Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA) Direktörü Bengisu Özenç, Türkiye’nin yalnız güçlü bir emisyon azaltım hedefi belirleyerek küresel çabalara hakkaniyetli bir sorumluluk bölüşümü çerçevesinde katkı sağlayabileceğini, açıkladığı 2053 net sıfır hedefi konusundaki azmini bir kez daha vurgulayabileceğini ve bu hedefe ulaşırken zamana yayılmış bir eylemle daha az maliyetle karşılaşacağını ifade ediyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Aralarında SEFİA’nın da bulunduğu 12 STK, Türkiye’nin 2030’a kadar en az %35 mutlak emisyon azaltımına gitmesi gerektiğini belirtti. Bu hedef hangi kriterlere göre belirlendi?
Küresel ortalama sıcaklıkların 1,5 dereceyi aşmaması için 2030 yılına kadar seragazı emisyonlarında keskin bir düşüş sağlayacak acil ve güçlü azaltım önlemlerine, yani iddialı iklim hedeflerine ihtiyaç var. Aksi takdirde bugün de karşılaştığımız seller, kuraklıklar, fırtınalar gibi aşırı hava olaylarıyla daha sık ve daha şiddetli şekilde karşılaşmaya devam edeceğiz. Geçtiğimiz 20 yılda karşılaştığımız iklim değişikliği kaynaklı felaketlerin sayısı bir önceki 20 yıllık döneme göre büyük oranda arttı. Birleşmiş Milletler Afet Riskini Azaltma Ofisi sellerin %44, fırtınaların %28 oranında arttığını raporluyor. Felaketler sağlık başta olmak üzere ekonomik maliyetleri de yükseltiyor. İklim değişikliğinin getirdiği maliyetler, doğrudan ve dolaylı, tüm etkileriyle birlikte değerlendirildiğinde, ülkeler için dönüşümün ihtiyaç duyduğu yatırım maliyetinden artık çok daha yüksek bir seviyeye gelmiş durumda. İklim krizinin bedelini de çoğunlukla söz konusu etkilere karşı kendini koruyacak finansal ve fiziksel imkanlara sahip olmayan, toplumun en kırılgan kesimlerinin ödediğini görüyoruz.
Yakın zamanda Pakistan’da yaşanan sel felaketi bunun en net örneği. Küresel emisyonların yaklaşık olarak yüzde yarımından sorumlu olan Pakistan’ın üçte biri sel suları altında kalırken binlerce kişi hayatını kaybetti. Yani mevcut küresel ekonomik sistemin bizi sürüklediği, var olan adaletsizliği çoğalttığı bir iklim kriziyle karşı karşıyayız ve acil önlem almamız gerekiyor. Küresel olarak ortaklaşılmış ve Paris Anlaşması’nın da hedefi olan 1,5 derece hedefini mümkün kılabilmek için yüzyıl ortası itibarıyla net sıfır emisyonlu yani insan faaliyetleri kaynaklı seragazı emisyonlarının yine insan kaynaklı yutak alanların restorasyonu, doğa tabanlı karbon tutma gibi faaliyetlerle dengelendiği bir düzene geçilmesi gerekiyor. 2050 yılına doğru çizilen bu patikanın karbondioksit emisyonlarının 2030 yılına kadar (2010 yılına kıyasla) %45 azaltılmasını gerektirdiği de tüm dünyadan binlerce bilim insanının katkı sağladığı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarında vurgulanıyor. Türkiye de tam bir yıl önce hem Paris Anlaşması’nı onaylayarak hem de 2053 yılına kadar net sıfır emisyonu hedeflediğini açıklayarak küresel mücadelede daha ciddi bir aktör olarak yer alma niyetini beyan etti. Çünkü Türkiye’nin 2015 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryası’na (BMİDÇS) sunduğu “niyet edilen” Ulusal Katkı Beyanı’nda azaltım senaryosu altında dahi emisyonlarını 2010 yılına göre iki katına çıkarmayı hedefliyordu.
Bu beyan uluslararası kuruluşlar tarafından elbette “kritik seviyede” yetersiz olarak değerlendirilmişti. Türkiye şimdi BMİDÇS sekretaryasına güncellenmiş NDC’sini sunmak üzere hazırlanıyor. İklim alanında çalışan sivil toplum ve araştırma kuruluşları olarak bizim de talebimiz Paris Anlaşması’na taraf olan ve 2053 net sıfır hedefini açıklayan Türkiye’nin pozisyonunun sorumluluğunu üstlenerek net sıfır patikasıyla uyumlu, iddialı bir 2030 hedefi açıklaması. Bu talep Türkiye’nin 2015 yılında açıkladığı gibi “artıştan azaltım” ya da “göreceli” bir azaltım hedefini tümden reddediyor ve bir “mutlak azaltım” hedefi ortaya koyuyor. Talebin altında imzası bulunan kurumlar olarak 2020 yılına göre %35’lik bir mutlak azaltım hedefinin bilimsel, gerçekçi ve erişilebilir olduğunu söylüyor ve bilimsel dayanaklarımızı da sıralıyoruz.
