#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Zaman Değişiyor, Yüzmeye Başlasak İyi Olur!

9 Kasım 1989’da dünyayı iki bloka ayıran Berlin Duvarı yıkılarak yerini Batı’nın liberal demokrasisinin “üstünlüğüne” bırakmıştı. 27 yıl sonra, aynı gün, güney komşusuyla arasına “gerçek” bir duvar örme niyetinde olduğunu açıklayan, ik­lim değişikliğine oldukça şüpheci yaklaşan, “Önce Amerika” diyerek küreselleşme karşıtı, milliyetçi yaklaşımlarını sergileyen Donald Trump, Beyaz Saray’ın yeni sakini oldu. Geçen yıl Brexit ile benzer bir şaşkınlık yaşayan ve “aşırı sağ” eğilim­lerin giderek güçlendiği Avrupa’nın lokomotif ülkelerinde de bu yıl seçimler var. Madalyonun diğer yüzünde ise son iki yıldır belki de tarihin en önemli çoktaraflı uzlaşmalarına tanık oluyoruz: Birleşmiş Milletler’in Eylül 2015’te açıkladığı 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi ve Kasım 2016’da yürürlüğe giren Paris Anlaş­ması. Peki küresel işbirliğine en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda, küreselleş­me karşıtı, milliyetçi söylemlerin çoktaraflılığa, uluslararası anlaşmalara etkisi ne olacak? Milliyetçilik ve iklim eylemi arasında nasıl bir ilişki var? ABD’nin iklim değişikliğiyle mücadelede “liderlik”ten olası çekilme durumu dünyayı nasıl etkile­yecek? Bu sorulara net yanıtlar vermek şu an çok mümkün olmasa da, bugüne nasıl geldiğimizi anlamanın ve oturup ciddiyetle yeni bir düzen üzerine düşünmemizin vaktidir. Zaman aleyhimize, teknoloji lehimize işlerken, gezegenimizin kaderi sa­dece hükümetlere bırakılamayacak kadar ciddiyet arz ediyor.
Nevra YARAÇ

8 Kasım 2016’da Dünya Me­teoroloji Örgütü (WMO) ge­çen beş yılın, kayıtlara göre, ölçülen en sıcak yıllar olduğunu açıkladı. Tüm araştırmalar kutup buzullarının erime hızının bekle­nenin üzerine çıktığını gösteriyor. Üstelik aşırı hava ve iklim olayların­da, tehlikeli ve maliyetli etkileriyle insan ayakizi giderek daha görünür hale geliyor. Ve bütün bunların çarpıcı sonuçları dünyanın dört bir yanında kendini yıllardır gösteriyor: Doğu Afrika’da 2010-2012 arasında yaşanan kuraklık 258 bin kişinin ölümüne neden olmuş, 2011’de Gü­ney Asya’daki sel 800 insanın canını almış ve 40 milyar dolar ekonomik zarar yaratmış, 2012’deki Sandy Ka­sırgası ABD ekonomisine 67 milyar dolara mal olmuş, 2013’teki Haiyan tayfunu Filipinler’de 7800 kişinin, 2015’te Hindistan ve Pakistan’daki sıcaklık dalgaları da 4100’den fazla insanın canına mal olmuştu. Mevcut koşullarda, milyonlarca insan da risk altındaydı…
Aynı gün, 8 Kasım 2016’da dünya­nın “süper güç”ü yeni başkanını belirlemek üzere seçime gitti. Aday­lardan biri iklim değişikliğine, bu değişimde insanın rolüne inanma­yan Donald Trump’tı.
Şimdi biraz geriye, 9 Kasım 1989’a gidelim. O gün, dünyayı 2. Dünya Savaşı sonundan beri iki bloka ayı­ran Berlin Duvarı, komünizm ve ka­pitalizmin on yıllarca süren “soğuk savaş”ının ardından yıkılarak yerini Batı’nın liberal demokrasisinin “üs­tünlüğüne” bıraktı.
