#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Yerel Yönetimler Sürdürülebilirlik ve Dirençlilik Kavramlarını Gündeme Aldı!”

İklim dostu şehirler oluşturmak için yerel yönetimlerin doğa-kent ilişkilerinde sürdürülebilir arazi yönetimine öncelik vermesi gerektiğini söyleyen İzmir İleri Teknoloji Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı Prof. Dr. Koray Velibeyoğlu, iyi yönetişimin öneminin altını çizerken salgın ve afetlerden çıkarmamız gereken dersin, verinin demokratikleştirilmesi gereği olduğuna vurgu yaptı.

Nihat NUYAN

Türkiye’de biyoçeşitlilik ve ekolojik sürdürülebilirlik açısından yapılan çalışmaların genellikle sivil toplum kuruluşları (STK) tarafından yürütüldüğü kanısı yaygın. Yerel yönetimlerin bu bağlamdaki çalışmaları ya yetersiz görülüyor ya da halkla yeterince paylaşılmıyor. Siz yerel yönetimler ile ekolojik sürdürülebilirlik ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ülkemizde STK’ların en fazla çevre konularında aktif olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle iklim değişikliği gibi konularda çalışmaların arttığı görülüyor. Bunda şüphesiz uluslararası/ulusal fon ve proje çağrılarının etkisi büyük. Sivil toplumun finansmanında bu yönde açılan fonların getirdiği tematik konsantrasyonlar da söz konusu. Çok çeşitli konularda hizmet ürettiklerinden yerel yönetimleri STK’lar gibi belirli temalarda misyon bazlı çalışırken görebilmek çok da mümkün değil. Yine de istisnai durumları kaydetmek lazım. Örneğin, 130 yerel yönetimin üye olduğu Sağlıklı Kentler Birliği’nin Sağlıklı Şehirler En İyi Uygulama Yarışması’nda artık iklim dostu şehirler temasında da yarışıyorlar. Ya da Marmara Belediyeler Birliği’nin Altın Karınca Ödülleri’nde belediyelerin iyi uygulama örneklerini Birleşmiş Milletler (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA) ile ilişkilendirmesi isteniyor. İzmir’de kurulan Sürdürülebilir Kentsel Gelişim Ağı, 25 ilçe belediyesini SKA’lar doğrultusunda bir araya getiriyor. Bu kapsamda Karşıyaka gibi ilçe belediyelerinde kurulan sürdürülebilirlik ofisleri ve uluslararası standartlarda hazırlanan sürdürülebilirlik raporları var. Tüm bunlar aslında sistemik sorunlara yerel çözümlerin tüm dünyada ortak olduğu bir ele alışı gerektiriyor. Bu anlamda şehirlerin biyoçeşitlilik kaybı, iklim krizi, su yönetimi gibi alanlarda işbirlikleri kurmasını ve mücadelenin bu işbirliği ağları içinde örgütlenmesi gerektiğini bize söylüyor. Pek çok girişim kısa ömürlü ve henüz yolun başında olmasına rağmen olumlu yönde çalışmaların arttığı söylenebilir.

Dirençli kentler oluşturmanın yolu öncelikle doğayla uyumlu politikalar gerektiriyor. Bu açıdan yerel yönetimlerin inisiyatif alarak kendi sorumluluk alanlarındaki tarım ve mera alanlarından kamu yararına faydalanmak açısından politikalar benimsediğini düşünüyor musunuz?

Yerel yönetimlerin doğa-kent ilişkilerinde ortaya koyması gereken en önemli çerçeve sürdürülebilir arazi yönetimi olmalı. Ülkemiz kentlerinin büyük çoğunluğu halen nüfus hareketlerinin dinamizmini ve büyümesini devam ettiren, bu anlamda kentin etrafına büyük parçalar halinde saçaklanan bir görünümde. Sürdürülebilir arazi yönetimindeki ekolojik dönemeç kentsel alanların yaşam destek sistemi olan kırsalı ve doğasıyla uyumlu bir yaşam biçimi kurmasının zorunlu olduğunu bize hatırlatıyor. Yeşil altyapı, doğa-tabanlı çözümler bu dönemecin önemli bir parçası. Halen doğa uyumlu geleneksel tipte tarımın sürdüğü alanları bir tarım alanından ziyade tüm ekosistem aktörleri ile bir bütün olarak ele almak, kırsal planlama araçları geliştirerek arazi kullanımını bu yönde korumak ve geliştirmek önem kazanıyor.

