“Ben de televizyona çıkıp iklim krizinin dehşetini, iktidarı elinde tutan ve hiçbir şey yapmayan insanlara açıklamaya çalıştım.”
Yazı: George Monbiot
Gazetecilerin kınamasına şaşırmamalı. İklim krizi hicvini izlememek için yüzlerce bahane üreten onlardı. Don’t Look Up (Yukarı Bakma) kör, kulak tırmalayıcı, kendini beğenmiş… Ancak asıl sorunu dile getirmediler; kendileri hakkında olanı. Bana göre film, kamusal hayatın gülünç başarısızlıklarının güçlü bir yıkımı. Başarısızlıkları en fazla ortaya çıkan sektör ise medya.
Film hızlı ve komik olsa da birçok çevre aktivisti ve iklim bilimci için fazlasıyla gerçekti. Filmi hayatım gözlerimin önünden geçmiş gibi izledim. Filmdeki bilim insanları gezegeni yok edecek olan bir kuyruklu yıldızın yaklaştığına dikkat çekmeye çalışırken medyanın ördüğü Büyük İnkar Duvarı’na çarpıp 10 saniyelik dikkat süreleri boyunca politikacılara dert anlatmaya çalışırken yıllardır içimde hissettiğim hayal kırıklıkları ve çaresizlik taşmaya başladı. Görsel: Don’t Look Up – Netflix
Her şeyden önce kuyruklu yıldızı keşfeden bilim insanı bir televizyon programında ünlü dedikodularının arkasına itilirken ve öfkeden patlarken geçtiğimiz kasım Good Morning Britain’da kontrolümü kaybedişimi hatırladım. Program, Glasgow’daki COP26’dan kısa süre sonra hükümetler arasında hükümetlerin en ciddi sorunları ele almada başarısızlık olduklarını gördüğümüz zamandaydı. Binlerce kez biz neyin beklediğini açıklamaya çalıştım ve kendimi tutamayarak gözyaşlarına boğuldum. [su_spoiler title=”İklim Değişikliği Aktivisti, Good Morning Britain Tartışması Sırasında Gözyaşlarını Tutamadı | GMB” icon=”arrow”][su_youtube_advanced url=”https://www.youtube.com/watch?v=gJnxj6kiAKU” width=”340″ height=”280″ autohide=”no” theme=”light”][/su_spoiler]
Hala bu durumdan utanıyorum. Sosyal medyada bu olaya yanıt, filmdeki gibi aşağılayıcı ve acımasızdı: Numara yapıyordum, histeriktim, akıl hastasıydım… Ancak nerede olduğumuzu ve bizi neyin beklediğini bilerek, güç sahiplerinin kayıtsızlığını görerek, varoluşsal sorunumun önemsiz şeyler karşısında nasıl marjinalleştirildiğini görerek şu an anlıyorum ki kendimi kaybetmemiş olsaydım sorun bende olurdu.
Büyük zorluklarla mücadele ederken kendimizi hep aynı güçlerle karşı karşıya buluyoruz: dikkat dağıtma, inkar etme ve yanılsama. Yaşam destek sistemlerinizin çöküşü için alarm çalmaya çalışanlar kısa bir süre sonra biz ve erişmeye çalıştığımız insanlar arasındaki ‘medya’ denen engele çarpıyor. İletişimi kolaylaştırması gereken bu sektör, birkaç dikkate değer istisna hariç iletişimi engelleyen bir durumda.
Mazeretleri kabul edilemeyecek olanlar yalnızca bireysel aptallıklar değil, aynı zamanda iklim inkarcılarına sürekli yer veren platformlar. Medyanın kendini adamış olduğu, yapısal bir aptallık. Entelektüellik karşıtlığı, yeni fikirlere düşman olma ve karmaşıklıktan kaçınma… Bu durum, ahlaki bir ciddiyet eksikliği. Ünlüler ve tüketilebilir dedikodular hakkındaki boş konuşmalar, dünyanın hayatta kalmasından daha öncelikli konumda.
Bu, verilen sinyallerden bağımsız olarak gürültü üretme takıntısı ve her ne olursa olursan statüko ile uyum içerisinde olma durumu. Bu, en bencil ve antisosyal insanların görüşlerinin sonu gelmeyen tanıtımı ve bizi felaketten korumaya çalışanların “aşırı” ve “çılgın” oldukları gerekçesi ile dışlanması (BBC’deki arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla bu sözler hala çevre aktivistleri için kullanılıyor).
Bu oyalayıcı tüccarlar konuyu ele aldıklarında bile uzmanlarla görüşmek yerine aktörler, şarkıcılar ve diğer ünlü kişilerle röportaj yapmayı tercih ediyorlar. Medyanın oyunculara olan takıntısı, Guy Debord’un 1967’de yayınlanan The Society of the Specatcle (Gösteri Toplumu) kitabıdaki tahminlerini haklı çıkarıyor. Maddenin yerini görünüş alıyor. Çünkü artık en ciddi konular bile işleri, başkalarının kişiliğini benimsemek veya başkalarının sözlerini söylemek olan kişiler tarafından dile getirilmek zorunda.
Benzer şekilde Glasgow ve başka yerlerdeki hükümetlerin mazeret sunamayacakları durum bireysel başarısızlıkları değil, tüm müzakere çerçevesinin başarısızlığı. Dünya sistemleri yıkılma noktasına yaklaşırken hükümetler hala sorunu on yıllık periyotlarda küçük adımlar atarak çözmeyi teklif ediyor. [su_pullquote align=”right”]Hükümetler neden gezegeni değil de bankaları kurtarmak için çabalıyor?[/su_pullquote]Sanki 2008’de Lehman Brothers çöktüğünde ve küresel finans sistemi sarsıldığında, hükümetler, o zamandan 2050’e kadar bankaları günde birkaç milyon sterlin ile kurtaracaklarını açıklamışlardı. Durum böyle olsaydı sistem, 40 yıl önce tamamen çökmüş olurdu. Uygarlıkla ilgili asıl soru şu: Hükümetler neden gezegeni değil de bankaları kurtarmak için çabalıyor?
Dünya sistemi çöküşe doğru hızla ilerlerken alarmın sesini yükseltmeye çalışmak kalın bir cam levhanın arkasına hapsolmuşuz gibi hissettiriyor. İnsanlar ağzımızın açılıp kapandığını görebiliyor ancak ne dediğimizi anlamakta zorluk çekiyor. Telaş içinde cama çarptığımızda ise daha çok delirmiş gibi görünüyoruz. Durum gerçekten delirtici. 22 yaşımdan beri bu konularda güven ve umutla çalışıyordum. 59 yaşıma girmek üzereyim ve güven yerini korkuya bırakırken umut da korkuya dönüşüyor. Üretilmiş kayıtsızlık, duyulmamızı engellediği için kendimi nasıl tutacağımı bilmek giderek zorlaşıyor. Artık çoğu gün ağlıyorum.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.