27 yıl sonra, 9 Kasım 2016’da, gü­ney komşusuyla arasına “gerçek” bir duvar örme niyetinde olduğunu açıklayan Donald Trump, Beyaz Saray’ın yeni sakiniydi artık…
Hem dünyada hem de Türkiye’de oldukça hareketli, acı ve öfke dolu günler geçirmiş ve artık “şaşırma eşiğimiz” epey yükselmiş olsa da, Trump’ın seçimi kazanması bütün dünyayı ters köşe yaptı. “Önce Ame­rika yaklaşımıyla küreselleşme karşıtı söylemleri, yabancı düşman­lığı, siyasetteki tecrübesizliğiyle bu popülist milyarderin ABD’yi yönet­meye aday olması bile birçok insa­na inandırıcı gelmezken başkanlık, gerçekten beklenmiyordu. “Küre­selleşmenin kaybedenleri”ne oyna­yan Trump, yoksulluk, eşitsizlik ve öfkeyi oya dönüştürmeyi başarmıştı.
Üstelik bu sadece ABD ile sınırlı bir gerçeklik de değildi. Sol yanımızda, tarihin en önemli barış projelerinden Avrupa Birliği’nin (AB) lokomotifi olan ülkelerde de benzer söylemler, yeni değil, yıllardır zemin kazanma­ya devam ediyordu. Sağ yanımızda süren savaşın milyonlarca insanı ye­rinden etmesi ise bu zemini daha da güçlendiriyor. İngiltere’nin AB’den ayrılma yönünde adım atması, namı diğer Brexit’in ardından Almanya, Fransa, Hollanda’daki seçimler de 2017 ajandasının en önemli madde­leri olacak gibi…

Çoktaraflılığın Sonu mu?
Madalyonun diğer yüzünde ise son iki yıldır belki de tarihin en önemli çoktaraflı uzlaşmalarına tanık olu­yoruz: Önce Birleşmiş Milletler’in Eylül 2015’te açıkladığı 17 Sürdü­rülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) ve Aralık 2015’te Paris’te düzenlenen COP21 zirvesinde 25 yıl süren mü­zakerelerin ardından oluşturulan Paris Anlaşması. Nisan’da imzaya açılan ve Kasım 2016’da yürürlüğe giren bu anlaşma, iklim değişikliği gibi karmaşık bir konuda devlet dışı aktörlerin, tehdit altındaki ada devletlerinin, gelişmekte olan eko­nomilerin ve sanayileşmiş ülkelerin sesini duyuran COP21’de çerçevesi çizilen etkin bir çoktaraflılık örne­ğiydi. SKH’ler ise “Yoksulluğa son; açlığa son; sağlıklı bireyler; nitelikli eğitim; toplumsal cinsiyet eşitliği; temiz su, hijyen ve halk sağlığı; eri­şilebilir ve temiz enerji; insana yakı­şır iş ve ekonomik büyüme; sanayi, inovasyon ve altyapı; eşitsizliklerin azaltılması; sürdürülebilir şehir ve yaşam alanları; sorumlu tüketim ve üretim; iklim eylemi; sudaki yaşam; karasal yaşam; barış ve adalet” ve en önemlisi “hedefler için ortaklık­lar” diyordu.
İşin aslı, yaşadığımız günlerde te­razinin bir tarafında küreselleşme karşıtı söylemler, milliyetçilik, içe kapanma, korumacılık; diğer tara­fında da gezegenin ve toplumların varlıklarını sürdürülebilmesi için tüm dünyanın topyekûn seferberli­ğini gerektiren hedefler var.
NATO eski genel sekreteri Javier Solana da 2 Aralık’ta yayınlanan “Why multilateralism still matters” (Çok taraflılık neden hâlâ önemli) başlıklı yazısında Batı’da uluslara­rası yönetişime ve ekonomik küre­selleşmeye inancın azaldığını vur­gulayarak adaletsizlik ve eşitsizlik hisleriyle hareket eden seçmenlerin, bu durumu daha da ileri götürecek siyaseti reddettiğini söylüyor ancak “Bu seçimleri besleyen şikayetler gerçek olsa da tedavi hastalıktan daha fazla zarara neden olacak gibi” diye ekliyor. Solana, içe dön­menin özellikle Batılı liberal demok­rasiler için yaşanabilir bir seçenek olmadığını, karşı karşıya olduğu­muz sorunların ve fırsatların ulu­sal sınırları tanımadığını söylüyor. “Dünya kapalı sınırlar ve tek taraflı çözümler noktasını geçti. Halihazır­da küreselleşmiş durumdayız, şimdi ekonomik ve mali istikrar kadar ba­rış ve güvenliği destekleyecek küre­sel kurallara da ihtiyacımız var”.
