Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Fikret Adaman yeşil ekonomiye geçişin maliyetlerinin üstlenilmesi gerektiğini ifade ederken her şeyden önce bu konuların rahatça tartışılabilmesi adına Türkiye’nin öncelikli maddesinin politik anlamda daha katılımcı, daha özgür ve demokratik bir ortam yaratmak olduğunu belirtiyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Enerji politikaları açısından ele alındığında Türkiye’nin “yeşil ekonomi”ye geçişi için atılması gereken adımlar nelerdir sizce?
Yeşil bir ekonomi için her şeyin yapılması lazım. Giydiklerimizden yediklerimize ve içeceklerimize kadar bazı önemli önemli kalemler bulunuyor ama bu işte “zurnanın zırt dediği” nokta enerji ve ulaşım. “Bizim daha fazla yeşil enerjiye geçmemiz mümkün mü” diye soracak olursanız “mümkün” cevabını veririm. Ama bunun topluma ya da ekonomiye maliyeti olacak. Bu maliyet de nükleerde olduğu gibi artan risk olarak ya da daha yüksek elektrik birim üretim maliyeti olarak çıkacak. Tabii neyin altında, çevre maliyetlerinin dikkate alınmadığı varsayımı altında. Çevre maliyetlerini dikkate almazsan, kömürlü termik santraldan hele bir de kömür rezervin varsa, elektrik üretmen kolay. Ama yüksek teknolojili güneş enerjisini kullanmak, bunu rüzgar enerjisi ile birleştirmek, dalgadan enerji üretmek gibi daha yüksek teknolojili işlere geçtiğin zaman bu işin maliyeti artıyor. Güneş veya rüzgar olmadığı zaman elektrik üretemez hale geliyorsun gibi sorunlar da doğuyor.
Aynı şey ulaştırma için de geçerli. Gerçi son yıllarda toplu taşımaya yönelik epey yatırımlar var ama yine tabii yılların ortalamasını aldığımız zaman Türkiye’de özel taşımacılığın hep desteklendiğini görebiliriz. Dolayısıyla bugünkü resme baktığınızda bunun maliyetini görüyoruz. Sırf iklim üzerindeki etkisi anlamında değil, şehircilik üzerinde de. Burada bizim yeşile geçmemiz istenen bir şey ve yeşile geçmenin maliyetlerini üstlenmemiz lazım.
Böyle bir alternatif politikanın ana unsurları konusunda neler söylersiniz? Krizden çıkış için nasıl bir rol oynayabilir? Oynayabilir mi?
Çevre konusu Türkiye’nin gündeminde çok fazla yer almıyor. Nedir Türkiye’nin gündemi? Çok mu dolu ki çevre gündeme alınmıyor? Ya da Türkiye’nin geleceğe yönelik bakabildiği zaman mı çok dar? Ben 2019’u görürüm, 2020’yi görmem mi diyor? Çevre hiç mi bunun derdi değil? Korkarım buna çok olumlu cevap veremiyoruz. Sosyolojik çalışmalar, anketler bunu gösteriyor. Tabii bunun mutlaka bir ekonomi politik boyutu ile birlikte büyüme fetişizminin yarattığı bir görmemezlik var. Sırf mevcut AK Parti hükümetini eleştirmiyorum. Büyük ölçüde tüm politik oyuncuları eleştiriyorum. Şüphesiz birkaç istisna var ama genelde tartışma “ben şu kadar büyüdüm, hayır büyümedin rakamlar yanlış” söylemleri üzerinden yapılıyor. Vaatler de bu rakamlar üzerinden veriliyor. En azından yıllardır büyüme rakamlarını yeşil filtrelerden geçirelim de temiz bir büyüme rakamı ortaya çıksın uyarıları yapılıyor. Politik arenada bunlara dair yapılmış kapsamlı bir tartışma hatırlamıyorum. Aslına bakarsanız yapılacaklar ve yöntemleri aşağı yukarı belli. Bunun biraz daha katılımcı mekanizmalarla yapmak mümkün. Yerele dayandırarak yapmak mümkün ki tercih edilir. Olmadı devlet politikası olarak yapılabilir. Belli noktalarda vergi koyup caydırabilirsiniz, teşvik de verebilirsiniz. Niye plastik torba yasağı haritada yerini zor bulabileceğiniz ülkelerde uygulanmaya başlanmışken Türkiye’de hâlâ yapılamadı, biri bana gelip anlatsın istiyorum. Çok basit bir örnek bu. Bunu derinleştirdiğimiz zaman işin arkasında neoliberal politikaları görebilirsiniz. Bunları çok dert etmeyen, “piyasa dert ederse biz de dert ederiz” diyen politikalar. Ancak tanımı gereği de piyasaların dert edemediği konular bunlar. Büyüme fetişizmi ile birleştirilmiş bir durum bu. Bir tek Türkiye’de mi böyle? Hayır.
