#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Yoksulluğun Adaletsizliğine Kapitalist Bir Yaklaşım

Nobel ödüllü ekonomist ve Columbia Üniversitesi Kapitalizm ve Toplum Merkezi direktörü Edmund S. Phelps, son yazısında yoksulluğa ve adaletsizliğe dair kendi çözüm önerilerini sunuyor.

Yazı: Edmund S. Phelps
Çeviri: S. Sena Akkoç

Dünyanın çoğu yerinde, daha az avantajlı gruplar ile ırk ve cinsiyet ayrımcılığının kurbanlarının düşük ücretlerle çalışmaları üzerine endişeler var. Düşük gelirli bekar anneler için vergi indirimleri, destek sağlayarak çocuklarının gelişimine katkıda bulunsa da çalışan insanlar arasında hala yetersiz beslenme, kötü sağlık ve madde bağımlılığı gibi yoksulluk belirtileri var.
Daha az dikkat edilen bir konu ise, birçok düşük ücretli işçinin genellikle çok az ödeme yapıldığı için düzgün işlerden vazgeçmek zorunda kalması. Bu işçiler, “iyi bir iş” olmadan “iyi bir hayata” da sahip olamazlar. Bu tür sonuçlar, özellikle gelişmiş ekonomilerde, bir şeylerin ters gittiğine dair korkunç işaretler; sorun “eşitsizlik” değil, yüksek derecede adaletsizlik.
Toplumun büyük bir kısmı, iş ve girişim ücretlerinde yaşanan düşüş nedeniyle derinden hayal kırıklığına uğradı. 1970’lerden beri, iş memnuniyetinde genel bir düşüşün yanında ABD’de ve daha sonra Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’nın bazı bölgelerinde ve diğer birçok ülkede gerçek ücret artışında fiilen bir durma yaşandı. Dahası, reel faiz oranları neredeyse kaybolma noktasına geldi. Bunun temelinde ise inovasyondaki düşüş yatıyor. Açıkça görülüyor ki, insan memnuniyeti mekanizmasındaki bazı eksiklikler yeterince ele alınmıyor.
Batı toplumları ekonomik adaleti sağlamak için çalışırken, esas olan yaygın bir iyi yaşam deneyiminin geri kazanılması ve sürdürülmesi. Bu, girişim kapitalizminde olduğu gibi, katılımcıların birikmiş servetlerini ve gelişmiş yeteneklerini çeşitli endüstriler kurmak ve çeşitli projelere yatırım yapmak için tahsis ettikleri anlamlı işler sağlamak anlamına geliyor. Bunu yapmak için de ülkeler, yeni ticari yöntemler ve ürünler tasarlayarak yaratıcılıklarını kullanabilen ve yeniliği destekleme şansını yakalayacak kadar bilge ve cesur insanlar yetiştirdi ve eğitti.
Aynı zamanda ekonomik adaletle ilgili bir tartışma da ortaya çıktı. Başkan adayı Joe Biden da dahil olmak üzere Demokrat Partililer, seçilirlerse son kongrelerinde kınanan adaletsizlikleri ele alacaklarına dair beklentileri artırdı. Bunun aksine Ronald Reagan’dan bu yana Cumhuriyetçiler ve Donald Trump, eşitsizliği azaltmayı hedefleyen önlemlerin ekonomik büyümenin önüne geçtiğini savundular.
Demokratlar, çalışan yoksulların son birkaç yıldır gelirlerini artırmaya yönelik 1960’larda Lyndon Johnson yönetimi tarafından yürütülen Büyük Toplum’u (Great Society) ve 1970’lerde Kazanılan Gelir Vergisi Kredisi (Earned Income Tax Credit) ile başlayan büyük ölçekli ABD programlarını unutmuyorlar. Ayrıca, yakın zamanda belirtildiği gibi, Demokratlar Medicare, Yemek Kuponu, Head Start gibi yasalar ile beyazlara ve azınlıklara aynı şekilde yardımcı olan bir dizi başka program yasası çıkardı. Bütün bunlar büyümeyi yavaşlattı mı?