Diğer bir parçası ise kent-doğa karşıtlığını kent-doğa uyumuna çevirebilecek strateji ve eylem planlarının üretilmesi. Kent ile ilgili gelişim, koruma, büyüme, büzülme ile ilgili pek çok teori, strateji ve uygulamaya sahibiz. Dolayısıyla kent-merkezli bir bakış açısıyla yayılma ve gelişme hikayesini takip ediyor, ortaya çıkan çatışma ve uyumsuzluklara tepki gösteriyoruz. Oysaki kentin karşısında tekil olarak görmeye alıştığımız doğanın da çoğulcu dört farklı biçimi var: Sıfırıncı doğa, dünyayı oluşturan doğa kanunları, atmosfer ve yaşamsal dengeleri temsil ediyor. İklim değişikliği etkileri ile bu dengelerin giderek farklılaştığını görebiliyoruz. Birinci doğa, insan etkisinden uzak el değmemiş doğayı anlatıyor ve bugün biliyoruz ki Antroposen Çağı’nda insandan uzak bir doğa artık neredeyse kalmadı, dolayısıyla gezegensel bir kentleşmenin yaşandığı bir dönemde büyük ölçüde kentsel bir doğa’dan bahsedebiliyoruz.

İkinci doğa ise doğanın insan ihtiyaçlarına göre faydacı kullanımını içeriyor. Tarım ve kentleşme bu açıdan değerlendirildiğinde bu faaliyetlere yer açmak için çok daha fazla habitatın tehlike atında olduğu da bir gerçek. Üçüncü doğa, insan estetiği, yenilenmesi için oluşturduğumuz rekreatif/tüketimci kullanım biçimlerine karşılık geliyor. Son yıllarda artan tiny house, glamping, hobi bahçesi gibi kullanımlar tahripkar bir biçimde yayılıyor. Dördüncü doğa ise diğer doğa biçimlerini bütünleştiren, zararları azaltıp kentte yaban hayatını, habitat bütünlüğünü ve doğa esaslı bir yaşam biçimini sunmaya çalışan restoratif uygulamaları içeriyor. Bu sonuncu ele alış özellikle yukarıda tariflediğim ekolojik dönemeç için çok kritik.

Bu yönde İzmir’in Doğa ile Uyumlu Yaşam Stratejisi ve bu stratejide tariflenen eylemler doğa-pozitif bir ele alışı yansıtabilmesi açısından örneklenebilir. Dolayısıyla tarım ve mera alanlarının sürdürülebilir arazi yönetimi kapsamında doğa-kent uyumunu yansıtan ve kırsal müşterekler çerçevesinde sadece insan-odaklı bir bakış açısından ele alınmadığı doğa-pozitif tarım ve sosyal ekonomi uygulamalarına ihtiyacımız var. Agroekolojik bakış açısı son derece kıymetli olmasına rağmen genel hegemonik endüstriyel uygulamaları kırabilecek radikal nişleri yerel yönetimler eliyle teşvik edip büyütebileceğini öngörebiliriz. İstanbul Büyükşehir ve Karşıyaka Belediyesi’nin ürettiği Gıda Strateji Belgeleri, Nilüfer Belediyesi Kentsel Gıda Konseyi kurma çalışmaları bu bütünlüğü kentsel talep tarafında da kurabilmek açısından olumlu başlangıçlar olarak değerlendirilebilir.

Dirençli kentler oluşturmada yerel yönetimler kadar halkın da belirli bir bilinçle hareket etmesi gerekiyor. Siz bu konuda nasıl bir yol haritası izlenmesi gerektiği kanaatindesiniz?