Böylelikle Türkiye’nin küresel çabalara hakkaniyetli bir sorumluluk bölüşümü çerçevesinde katkı sağlaması, açıkladığı 2053 net sıfır hedefi konusundaki azmini bir kez daha vurgulaması ve bu hedefe ulaşırken zamana yayılmış bir eylemle daha az maliyetle karşılaşması muhtemel olacak.
Küçülme (degrowth) tartışmalarını bir kenara alırsak ekonomik büyümeyi devam ettirirken karbon salımını azaltmak mümkün müdür ve nasıl başarılabilir? STK’ların belirlediği 2030 hedefi bu açıdan nasıl bir yaklaşıma sahip?
Talebimiz oldukça zamanlı bir şekilde hazırlanmış olan iki bilimsel çalışmaya dayanıyor. Bunlardan biri İstanbul Politikalar Merkezi tarafından hazırlanmış ve Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefini açıklamasından yaklaşık bir yıl önce, 2050’de net sıfır olma hedefini bilimsel olarak temel alan “Türkiye’nin Karbonsuzlaşma Yol Haritası: 2050’de Net Sıfır” raporu. Diğer bir çalışma ise Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefini mümkün kılacak bir elektrik sektörü dönüşümü yol haritasını değerlendiren “Karbon Nötr Türkiye Yolunda İlk Adım: Kömürden Çıkış 2030” raporu. Her iki rapor da Türkiye’nin büyüme hedeflerini ve bu büyümeyi sağlayacak enerji arzını tehlikeye atmadan bir dönüşümün, emisyon azaltımının mümkün olduğunu gösteriyor. Çalışmalar aynı zamanda sanayide, binalarda ve ulaştırmada artan elektrifikasyon nedeniyle yükselecek olan elektrik talebini de dikkate alması bakımından önemli. Bu çalışmalardan yola çıkarak bizi 2030’da %35’likemisyon azaltımına ulaştıracak önlemleri şöyle sıralayabiliriz:
Her şeyden önce 2030’a kadar elektrik üretiminde istisnasız bir şekilde kömürden çıkılması gerekiyor. Karbon yakalama teknolojileri gibi, ticari olarak uygulanabilirliği ve karbon yakalamadaki verimliliği tartışmalı, yanıltıcı bazı çözümlerle fosil yakıt (özellikle de kömür) kullanımının planlara dahil edilmesi iklim hedeflerini de tehlikeye atıyor. Kömürden çıkılması ile enerji arz güvenliğini tehlikeye atmadan %75 oranında yenilenebilir kaynaklardan üretilen elektriği sisteme entegre etmek mümkün. Elbette, bu seviyede bir karbonsuzlaşma için her ne kadar elektrik sektörü kilit önem taşısa da tek başına yeterli değil. Enerjinin diğer alanlarında da bazı adımların atılması gerekiyor. Ulaşımda binek araçlarda %20, toplu ulaşım ve yük taşımacılığında %10 oranında elektrikli araçlara geçiş sağlanmalı. Demiryolu taşımacılığının da toplam ulaştırma içerisindeki payı artırılmalı. %35 hedefi için demiryolunun payı bireysel ulaşımda %5, ulaştırma ve yük taşımada %10’a ulaşmalı. Sanayi ve tarımda enerji verimliliği, elektrifikasyon ve doğrudan yenilenebilir enerji kullanımı artırılırken binalarda ısınmada da büyük ölçüde elektrikli ısınmanın sağlanması gerekli.
Çokça dillendirilmemesine karşın şu an yaşanan enerji krizi aslında bir fosil yakıt krizi. Yanı sıra genel olarak dünya ve özel olarak Türkiye yüksek enflasyonla da mücadele ediyor. Tüm bunların arasındaki bağ da nedense yeterince tartışılmıyor. Yenilenebilir enerjinin birbirine girmiş bu ekonomik düğümü çözmede bir işlevi olabilir mi?