Görünüşe göre üretkenlik artışı, daha doğrusu toplam faktör üretkenliği ve nihayetinde emek üretkenliği, bu yasanın yürürlüğe girmesinden hemen sonra yavaşladı ve internet devriminin zirve yıllarından bağımsız olarak, bastırılmış durumda kaldı. Yine de eski bir sözün dediği gibi: “Korelasyon nedensellik değildir.”
Uzun uzadıya tartışılan ve şimdi kapsamlı bir şekilde test edilen karşıt tezim, büyük üretkenlik yavaşlamasının gerçekten de Büyük Toplum’dan değil, yeni ticari ürünler ve yöntemler geliştirmeye hevesli insanların büyük ölçüde kaybedilmesinden kaynaklandığı. Elbette, Büyük Toplum’un yardım ettiği kişilerin suçlanması mantıklı değil. Her durumda, dezavantajlılara daha fazla yardım eden ülkelerin daha az büyümeye sahip olduğunu gösteren herhangi bir ekonometrik çalışma yok gibi görünüyor.
Ayrıca “mali kapasite ücreti” diye bir endişe de var. Bazı ekonomistler ve iş insanları, yoksulluğun önemli ölçüde azaltılması için gereken parayı toplama umuduyla zaten yüksek olan vergi oranlarını artırmanın çok daha fazla gelir toplamayacağından korkuyorlar. Hatta vergi mükellefleri işgücü arzlarını kestikçe ve şirketler verimliliklerini artırma konusundaki ilgilerini kaybettikçe gelir de kaybedilebilir. Yine de Batı ekonomilerinin, kesinlikle düşük vergili ABD ekonomisi dahil değil, mali kapasitelerinin sınırlarına ulaştığını gösteren bir akademik kanıt yok.
Bu nedenle ABD ve farklı derecelerdeki diğer Batılı hükümetleri, ekonomik adaletsizliğe saldırmak için yeterli alana sahip. Düşük ücretli işçilerin ücretlerini kabul edilebilir bir düzeye getirmek için devlet, en altta olanların ücretlerini en güçlü şekilde yükseltecek bir maddi destek takvimi oluşturmak isteyecek. Program daha sonra, artan ücret dilimleri için kademeli olarak daha düşük yardımlar belirleyecek.
Şu anda ekonomik adaletsizliğe gösterilen ilginin çoğu, filozof John Rawls’un yaklaşık 50 yıl önceki dönüm noktası niteliğindeki çalışması A Theory of Justice‘den geliyor. Rawls, dikkat çekici bir şekilde, adaletin ödenen en düşük maaşın ücretini maksimuma çekmek gerektiğini ve bunun da kapasitenin vergilendirilmesini gerektireceğini savundu. (Bundan kısa bir süre sonra 1974 tarihli bir makalede Rawlsçı vergilendirmenin bir modelini oluşturdum.) Tabii ki bir teori çok şeyden tek bir özet çıkarır ve Rawls her kaynaktan gelen yoksulluğa odaklandı. Bugün umudum, hem kapsayıcı hem de adil bir ekonomi için çalışmak.
Yoksulluktan çıkış yolunu bilmek önemli olsa da, yoksulluğa gitmeme yolunu bilmek de aynı derecede önemli. Evrensel temel gelire karşı çıkmalıyız; kamu geliri, bunun için üzücü bir şekilde kullanılmak yerine, düşük ücretli çalışanların özsaygılarını güçlendirerek ve gelirlerini kendilerini geçindirecek bir düzeye yükselterek daha iyi yönlendirilebilir. Ancak evrensel temel gelir, insanları ve çocuklarını işten uzaklaştırıyor ki bu, çoğu insan için kişisel tatmin ve dünyaya tatmin edici katılım için mevcut tek yol.

Yazının aslına buradan ulaşabilirsiniz.

EkoIQ Editör