Peki siyasi ve ekonomik alanda ya­şanan bu gelişmeler, yine siyaset ve ekonomiyle son derece ilişkili olan iklim değişikliğiyle mücadelede ve sürdürülebilir kalkınma hedefle­rine ulaşma yolunda nasıl etkiler yaratacak? Milliyetçilik ve iklim eylemi arasında nasıl bir ilişki var? ABD’nin iklim değişikliğiyle müca­delede “liderlik”ten olası çekilme durumu dünyayı nasıl etkileyecek?
Yıllardır tüm dünyada yaşananların (tek tek saymaya gerek yok, tekno­loji sayesinde hepsinden anında ha­berdar olabiliyoruz) nedenleri farklı olsa da oluşturdukları tehditler ulus ötesi nitelikte. Finansal krizlerden  salgın hastalıklara, iklim değişik­liğinden siber savaşa bu tehditler çoğunlukla kurbanlarının Türk mü, Fransız mı, Suriyeli mi, Etiyopyalı mı olduğunu umursamıyor. Bay­raklarımız, dinlerimiz, ırklarımız bu tehdit unsurlarını ilgilendirmiyor.
350.org’un kurucusu, yazar ve akti­vist Bill McKibben, “Savaş kelime­sini bir metafor olarak kullanırız” diyor. “Yoksullukla savaş, uyuşturu­cuyla savaş, kanserle savaş…” “Bu beğenmediğimiz bir şeye odaklan­mamızı ya da güçlerimizi onu dü­zeltmeye vakfetmemiz gerektiğini ifade eden bir terimdir. Ancak kar­bon ve metan fiziksel alanları ele geçiriyor, panik yaratıyor, can alıyor hatta hükümetleri istikrarsızlaştırı­yor. Küresel ısınma bir dünya sava­şına ‘benzemiyor’, dünya savaşının ‘ta kendisi’. Kurbanları da ironik olarak bu krize en az neden olanlar. Ama bu savaş hepimizi hedef alıyor. Kaybettiğimiz takdirde de kazanan­lar olmayacak” diyor McKibben.
İşte tam da bu nedenle acil çözüm gerektiren bu sorunlarla mücadele küresel işbirliği gerektiriyor. Bu da bize, belki de bildiğimiz anlamda küreselleşmenin yerine başka türlü bir küreselleşme yaklaşımına ihtiya­cımız olduğu hatırlatıyor. Ama na­sıl? Bu “yeni” yapıyı şekillendirmek kuşkusuz “eskinin” açmazlarını, yani bizi bugüne getiren, en güncel örneğiyle Trump’ı ABD başkanı ya­pan koşulları, onun iklim değişikliği ve uluslararası işbirliklerine dair fi­kirlerini anlamaktan ve benzeri ko­şullarda yakın gelecekte bizi nelerin beklediğini görmekten geçiyor.

“Karbondioksit Sınır Tanımaz”
350.org kurucusu, yazar ve aktivist Bill McKibben ve 350.org genel direktörü May Boeve, iklim değişikliği ile mücadelede “Trump etkisi”ni EKOIQ’ya değerlendirdi.
Bill McKibben: Küresel ısınma temelde küresel bir karşılık gerektirir: Paris Anlaşması şimdiye kadar buna yaklaştığımız en yakın noktaydı. Şayet Trump anlaşmayı milliyetçilik adına bir kenara atarsa, belli bir zaman diliminde bu sorunun üstesinden gelmek için bunun yerine ciddi ve anlamlı başka bir şey gelmeyecektir. Eğer herkes evine dönüp kendi ülkesine odaklanmak isterse, öncelikle bu sorunla uğraşmak zorunda kalacaklar, zira karbondioksit sınır tanımaz.
May Boeve: İklim değişikliği herkesin birbirine bağlı olduğunun altını çiziyor. Dünyanın bir ucunda olanların diğer ucunu nasıl etkilediğini en net şekilde gözler önüne seriyor. Türkiye’deki bir kömür santralı, Fiji’de deniz seviyelerini etkiliyor; ABD’deki bir hidrolik kırılma Sahraaltı Afrika’daki kuraklığı körüklüyor.