Verimlilik artsın, düşük karbonlu yapıya geçilsin ama öncelikle Türkiye’de kanun ve nizamın tekrar temin ve tesis edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunun belki alt başlığı olarak ya da ayrı bir madde olarak barış içerisinde bir arada yaşamanın sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Bunlar olmadan uzun soluklu politikalar geliştirmek mümkün değil. Uzmanlığım değil ama insanların politik stres altında olduğunu düşünüyorum. Artık trafikte cinayet gibi haberler neredeyse her gün okuduğumuz haberler arasına girdi. Türkiye’de çıkan haberlere bakıyorum, Zaytung haberleri mi okuyorum diye kendime soruyorum. Bu işlerin rahat tartışılabilmesi gerekiyor. Böyle ortamlar olmazsa -düzgün bir iş ortamından bahsedemediğimiz gibi- bu işi nasıl daha sürdürülebilir yaparız tartışmalarını da kaçırırız. Türkiye’nin öncelikli maddesinin politik anlamda daha katılımcı, daha özgür ve daha demokratik bir ortam olması gerektiğine inanıyorum. Seçim sürecinde bunların dile getirilmesi ve tabii ki adaylara Paris Anlaşması’nı ne yapacaksın, plastik konusunda ne yapacaksın diye sormak önemli.
Çevre koruma ve ekonomik büyüme arasında “sıfır toplamlı bir oyun” olduğu yaklaşımının yerine, ekonomik büyüme hedefine ulaşılırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı, yani ekonomik kalkınma ile çevre koruma amaçları arasında “pozitif toplamlı bir oyun”un varlığının kabulü nasıl mümkün olur?
Türkiye iklim ve çevre konusunda tabiri caizse oldukça arkadan geliyor. Bunu sorgulamak bayağı risk almayı içeriyor. Maalesef öyle bir noktadayız ki eşin dostun varsa bu soruyu iki kez düşünüyorsun. Casus ilan edilme riski taşıyor. İklimde sergazı salımları kişi başı dünyada en hızlı artan ülkelerden biri Türkiye. Geçtiğimiz günlerden WWF-Türkiye’nin daveti ile Menderes’e gittik, göllere baktık. Bunların hepsi çamur haline gelmiş. Yeraltı sularının önemli bir kısmı kirlenmiş. Kıyılar büyük ölçüde kirletilmiş. Hem yapılaşma anlamında hem de denize olan deşarj anlamında tarımdaki kullanılan suni gübre ve ilaçlamanın çok ciddi maliyetleri var.
Bütün bunları yan yana koyduğumuzda çıkan tablo biraz karanlık. Türkiye’nin bunu görmesi lazım. Bunu tartışması ve kendine bir rota belirlemesi lazım. Tabii ki bu rotanın nereden geçeceği konusunda çok farklı tartışmalar olacak. Bu rotada nasıl yöntemler uygulanacağına dair çok farklı pozisyonlar olacak. Bunlar politik tartışmalar ve sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi lazım. Örneklemek gerekirse Türkiye’nin tartışmadığı ana başlıklardan bir tanesi enerji verimliliği. Hiç tartışılmıyor demiyorum ama belki de en başta tartışılması gereken konu. Binalardaki yalıtım meselesi mesela. Çok kabaca konuşuyorum, bina stokunun neredeyse yarısının sıvası yok. Keza su kullanımı çok ciddi bir sorun. Tarımın çok hızlı bir biçimde yüksek teknolojili bir sisteme geçmesi gerekiyor. Bu konuda adımlar atılıyor ama geç atılıyor. Harran çölleştikten sonra bir şey yapalım oluyor. Bunu çölleşmeden yapacaksın. Herkes söylemiş durumda. O kadar yüksek sıcaklığın olduğu bir yerde sen bu kadar su basarsan, bu kadar pamuk ekersen burası çöl olur uyarılarını dinlemiyorsun, çöl olduktan sonra herkesin aklı başına geliyor.
İklim ve kalkınma politikalarını uzlaştırmak nasıl mümkün olabilir? Hem azaltım hem de uyum süreçleri, siyasi karar almada nasıl bir yapılandırmaya ve sürece gerek duymaktadır?
Türkiye’deki büyüme büyük ölçüde inşaat gibi yoğun karbon ekonomisi üzerinden gidiyor. Türkiye özelinde böyle oldu. Biz de hep yazdık. Refet Gürkaynak’ın çok güzel bir çalışması vardı bu konu üzerine. Şevket Pamuk ile “Hitting the Wall” diye bir kısa bir çalışma yapmıştık. Böyle gidersek duvara çarpacağımız söylemiştik.