Aslında yaşadığımız krizin bir fosil yakıt krizi olduğu ve kısa vadede kömüre dönüş gibi bazı acil önlem planlarının alınmış olmasına karşın orta ve uzun vadede enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye geçişi destekleyen önlemlerin de önünü açtığı artık daha da çok dillendiriliyor. Buna ilişkin işaretleri hem Avrupa Birliği’nin Mayıs ayında Rusya’ya olan fosil yakıt bağımlılığını 2027 yılına kadar sonlandırma ve yeşil dönüşümü hızlandırma motivasyonuyla yürürlüğe koyduğu REPowerEU planından ve Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) Direktörü Fatih Birol’un son dönem konuşmalarından izlemek mümkün. REPowerEU planı kısa vadede enerji verimliliğini iyileştirmeyi ve fosil yakıt kaynak ülkelerini çeşitlendirmeyi hedeflerken orta ve uzun vadeye yönelik olarak da yeşil dönüşümü hızlandırmayı amaçlıyor.
Fatih Birol ise geçtiğimiz günlerde Financial Times’da yayımlanan makalesinde içinden geçmekte olduğumuz krizin bir fosil yakıt krizi olduğunu üç önemli noktayı öne çıkararak vurguluyor: 1) Dünyanın en büyük fosil yakıt üreticilerinden biri olan Rusya, önemli bir güç kaybına uğramış durumda. 2) Bugünkü krizin nedeni yenilenebilir enerji kaynakları değil ve daha fazla yenilenebilir enerji kaynağının sistemde olması krizin etkisini hafifletebilir. 3) İçinden geçmekte olduğumuz kriz iklim değişikliği ile mücadeleyi yavaşlatmayacak, tam tersine hızlandıracak özelliklere sahip. Yüksek enerji fiyatlarının küresel enflasyon sorunundaki katkısı tartışılmaz. Türkiye’de enerji fiyatlarından kaynaklı enflasyona elbette bir de yanlış ekonomi politikaları eşlik etmekte ve bizi hiperenflasyon patikasına mahkum kılmış durumda.
Enflasyonu yalnızca enerji fiyatları tarafından tartışacak olursak yeşil dönüşümün bu soruna açık bir cevap olabileceği de ortaya çıkıyor. Son 40 yılın en yüksek enflasyon oranıyla mücadele eden ABD, geçtiğimiz ay senatoda onayladığı Enflasyonla Mücadele Kanunu’nda iklim değişikliği ile mücadeleyi merkeze oturtmuş durumda. Kanun kapsamındaki yatırımların %85’ini (370 milyar dolar) enerji güvenliği ve iklim değişikliğine aktaracak olan ABD, 2030 yılına kadar emisyonların 2005 seviyesine göre %43 oranında azaltılmasını hedefliyor. Böylelikle daha önce söz verdiği gibi 2030 yılına kadar emisyonlarını %50 oranında azaltma yönünde ciddi bir adımı da atmış oluyor. Kısacası, enerji krizi öncesinde ekonomik durgunluğa bir cevap olarak yeni bir büyüme stratejisi çerçevesinde popülerlik kazanmış olan yeşil dönüşümü, artık enerji bağımsızlığı ve enflasyonla mücadele gibi faydalarıyla birlikte daha geniş bir çerçeveden savunmak da mümkün.
Türkiye’nin 2053 hedefi Orta Vadeli Programa (OVP) dahil edildi. Karbon nötr olma hedefi böylelikle ilk kez bir ekonomik programda yer aldı. 2030 hedefi üzerinde de bunun olumlu bir yansımasını bekleyebilir miyiz?
Biz 2053 hedefini, açıklandığı günden bu yana olumlu bir işaret olarak kabul ettik ve bu doğrultuda, 2053’ü ulaşılabilir kılacak politika kararlarının alınmasına yönelik süreçleri ilgiyle takip ediyoruz. Şubat 2022’de yapılmış olan İklim Şurası ne yazık ki bu yöndeki beklentilerimizi karşılamadı, özellikle kömürden çıkış gibi zorlu kararların alınmasında iyi bir sınav verilmedi. İklim Şurası’ndan beklentilerimizi ve alınan tavsiye kararlarına ilişkin değerlendirmelerimizi iklim alanında çalışan STK’lar olarak daha önce de duyurmuştuk. Yeni açıklanan OVP de dahil olmak üzere mevcut politika dokümanları bizi 2053 hedefine ulaştırmanın henüz çok gerisinde. Başında da ifade ettiğim gibi iklim hedeflerine ulaşabilmek için bugün acil ve güçlü azaltım önlemlerinin alınmasına ihtiyacımız var. Daha cesur bazı kararların alınmasını bekliyoruz ancak ne yazık ki çerçeve dokümanlarında bu yönde sinyalleri göremiyoruz. Ancak 2053 net sıfır hedefinin bu dokümanlarda yer alması hepimiz için bir çıpa görevi görüyor ve politikaların tutarlılığını sorgulamamızı sağlıyor. Bu anlamda olumlu bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. 2030 hedefinin OVP ile ne kadar uyumlu olacağını ise bekleyip göreceğiz.