Bu gerçeklik, daha önce görülmemiş düzeyde bir küresel işbirliği için fırsat sunmasının yanında en güçlü ticari çıkarlar için de bir tehdit oluşturuyor. Yeni bir küreselleşmeyi tam olarak hayata geçirebilmek için güneş ve rüzgar gibi temiz kaynakların güdümünde, sadece merkezi ve sıklıkla da yolsuzluğa bulaşmış şirketler tarafından kontrol edilmeyen yeni tür bir ekonomi inşa etmeliyiz. Toplu taşımayı yeniden canlandıracak, şehirleri daha yürünebilir, havası daha temiz, trafik yoğunluğu azalmış güvenli yerler haline getirebilecek bir enerji sistemine ihtiyacımız var.
Bunların hepsi, insanların bir araya gelip yerel, eyalet çapında, ulusal ve küresel düzeylerde eyleme geçmesiyle gayet mümkün. Bu, doğmaya çalışan yeni küreselleşme. En son benim ülkemde Donald Trump’ın seçilmesinde olduğu gibi birçok seçimde daha iyiye gitme yolunda bir eğilimin geri teptiğini görüyoruz. Trump’ın gündemi kömür ve petrol şirketlerini destekliyor, destekleyeceğini iddia ettiği insanları değil. Eğer gündeminde insanlar olsaydı biz iklim değişikliğini daha ciddi ele alır ve temiz enerji konusunda araştırmalar yapıyor olurduk. Ama aksine o tam tersini ortaya koyuyor. Dünyanın her yerindeki hareketlerde görüyoruz ki gündem her defasında tersine işleyecek. Nefret karşısında dirençlilik ve cesaretin peşinden gideceğiz.

Yerleşik Düzeni Reddetme
Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens’in ardından Türkçe versiyonu geçen ay yayınlanan ikinci kitabı Homo Deus-Yarının Kısa Bir Ta­rihi adlı çalışmasında Yuval Noah Hariri, sıradan seçmenin demokra­tik mekanizmanın artık onları yet­kin kılmadığını hissetmeye başladı­ğını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Dünya, seçmenlerin gözü önünde çepeçevre değişiyor ve onlar bu değişimin neden ve nasıl gerçekleş­tiğini anlayamıyor. Güç ellerinden kayıp giderken bu gücün nereye gittiğini bilmiyor. İngiliz seçmen bu gücün kendi ellerinden kayıp AB’ye göç ettiğini düşündüğünden Brexit lehine oy kullandı. ABD seç­meleri tüm gücün ‘kurulu düzen’in tekelinde olduğuna inandığı için yerleşik düzene farklı açılardan kar­şı çıkan Barnie Sanders ve Donald Trump gibi adayları destekledi. Üzü­cü olan şu ki kimse tüm bu gücün nereye gittiğini bilmiyor. İngiltere AB’den çıktığında ya da Trump Be­yaz Saray’ı aldığında sonuçta güç sı­radan seçmenin eline dönmeyecek”.
Dünya basınını taradığınızda, son altı ayda bu konuda işin ehli di­yebileceğimiz isimler tarafından yazılanlar neyin, nasıl olduğunu; bizi nasıl bir dünyanın beklediği­ni ortaya koyuyor aslında. Evet, İngiltere’de de, ABD’de de seçmen­ler, statükoya karşı tepkisini ortaya koydu. Mevcut siyasetin kendileri için işlemediğini göstermek için oy pusulalarını kullandı. Yeni bir şey istiyorlar ama bu nasıl bir şey onu da çok iyi bilmiyorlar. Kurulu düze­ne başkaldırırken, alternatifler bizi iyi bir yere götürüyor mu, büyük bir soru işareti…

İşte bu konuda birkaç görüş:
Amerikalı iktisatçı Nouriel Ro­ubini, 4 Temmuz’da yayınlanan “Globalization’s Political Fault Line” (Küreselleşmenin Siyasi Fay Hatları) başlıklı makalesinde “Brexit oylamasında fay hatları net­ti: Zengine karşı fakir, ticaretten/ küreselleşmeden nemalananlara karşı kaybedenler, kalifiye eleman­lara karşı kalifiye olmayanlar, eği­timlilere karşı daha az eğitimliler, gençlere karşı yaşlılar, şehirlilere karşı kırsaldakiler, çeşitliliğe karşı homojen toplumlar. Bu fay hatla­rı, ABD ve Kıta Avrupası da dahil diğer gelişmiş ekonomilerde de aynen mevcut” diyor. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Direktörü Mark Leonard da 9 Kasım’da yayınlanan “Europe, Alone in Trump’s World” (Avrupa, Trump’ın Dünyasında Bir Başına) başlıklı yazısında Trump’ın ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan  son ra kurduğu liberal dünya düzeni görüşünü kökten reddettiğini söylü­yor. “Bunu da Amerikan değerlerini ve çıkarlarını savunarak yapıyor” diyor Leonard, “Tıpkı 11 Eylül’den sonra George W. Bush’un yaptığı gibi küresel kurumları ABD’nin ha­reket özgürlüğüne kabul edilemez kısıtlamalar koyan varlıklar olarak görüyor. Bu nedenle Dünya Ticaret Örgütü’nden, NATO ve Birleşmiş Milletler’e bütün uluslararası ilişki­lerde ‘Art of Deal’ı (İş Bitirme Sa­natı) uygulamaya geçirmek istiyor. Her anlaşmanın koşullarını yeniden müzakere etmek istiyor”.