Büyüme meselesini sorgulamaya kalktığınızda insanlar, “Tamam o zaman elektrik kullanmayalım, ısınmayalım. Mağara günlerine geri dönelim, fakirlik devam etsin, biz kalkınmayalım” türü refleksif bir cevap veriyorlar. Onu düzeltmek gerekiyor. Dünyadaki çalışmalara baktığınızda küçülme meselesinin çok daha derin, çok daha kapsamlı ve çok boyutlu düşünüldüğünü görebilirsiniz. Pekâlâ, hem fakirliğe çözüm verebilecek hem işsizlik meselesi ile ilgilenebilecek bir yapı kurmak mümkün. Borçlanarak büyüyoruz. Borç alarak borcumuzu ödüyoruz. Ponzi oyunu devam edip duruyor. Mutluluk Endeksi gibi çok basit ölçümler yine de bir şey söylüyor. İnsanların mutluluğu çok mu artıyor? Hayır. 1950’lerden beri aynı şekilde devam ediyor. O halde “Bütün bu kavga niye” sorusunu sormak gerekiyor.
Bunun ötesinde nasıl daha yeşil ola biliriz sorusuna dair Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Doç. Dr. Sevil Acar’ın çalışması güzel veriler sunuyor. Çeşitli modellemeler ve simülasyonlar yapılmış durumda. Bunlar gerçekten çok kapsamlı çalışmalar. “Bizim kırmızı çizgimiz bu ve bunlardan vazgeçmeyeceğiz, bu paradigmadan gideceğiz” desen bile, bir sürü farklı yol var. Dolayısıyla onun da altını çizmek gerekiyor.
Düşük karbon ekonomisine geçmeye çalışan ülkelere dair hem siyasi hem ekonomik hem de toplumsal anlamda gözlemleriniz neler?
Avrupa’nın özellikle belli ülkelerinde, yeşil ekonomi, döngüsel ekonomi gibi bir sürü isimlerde kullanılıyor ya, ben bunları büyük ölçüde daha çevreye hassasiyet gösteren üretim ve tüketim süreçleri olarak tanımlıyorum. İsterseniz 3R, yani reuse (yeniden kullanma), recyle (geridönüşüm), reduce (azaltmak) olarak tanımlayabiliriz. Buralara baktığımızda arabanın üretiminde, asfalt dökümünde, bina yapımında inanılmaz yüksek teknolojili çözümlere gidildiğini görüyorsunuz. Bunların büyük bir kısmında da devlet katkısı var. Almanya niye, aşağı yukarı saat olarak bize göre %40 daha az güneş gören ülkesinde güneş enerjisini bu kadar yoğun kullanabiliyor? Çünkü Alman hükümeti güneş enerjisini destekliyor. “Sen ev yaparken çatını güneş panelleriyle yaparsan ucuz kredi veririm” diyerek destek veriyor. Peki bunu yapan ülkelere baktığınızda ekolojik ayakizlerinin azaldığını görüyor musunuz? Onu değerlendirmek lazım. Hayır azalmamış. Kesinlikle bunlar önemsizdir demiyorum, bunları yapmamız gerekiyor. Bundan daha ciddi bir yeniden yapılanmaya gitmediğimiz takdirde Avrupa gibi olacağız. Kabaca konuşuyorum, tüm dünya Avrupa gibi yaşasa dört tane dünyaya ihtiyaç var. Niye? Çünkü çok fazla tüketiyor. Bazı noktalara dikkat ediyor ama sabah kahvaltısında avokado veya kivi yemek istiyor. Tatiline bilmem nereye gitmek istiyor. Belirli hayat standartlarından vazgeçmek istemiyor. Bunlardan vazgeçmediğin zaman ekolojiye verdiğin zarar ve kullandığın kaynak miktarında çok fazla bir değişiklik olmuyor. Öyle bir simülasyon yapmadık ama bunlar bir de Türkiye gibi yaşasalar belki sekiz dünya gerekecek. Küçülme meselesi ile de birleştirmek lazım bu tartışmayı, aksi takdirde biz her şeyi aynı tutarsak daha yeşil ekonomiye geçmek, kirleten öder ilkesini (polluter pays principle) kullanmak, uygun vergiler koymak gibi uygulamalar yeterli olmayabilir. Küçümsemek adına söylemiyorum, bunları da yapmamız gerekiyor. Önümüzde Avrupa ülkeleri ve Kanada gibi örnekler var. Kişi başı çıkarttıkları çöp miktarı inanılmaz yüksek. Ki birçok Avrupa ülkesinin otel odasında kağıt için, organik için üç dört tane ayrı çöp kutusu var. Ama bu işlerde denge kaçtı. Dolayısıyla bu tartışmaları iki eksende görmek lazım. “Mevcut yapıyı biz nasıl daha yeşil hale getirebiliriz” sorusunu sormalıyız ama istediğin kadar bu işi yeşil yap, yine de ciddi bir ekolojik ayakizi üretiyorsun. Bu ayakizini üretmekten imtina etmenin yolu, büyüme meselesini tekrar sorgulamaktan geçiyor.