yarış” olarak nitelendiriliyor ve birçok ülke geriden gelip, uzun yıllardır bu alanda çalışanları geçiveriyor. Daha düne kadar fosil yakıt bağımlılarının başında gelen ve “Dünya yansa onlar vazgeçmez” denilen Amerikalılar her zamanki çabukluk ve iş bilirliklerini bu alanda da gösteriyorlar. 2009 yılı sonu itibariyle Birleşik Devletlerin, rüzgâr enerjisi alanında 35 bin MW’ın üzerine geçtiği biliniyor. Sadece 2008 senesinde %50’lik (8500 MW), 2009 senesinde 10 bin MW’Iık bir artış sağladıklarını söylemek yeterli olabilir. Dünyada kurulu toplam rüzgâr enerjisi gücünün 2009 yılı sonu itibariyle yaklaşık 157 bin megawatt civarında olduğu düşünüldüğünde, ABD’nin hızı belki daha iyi anlaşılabilir. İkinci sırada, bu alanda çok uzun süredir emek harcayan Almanya geliyor. Ancak nüfus açısından neredeyse ABD’nin yarısı kadar olan Almanya’nın bu alandaki başarısı ve konumu tartışılmaz. Bunda, uzun yıllar boyunca yenilenebilir enerji kaynaklarına su gibi teşvik akıtmalarının payı büyük. Zaten dünyanın en büyük 10 türbin üreticisi arasında tam beş tane Alman veya Alman ortaklı şirketin (Enercon, GE Energy, Siemens, Nordex, REpower) bulunması da, uzun yıllara dayalı yatırımlarının semeresini nasıl aldıklarının önemIi bir göstergesi.
“Yeşil Yarış”ın asıl sıçrayan kurbağası ise elbette ki Çin. Hemen her sektörde çok hızlı büyümeyi başaran Çin ekonomisi, rüzgâr enerjisinde de bir hayli iddialı. Birçok kaynak, önümüzdeki 10 yıl içinde Çin’in kurulu rüzgâr santrallerinin gücünün, bütün ülkeleri, hatta ABD’yi bile sollayacağını iddia ediyor. Kendi planlamalarını bile altüst eden bir gelişme yaşayan Çin’in kurulu rüzgar enerjisi gücü şu anda, Almanya’yı yakalamış durumda: Tam 25 bin MW. Çin hızlı ARGE yatırımlarıyla bu gelişmeyi, dış kaynak kullanımından da çıkarmayı neredeyse başarmış durumda. Goldwind isimli Çinli rüzgâr türbini üreticisi firma, artık dünyanın en büyük 10 imalatçısından biri durumunda.
Rüzgâr enerjisi koşusunda bir başka dikkat çekici ülke ispanya. O da Almanya’nın yarısı nüfusuna sahip ama yaklaşık 20 bin MW rüzgâr enerjisi kurulu gücüne ulaşmayı başardı. Tabii yine yıllar boyunca akıtılan teşvikler sonucu oluşan teknoloji birikimi sayesinde. Ama bir başka ülke var ki, hem bize hem de daha birçok ülkeye parmak ısırtıyor: Kuzeyin küçük ama akıllı ülkesi Danimarka’dan bahsediyoruz. Tüm elektriğinin yüzde 21’inden fazlasını rüzgâr değirmenlerinden elde eden bu küçük ülkenin bir rüzgâr türbini üretim şirketi var ki, tam 35 bin MW’lık kurulu kapasiteyle dünya rekortmeni: Vestas. İnanılması zor ama öyle…

“Yeldir, Geçer”

