Bugün hâlâ iklim mültecileri, uluslararası hukukta resmi bir statüye sahip değil. 1951 tarihli Cenevre Mülteci Sözleşmesi, mülteci tanımını; ırk, din, milliyet, siyasi görüş ya da belirli bir gruba üyelik nedeniyle zulüm gören kişilerle sınırlandırıyor. İklimden kaçan biri, bu tanıma dahil edilmiyor. Çünkü düşmanı yok. Ama ne yazık ki evi de yok.
Prof. Dr. Oğuz ÖZYARAL, Antalya Belek Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Mikrobiyolog ve Koruyucu Sağlık Uzmanı
İklim Mültecileri: Görünmeyen Göçün Sessiz Tanıkları
Savaşlardan kaçanlara mülteci, açlıktan göçenlere göçmen diyoruz. Peki ya kuruyan bir toprak, yanan bir orman, yükselen bir deniz seni evinden ederse? Adını koyamadığımız bir insanlık hikayesi büyüyor: İklim mültecileri.
Bu insanlar bir düşmandan değil, doğanın kendinden kaçıyorlar. Ne silah sesi var arkalarında ne diplomatik statü. Yalnızca kavrulmuş topraklar, yağmuru gelmeyen gökyüzü ve geride bıraktıkları hayatlar… Birleşmiş Milletler’e (BM) göre 2050’ye kadar 200 milyon insan, sadece iklim nedenli zorunlu göçle karşı karşıya kalabilir. Bu yalnızca çevresel değil, aynı zamanda hukuki, kültürel ve vicdani bir krizdir.
İklim Mültecisi Ne Demektir?
İklim mültecisi; yaşadığı coğrafyada artık nefes alamayan, su bulamayan, tarım yapamayan, yaşam kuramayan insandır. Kuraklık, sel, kasırga, deniz seviyesinin yükselmesi, çölleşme gibi iklim kaynaklı felaketler nedeniyle yerinden edilen milyonlarca insan, bugün “mülteci” olarak tanınmıyor. Çünkü uluslararası hukuk hâlâ savaş, siyasi baskı ya da etnik ayrımcılığı göç sebebi sayıyor; iklimi değil.
Oysa bu insanlar kalmakla ölmek arasında bir tercihle karşı karşıya kalıyorlar. Bu nedenle, gönüllü değil, zorunlu bir göçün parçası oluyorlar. Ve bu göç yalnızca bir bölgeye değil, tüm dünyaya yayılıyor. Toprağını terk eden yalnızca beden değil; onunla dil, kültür, mutfak, hafıza da yola çıkıyor.

Neden Tanınmıyorlar?
Bugün hâlâ iklim mültecileri, uluslararası hukukta resmi bir statüye sahip değil. 1951 tarihli Cenevre Mülteci Sözleşmesi, mülteci tanımını; ırk, din, milliyet, siyasi görüş ya da belirli bir gruba üyelik nedeniyle zulüm gören kişilerle sınırlandırıyor. İklimden kaçan biri, bu tanıma dahil edilmiyor. Çünkü düşmanı yok. Ama ne yazık ki evi de yok. Bu tanımsızlık, milyonlarca insanı hukuken sahipsiz bırakıyor. Sınırdan geri çevriliyorlar, eğitim ve sağlık gibi temel haklara erişemiyorlar, çoğu zaman vatansız kalıyorlar. Küresel hukuk sessiz kaldıkça, göç yollarındaki bu insanlar sadece iklimin değil, insan eliyle kurulmuş sistemin de mağduru oluyorlar.
Türkiye ve Yakın Coğrafyadaki Durum
Türkiye, iklim değişikliğinin etkilerini doğrudan yaşayan ve ilerleyen yıllarda iklim kaynaklı göçlere hem maruz kalacak hem de kapılarını açmak zorunda kalacak ülkelerden biri.
İç Anadolu’da tarımsal kuraklık, Doğu Anadolu’da yaylaların çöküşü, Karadeniz’de seller ve heyelanlar, Akdeniz’de zeytinliklerin verim kaybı… Bu etkiler, kırsaldan kentlere doğru zorunlu göç dalgalarını tetikliyor. Kırsal nüfus azalıyor, geleneksel üretim zinciri kopuyor, büyük şehirlerde altyapı yükü artıyor.
Öte yandan Türkiye’nin yakın çevresi de risk altında: Orta Doğu’da su savaşları, Kuzey Afrika’da çölleşme, Güney Asya’da yükselen deniz seviyesi gibi tehditler, milyonlarca insanı hareket ettirebilir. Bu da Türkiye’yi iklim mültecilerinin potansiyel geçiş veya varış ülkesi konumuna getiriyor. Bu nedenle Türkiye’nin, yalnızca çevresel önlemler değil, aynı zamanda sosyokültürel ve hukuki hazırlıklar yapması artık ertelenemez bir zorunluluk.