Yakın zamanda tüm dünyayı etkisi altına alan Covid 19 pandemisinin bize öğrettiği şeylerden biri kent içindeki en küçük yeşil ve açık alanların bile aslında yaşamımız için ne denli kritik bir altyapı olarak sayılması gerektiği oldu. Son yaşadığımız ve asrın felaketi olarak nitelenen Kahramanmaraş merkezli depremler ise ulaşım, enerji, telekomünikasyon, su, gıda gibi kentsel kritik altyapı ve servislerin yaşamsal olduğunu bize bir kez daha acı bir şekilde hatırlattı. Aynı şekilde çoklu krizler de belirsizlikler çağında yaşadığımızı anımsattı ve bunun toplumda yarattığı stresi de giderek artan biçimde hissetmemize yol açtı. En azından sürdürülebilirlik ve dirençlilik kavramlarının artık tüm yerel seçim beyannamelerinde, belediyelerin söylemlerinde ve kurumsal yapılanmalarının bir parçasında yer alabildiğini görüyoruz. Burada söylem ve eylem arasındaki farkı, kavramların yanlış kullanımlarını ve ortaya çıkan sonuçların uyumsuzluklarını eleştirebiliriz ancak daha fazlasını yapmak gerekiyor.

Bunların başında tabii ki iyi yönetişim, şeffaflık, hesap verilebilirlik ön planda olmalı. Diğer yandan aktif yurttaşlık, hak savunuculuğunun sadece meslek kuruluşlarına veya sivil toplum kuruluşlarına bırakılmadığı bir kapsayıcılıkla hareket etmeyi gerektiriyor. Yapılan yerel yönetim faaliyetlerinin önemli zarar vermeme ilkesi kapsamında etki ölçümlerinin yapılması ve takibi çok önemli. Vatandaş bilimi uygulamalarının, açık verinin ve yerel çözümlerin gelişmesi gerekli. Örneğin, WWF’in plastik kirliliğine karşı başlattığı vatandaş bilimi uygulaması sahil sahiplen gibi çalışmaları çok önemli buluyorum. Bu tip örneklerin yaratabileceği etkiyi aktif yurttaşlık kapsamında yerel yönetimlerle de ilişkilendirip büyütebilmek hedef olmalı.

Diğer bir hedef ise verinin demokratikleştirilmesi. Toplumun tüm kesimlerinin, teknik bilgi ve seviyesine bakılmaksızın veri ile konforlu ve güvenli bir şekilde çalışabilmesi, veri üzerinde konuşup üretimine katkı yapabilmesi ve nihayetinde veriye dayalı karar alma süreçlerine katılabilmesi gerekli. Özellikle kriz anlarında verinin gücü daha iyi kavranıyor. Yangın, deprem, salgın gibi kriz durumlarında anlık veriye erişim ve bunun üzerinden doğru ve zamanında müdahale edebilme kabiliyeti, bunun birlikte başarılması veriden eyleme geçiş zinciri için kritik adımlardır, diyebiliriz. Ülkemizde özellikle büyükşehir belediyelerinin öncülük ettiği açık veri portallarının bu yönde daha fazlasını yapması gerekiyor. Ayrıca yerel yönetimlerin yaşam becerilerini geliştirici yönde veri okuryazarlığı gibi eğitimleri yaygınlaştırması, üretken yapay zeka ile analitik, büyük veriye dayalı çözümler geliştirmesi önemli katkı yapabilir.

Yukarıda verdiğim anekdotal kanıtlara rağmen gidilecek çok yol olduğu açık. Bu yönde bütüncül, tabandan bir bakış açısına sahip Milli Park Kenti Londra girişimi öncü örneklerden biri. Bu ağa üye olmak isteyen belediyelerin yerel inisiyatiflerin topladığı imzalar ile süreci başlatması, aktif yurttaşlık temelinde gönüllü sistemi kurması ayırt edici özelliklerinden. Dirençli kentleri oluşturma sürecinde halkın öncü olabilmesi yerel yönetimlerin yerel demokrasi ve veriye-dayalı yönetişimi öncelik olarak görmesine bağlı gözüküyor.

Bu yazı, ekoIQ’nun 111. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.