Almanya dışişleri eski bakanı Joschka Fischer ise, 5 Aralık’ta yayınlanan “Goodbye to the West” (Hoşçakal Batı) başlıklı yazısında Trump’un seçilmesiyle şimdiye dek “Batı” olarak adlandırılan şeyin sonuna geldiğimizi, Trump’ın baş­kanlığına dair iki makul varsayımda bulunabileceğimizi söylüyor: “Birin­cisi, başkanlığının Amerikan iç ve dış politikası için oldukça yıkıcı ola­cağı. İkincisi de ‘Amerika’yı yeniden büyük yapacağı’ sözüne sadık kala­cağı. ABD, izolasyonist bir milliyet­çiliğe yönelmesi halinde yine açık ara dünyanın en güçlü ülkesi olma­ya devam edecek ama Batılı ülkele­rin güvenliğini daha fazla garantiye alamayacak ya da serbest ticaret ve küreselleşmeye dayalı uluslararası düzeni koruyamayacak”. Üstelik Cumhuriyetçiler hem Senato hem de Temsilciler Meclisi’nde kontrol sahibi artık, dolayısıyla Trump’ın eli, önceki başkanlara göre daha güçlü.
İsveç eski başbakanı Carl Bildt 9 Kasım’daki “Global Stability in the Trump Era” (Trump Devrinde Kü­resel İstikrar) başlıklı yazısında “Amerika’nın dünyada demokra­siyi güvenceye alma hedefi, ‘Önce Amerika’ politikasıyla yer değiştir­di. Kampanyası göz önüne alınır­sa, Trump’ın zaferi ile dünya kesin olarak artan bir belirsizlik ve istik­rarsızlık dönemine girdi. Küresel zorluklar çoğalıyor ve 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beri var olan uluslararası düzen ciddi tehdit altın­da. En iyi koşullarda bile Trump’ın seçilmesi bu rahatsız edici eğilimleri güçlendirdi” diyor.

Trump’ın “Enerji Devrimi”
Gelelim tüm dünyayı tehdit eden iklim değişikliğinde en önemli paya sahip olan ve önlemler konusunda da en büyük katkıları yapabilecek ABD’ye ve yeni başkan Trump’a… Öncelikle iklim değişikliği meselesi ABD seçim kampanyasında çok da önemli bir konu değildi. Trump’ın başkanlığının iklim ve enerji politi­kalarını nasıl şekillendireceği de net olarak bilinmiyor. Ancak kampanya­sı ve öncesindeki açıklamaları bazı işaretler veriyor.
Trump, küresel ısınma kavramının Çinliler tarafından yaratılan bir “aldatmaca” olduğunu söylemişti. Paris Anlaşması’ndan da çekilme­yi planladığını dile getirdi. Her ne kadar seçimin ardından New York Times’ta yayınlanan röportajında bu konuyu yakından izlediğini ve
Paris Anlaşması konusunda açık fikirli olduğunu ve hatta daha önce­leri inkar ettiği iklim değişikliği ile insan faaliyetleri arasında bir mik­tar ilişki olabileceğini söylese de, hemen ardından iklim değişikliği anlaşmasının Amerikan şirketlerine maliyetlerinin ve rekabet ortamına etkilerinin değerlendirileceğini ek­ledi.