Bu Sadece İnsan Göçü Değil, Kültürel Bir Kayma
İklim mülteciliği yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda kültürel bir yer değiştirmedir. Bir insan toprağını terk ettiğinde, yalnızca bedenini taşımaz; beraberinde dilini, inançlarını, gündelik yaşam alışkanlıklarını, mutfağını da götürür. Ancak göç edilen yerde her şey değişmiştir: İklim farklıdır, toprak tanıdık değildir, suyun tadı bile başkadır.
Tencereler hâlâ kaynar, ama artık aynı malzemeler yoktur. Eski tarifler yeni toprakta tutmaz. Yerel tohumlar yok olmuştur, pişirme teknikleri yitirilmiştir. Ve böylelikle yalnızca bir yemek değil, o yemeğin hatırası, yani kolektif belleğin bir katmanı da eksilir. İç Anadolu’da tarhanalık yoğurt yapılmaz olur, çünkü süt azalmıştır. Doğu’da yayla otları kurur, otlu peynir unutulur. Ege’de zeytin erken kararır, zeytinyağının aroması bozulur. Orta Asya’da artık kımız daha az üretilir; çünkü otlak yoktur, kısraklar zayıftır. Bir bakarsınız, çocuklar büyür ama nenelerinin yaptığı yemeği hiç tatmamıştır. Bir bakarsınız, bir topluluk artık kendi sofrasını kuramaz hale gelmiştir. Bu, sessiz bir çöküştür.
Tarım yoksa mutfak yoktur. Toprak terk edildiyse bir halkın hikayesi sofradan da silinir. Ve bu, dünyadaki hiçbir göç istatistiğine yazılmaz. Ama o kayıp, bir mutfağın sessiz çığlığıdır. Yitip giden yalnızca ürünler değil; anılar, ağızda kalan son tat, tencere dibindeki tarihtir.
Ne Yapmalı?
İklim mülteciliği artık kaçınılmaz bir gerçekse ona karşı sessiz kalmak da bir tercih değil, sorumluluktur. Bu insanları tanımayan uluslararası hukuk yeniden şekillendirilmeli; devletler, yerel yönetimler ve toplumlar hem çevresel hem de insani düzlemde harekete geçmelidir.
Uluslararası Alanda
- “İklim mültecisi” tanımı, BM gibi kurumlarca resmi bir statü olarak kabul edilmelidir.
- Bu statü, sığınma, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel insan haklarını garanti altına almalıdır.
- Küresel iklim fonlarının bir kısmı, iklim kaynaklı zorunlu göçlerin yönetimi ve adaptasyonu için ayrılmalıdır.
Türkiye Özelinde
- Kırsal alanların iklim dirençliliği artırılmalı; su yönetimi, yerel tohum kullanımı ve sürdürülebilir tarım teşvik edilmelidir.
- Göç riski taşıyan bölgeler için yerel destek programları, genç çiftçiyi köyde tutacak ekonomik ve sosyal teşvikler geliştirilmelidir.
- Potansiyel göç dalgalarına karşı şehir planlaması, altyapı ve sosyal uyum politikaları hazırlanmalıdır.
- Kaybolmakta olan geleneksel üretim teknikleri, gastronomi mirası olarak korunmalı ve yaşatılmalıdır.
Toplum ve Birey Ölçeğinde
- Bu konuda farkındalık artırılmalı, “iklim mağduru” insanlara önyargıyla değil, empatiyle yaklaşılmalıdır.
- Gıda israfı, su tüketimi ve karbon ayakizi gibi bireysel davranışlar, iklim sorumluluğu bilinciyle yeniden şekillendirilmelidir.
- Üniversiteler, medya ve sanat dünyası, iklim göçü üzerine yeni anlatılar üretmeli; hikayeler, belgeseller, araştırmalar çoğaltılmalıdır.
Çünkü bu mesele sadece bugünün değil, yarının insanlığına miras bırakacağımız bir vicdan sınavıdır. Ve bu sınavda hiçbirimiz tarafsız değiliz.
Sessiz Göçün Tanığı Olmak
İklim değişikliği yalnızca sıcaklıkları artırmıyor, aynı zamanda toprakları, sofraları, kimlikleri ve hayatları da yerinden ediyor. İklim mültecileri, bu yüzyılın en sessiz çığlığı. Onlar görünmüyor olabilir. Henüz bir statüleri, bir pasaportları, bir kimlik tanımları yok. Ama gözümüzün önünde, her gün çoğalıyorlar. Bugün görmezden gelinen bu sessiz göç, yarın hepimizin kapısını çalabilir. O yüzden artık zaman, yalnızca doğayı değil, doğanın terk ettiği insanı da savunma zamanı. Çünkü bir gün hepimiz, iklimin kıyısında yaşam arayan mülteciler olabiliriz.
İklim kimin evini yakıyorsa sıradaki sensin.