Evet, bir Türk atasözü böyle diyor. Buna bir başka Türk deyimiyle yanıt verilebilir: Bu sefer kazın ayağı öyle değil. Yeldir ama geçmiyor. Türk kamu yöneticilerinin bunun farkına varması ne yazık ki yine bir hayli uzun sürdü. Hâlâ ne kadar farkında olunduğu da pek belli değil. Teşviklerin ortaya konması için teknolojinin ucuzlamasını bekleyen Türkiye bürokrasisi, belki ülkemizin yeni bir ekonomik gelişme fırsatını daha kaçırmasına sebep olmak üzere. Halbuki bu teşvik ve desteklerin, ne kadar hızlı ekonomik faydaya dönüştüğünü görmek için Almanya, İspanya ve Danimarka örneklerine şöyle bir göz atmak yeterli olabilir. Bu ülkeler, akıtılan teşviklerin nasıl büyük bir hızla ARGE ve teknoloji birikimi üzerinden paraya ve istihdama dönüşebildiğinin canlı kanıtları. Ama tüm bu zorluklara rağmen bu yola baş koyanlar da yok değil. Erken kalkan yol alır misali, yaptıkları yatırımlarla Türkiye’yi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla tanıştıran bu öncü şirketler bir hayli mesafe kat etmiş durumdalar. Türkiye rüzgâr enerjisinde, son verilere göre 2009 yılı itibariyle toplamda yaklaşık 1000 MW kurulu güce ulaşmış görünüyor. Bu rakam, ABD’nin 35’te birine, toprak büyüklüğü açısından 20’de birine eşit Hollanda’nın ise yarısından bile azına denk geliyor. Elektrik İşleri Etüt İdaresinin (EİE), Türkiye’nin mevcut orta-mükemmel arası rüzgâr potansiyelini 131 bin MW olarak hesapladığı düşünüldüğünde, durumun inanılmazlığı daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Üstelik daha hiç değerlendirilmemiş bir offshore (denizüstü) rüzgâr enerjisi potansiyeli de var (EİE, Türkiye denizleri için orta-mükemmel arası rüzgâr kaynağını yaklaşık 17 bin MW olarak açıklamıştır.) Bu rakamlar, insanın aklını karamsarlığa, iradesiniyse iyimserliğe itebilecek göstergeler. Bu iyimserliğe katkı sağlayabilecek veri ise, 2009 yılında gerçekleşen kapasite artışı. Bu konuda rüzgâr enerjisinde gerçekleşen 345 MW’Iık yeni kurulu güç, Türkiye’yi, Çin’in ardından dünya ikinciliğine taşıyor: Yüzde 75’Iik bir artış gerçekten küçümsenecek bir rakam değil. Üstelik 2010 yılı verileri de bir hayli umut verici. Türkiye Rüzgâr Enerjisi Birliğinin (TÜREB) verilerine göre, bu yıl içinde 522 MW’lık bir artış daha yaşayacağız. Ayrıca 2010 yılında inşaatı başlaması muhtemel 755 MW’lık bir kurulu güç çalışması daha var. Yani enseyi karartmamak hâlâ elimizde…
45 Milyar Euro’luk Bir Pazar Peki, verili lisanslar ne durumda? Bundan sonrası için neler denebilir? Bu konuda da ufak bir tarihsel hatırlatma iyi olabilir. Türkiye’de rüzgâr enerjisi üretme lisanslarını veren kurum Türkiye Elektrik İletim A.Ş.’ye (TEİAŞ), 3 Eylül 2002-4 Haziran 2004 tarihleri arasında yapılan 231 RES başvurusunun toplam gücü 2992 MW idi. Yine 1 Ocak-6 Temmuz 2006 tarihleri arasında toplam 4886 MW’lık 136 RES başvurusu yapılmış. Sadece 1 gün açık kalan ve Türkiye rüzgâr enerji potansiyelini gösterme açısından bir milat olan 1 Kasım 2007’de ise toplam 78,151 MW’lık 751 RES başvurusu gerçekleşmiş. Yani 1 Kasım 2007 öncesinde toplam 86 bin MW’lık bir başvuru oldu ve TEİAŞ bu lisans başvurularının sadece 4916 MW’lık bir bölümüne RES bağlantı görüşü verdi. Bu projelerden de sadece 3274 MW’ı lisans altına alındı. 13 Şubat 2009 tarihinde ise 7453 MW’Iık kapasite için daha RES bağlantı görüşü verilmiş durumda.
Başvurular ile verilen lisanslar arasındaki baş döndürücü fark konusunda görüşlerine başvurduğumuz TÜREB Başkanı Murat Durak, 1 Kasım 2007 RES başvurularına ilişkin önümüzdeki dönemde lisansların dağıtılmaya başlanması konusunda umutlu. Lisansların dağıtımı konusunda TEİAŞ’ın aşırı titizlik gösterip göstermediğini sorduğumuz Durak, “Teknik bazı kriterlere bakıyorlar; bu noktada en önemli kriter ise bağlantı noktalarındaki TEİAŞ kısa devre gücüdür” diyor. Küçük ölçekli rüzgâr pervaneleri konusunda Türkiye’nin çok ciddi bir potansiyeli olduğunu belirten Murat Durak, bu potansiyelin gerçeğe dönüşebilmesi için dağıtım sistem altyapılarında önemli iyileştirmeler gerektiğini söylüyor. Türkiye’de RES’ler konusundaki en büyük sıkıntı Murat Durak’ın da belirttiği gibi, idari ve teknik mevzuatta sık yaşanan değişiklikler. Sistem iletim bedellerinin RES’lerde kurulu güç üzerinden alınmaması gerektiğini ısrarla vurgulayan Durak, bu bedelin gerçekleşen üretim üzerinden alındığı zaman, rüzgâr yatırımlarının önünün daha da açılacağını düşünüyor. Ve tabii revizyonu yılan hikâyesine dönüşen Yenilenebilir Enerji Kanunu. Herkesin eli kursağında beklediği Kanun, sektörün önünü açabilecek değişikliklerle yasalaştığında, “Yeşil Yarış”ta belki çok daha öne geçmemiz mümkün olabilir. Nasıl bir yarış ve dolayısıyla pazardan bahsettiğimizi anlatmak için küçük bir veri: 2009 yılı sonu itibariye rüzgâr enerjisinin küresel pazar büyüklüğü 45 milyar Euro olarak hesaplanıyor (bu rakamın 13 milyar Euro’su AB ülkelerinde gerçekleşiyor).
Gidilecek yol belli ki sonsuz ama daha yolun çok başındayız. Dünyanın ihtiyaç duyduğu enerjiyi, bütünüyle yenilenebilir kaynaklardan sağlamak bakalım hangi tarihte mümkün olacak? Türkiye, muhteşem rüzgâr potansiyelini kuvveden fiile geçirebilecek mi? Bu soruların yanıtları tam olarak bilinmiyor. Tek bilinen, daha fazla zaman kaybedilmemesi gerektiği ve önümüzdeki 10 yılda bizi çok değişik gelişmelerin beklediği.

Önerilen makaleler