ABD Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) hazırladığı, 2015 yılında Obama tarafından açıklanan Temiz Enerji Planı’nı da rafa kaldırmak istiyor Trump. Nitekim “EPA’nın sözde Temiz Enerji Planı devlete yılda 7,2 milyar dolara mal olacak. Obama-Clinton direktifi, kömürlü elektrik santrallarının kapanması anlamına geliyor, bu da istihdamın öldürülmesi” demişti.
Temiz Enerji Planı’nın öncelikli amacı ABD’nin iklim değişikliğine yaptığı “aşırı” katkıyı azaltmak. 2030 yılı için planda belirtilen kar­bon salımındaki %32’lik (2005 sevi­yesine göre) azaltım 870 milyon ton daha az karbon kirliliği anlamına geliyor. Bunun otoyollardaki karşı­lığı ise 166 milyon araba. Plan bu doğrultuda, yenilenebilir kaynak­lara ve enerji verimliliğine vurgu yaparak yenilenebilir enerji üreti­mini 2030 itibarıyla %30 artırmayı öngörüyor. Ancak Trump seragazı salımlarını azaltmaya yönelik yeni düzenlemeler yapmayacağının sin­yallerini veriyor. Nitekim EPA’nın başına getirdiği Oklahoma Başsavcı­sı Scott Pruitt de iklim değişikliğine şüpheyle bakan biri. Madencilik ve petrol endüstrisi bu görevlendirme­yi alkışlarken, enerji bakanlığı kol­tuğuna da adı petrolle özdeşleşmiş Teksas’ın eski valisi Rick Perry’nin oturacağını hatırlatalım.
Trump’ın enerji konusundaki önce­liği ise Amerika’nın 50 trilyon do­larlık henüz çıkarılmamış kayagazı, petrol ve doğalgaz rezervlerini orta­ya çıkarmak, kömür madenciliğini yeniden canlandırmak. Bu sayede istihdama katkı sağlayacağını söylü­yor. Bunun için de federal alanları petrol, gaz ve hatta kömür aramala­rı için açabileceği ya da satabileceği, çevresel kısıtlamaları kaldırabile­ceği belirtiliyor. Trump, bu “enerji devrimi”nin ülke için geniş bir ser­vet yaratacağına inanıyor. Obama döneminde çevreye olumsuz etkileri de göz önüne alınarak yapımı red­dedilen Kanada petrollerini Meksika Körfezi’ne taşıyacak Keystone XL petrol boru hatlarının inşa edilme­sine yeşil ışık yakarken, rüzgar ve güneşe pek sıcak bakmıyor. Bilimsel araştırmalara, temiz enerji projeleri­ne ve iklim değişikliği inisiyatifleri­ne ayrılan devlet fonlarını durdura­bileceğine dair işaretler de var.
Trump’ın bu niyetleri uygulamaya geçerse ABD’nin seragazı salımla­rı sıçrama yapacak. Diğer büyükler Hindistan ve Çin’in de, ABD çekildi­ği takdirde Paris Anlaşması sözlerini tutmada daha az zorunluluk hissede­cekleri yönünde kaygılar söz konusu.
Trump aynı zamanda ABD’deki işçi­leri korumak için BM iklim değişik­liği anlaşmalarına aktarılan milyar­larca dolarlık ödemeyi keseceğini de söyledi. Yeşil İklim Fonu’na 3 mil­yar dolar destek sözü veren ABD’nin şu ana kadarki katkısı 500 milyon dolar. Ancak 2020’den itibaren fo­nun, sanayileşmiş ülkelerin desteğiy­le yılda 100 milyar dolara ulaşması hedeflenirken, ABD’nin böylesi bir hamlesinin diğer ülkeleri de yavaş­latması ihtimaller dahilinde.
Reform mu, Yenilenme mi, Rekabet mi?
Avrupa’nın en büyük ikinci doğalgaz üreticisi Norveç’in Statoil şirketinin Enerji Perspektifleri Raporu geleceğin enerji trendlerini ortaya koyuyor. Raporda üç senaryo var:
Reform senaryosu: COP21’deki ulusal iklim hedeflerine odaklı. Enerji ve iklim politikalarında zaman içinde kısıtlayıcı önlemleri kapsıyor ancak 2 derece hedefine bu senaryoyla ulaşılamıyor.
Yenilenme senaryosu: 2040’ta satılan yeni arabaların 10’da dokuzunun hibrit ya da elektrikli araç olmasını; 2040’ta küresel elektrik üretiminin %40’ının güneş ve rüzgardan yapılmasını öngörüyor. Bu senaryoda petrol ve gaz talebi mevcut düzeyin altında olacak.
Rekabet senaryosu: Jeopolitik çatışmalar ve bölgesel kalkınmada hem ekonomik kalkınma hem de enerji sistemleri açısından farklılıkların artmasını öngörüyor. Siyasi krizler, artan korumacılık ve devlet sistemindeki genel kırılmalar farklı yönlerde gelişen çok kutuplu bir dünya yaratacak. Bu senaryoda oyunun kuralları konusunda giderek artan anlaşmazlık ve siyasi, ekonomik ve çevre alanlarındaki krizleri yönetebilme becerisinin azalması söz konusu.
Statoil’in raporu, büyük güçlerin işbirliği yaparak iklim değişikliğini yavaşlatmaktan ziyade, kendi ekonomik ve enerji ihtiyaçlarını karşılama eğiliminde olduğunu gösteriyor. Bu da büyük güçlerin çoğu için en ucuz ve erişilebilir enerji kaynaklarına -genellikle kendi fosil yakıt kaynakları- yoğunlaşmaları anlamına gelecek. Bu koşullarda kömürün küresel enerji üretimindeki payı %29’dan %32’ye çıkacak. Ve iklim meselesi, gündeminin az öncelikli bir kalemi olacak.

Uluslararası Toplum Paris’e Sahip Çıkıyor
İyi tarafta ise şöyle bir durum da söz konusu ki, hem ABD içinde hem de uluslararası düzeyde Paris Anlaşması’na sadık kalınması yö­nünde bir irade mevcut. Marakeş’te düzenlenen COP22 sırasında Fas Çevre Bakanı Hakima El Haite, Al­man haber ajansı DPA’ya verdiği röportajda, “Güveni muhafaza et­menin tek yolu sözleri, taahhütleri yerine getirmek, bunlar için fonlar ayırmak, acı çeken insanların ha­yatlarında fark yaratmak. Hedefler için her birimiz, taraflar, taraf ol­ mayanlar, sivil toplum herkes Paris Anlaşması’nın yol haritasını uygula­malı. Bu da zaman, reform, politika­lar ve para gerektiriyor” dedi. Yine zirve sırasında Pekin’den kıdemli bir müzakereci küresel toplumun iklim değişikliğiyle savaşta bir arada hareket etmek istediğini belirtirken “yeni ABD yönetiminin yeşil ekono­miye dönüşümü sekteye uğratacak bir harekette bulunmaması gerek­tiğinin” altını çizdi. Hindistan’ın başmüzakerecisi Ravi Prasad da Kyoto Protokolü’ne desteğin, Cumhuriyetçi başkan George W. Bush’un çekilmesinden sonra nasıl unufak olduğunu hatırlatarak Paris Anlaşması’nın da ABD’nin çekilme­si halinde “bulaşıcı bir hastalık”tan mustarip olabileceğini söyledi. AB ve Japonya Marakeş’te anlaşma kapsamındaki taahhütlerini yinele­di ancak Çin de dahil olmak üzere, ABD’nin çekilmesinin yaratabilece­ği boşluğu doldurmak için seragazı salımında ekstra azaltıma gitmeye ya da daha fazla para vermeye pek de hevesli olmayabilirler. Zira Ja­ponya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Shigeru Ushio, “ABD pozisyonunu değiştirirse bu bizim için çok ciddi bir durum yaratır, özellikle de fi­nans anlamında” dedi.
Fransız Çevre Bakanı Segolene Royal de Trump yönetimi altında “Yeşil büyümeye yatırımlar fren­lenebilir” diyerek Trump’ın iklim politikalarından bazılarını “felaket” olarak niteliyor. Amerikalı girişimci Richard Branson ise “Küresel ısın­maya inanmayan yeni bir yönetimi­niz varsa, temiz enerji alanında on binlerce iş yaratacağımız konusun­da insanları ikna etmek biz iş insan­larına düşecek” diyor.

Ekonomi, Ulusal Güvenlik ve Kamu Sağlığına Tehdit!
ABD’nin 46 eyaletinden 800’den fazla bilim insanı ve enerji uzmanı Donald Trump’ı uyaran bir açık mektup yazdı. Change.org sitesinde de imzaya açılan mektubun ana hatları şöyle:
İklim değişikliği ABD’nin ekonomisini, ulusal güvenliğini, kamu sağlığını tehdit ediyor. Bazı topluluklar halihazırda onun etkilerini hissediyor, düşük gelirli ve azınlık gruplar ise orantısız olarak etkileniyor.
Ülkenin, bu krizin üstesinden gelmek için çabalarının zayıflaması değil, güçlenmesini sağlayacak adımlar atması gerek. Dünyanın gözü bizim üzerimizdeyken ve yönetiminizin bu konuyu nasıl ele alacağı belirsizliğini korurken, göreve geldiğinizde aşağıdaki adımlarla başlamanızı talep ediyoruz.
1- Amerika’yı bir temiz enerji lideri haline getirin. Amerikalıların çoğu -Cumhuriyetçi, Demokrat ya da Bağımsız-, yenilenebilir enerji araştırmalarını ve kurulumlarını destekliyor. Enerji verimli, düşük karbon toplumuna geçişin devasa ekonomik fırsatlarını kucaklayın. 1 trilyonluk taahhüdünüzün bir kısmını, demokratikleştirilmiş temiz enerjinin yaygınlaştırılmasını sağlayacak altyapı geliştirilmesine, ABD’nin rekabetçiliğinin artırılmasına ve istihdam için kullanın. 2008’den bu yana temiz teknoloji endüstrisi ABD’de 33 kişiden birine istihdam yarattı. “Rüzgar teknisyenliği” Amerika’da en hızlı büyüyen iş kategorisi ve güneş endüstrisi herhangi bir sektörden daha fazla gaziyi işe aldı.
2- Karbon kirliliğini ve Amerika’nın fosil yakıtlara bağımlılığını azaltın. Amerikalıların çoğu bunu destekliyor. Onlara seragazı salımlarını, hava ve su kirliliğini azaltmaya, temiz enerjinin büyümesine, inovasyonu ve istihdamı hızlandırmaya destek olan politikaların devam edeceği garantisi verin. Bu hedeflere erişebilmek için EPA, Enerji Bakanlığı, NASA gibi kurumlar da dahil iklim değişikliğiyle ilgilenen kurumlara fon ve esneklik sağlamaya devam etmek çok önemli.
3- Amerika’nın iklim hazırlığı ve dayanıklılığını güçlendirin. Sadece geçen beş yılda, fırtınalar, seller, kuraklıklar ve yangınlar 250 milyar dolarlık zarara neden oldu. Bu aşırı olayların sıklığını ve şiddetini artıracak iklim değişikliği devam ederken, felaketlerden kurtulma ve yaraları sarmak için vergi ödeyenlerin üzerindeki yük de büyüyor. Amerika’nın topluluklarını, ekonomisini ve doğal kaynaklarını, modern, iklim dirençli enerji, ulaştırma, bina ve su altyapısına yatırım yaparak sağlamlaştırın.
4- İklim değişikliğinin gerçek, insanın neden olduğu acil bir tehdit olduğunu kamuoyu önünde açıklayın. Yapmazsanız dünyada iklim bilimini inkar eden tek lider olacaksınız. Neredeyse bütün iklim bilimciler, birçok iktisatçı, askeri uzman, fosil yakıt şirketleri ve diğer iş liderleri ve bu konuda endişe duyan Amerikalıların üçte biriyle ihtilafa düşeceksiniz.
5- Politika yapımında bilimsel bütünlüğü koruyun. Kampanyanız sırasında “yönetiminizin siyasi taraflılık olmadan (bilimsel) şeffaflık ve hesap verebilirliği garantiye alacağını” söylediniz. Bu da şimdiye kadar kabinenize ve geçiş ekibine atadığınız, insan eliyle meydana getirilmiş iklim değişikliğinin bilimsel gerçekliklerini reddeden çoğu kişiyi dışarıda bırakmanızı gerektirecektir.
6- Amerika’nın Paris İklim Anlaşması taahhüdünü muhafaza edin. Yeryüzündeki neredeyse bütün ülkelerin 25 yıllık müzakerelerinin bir ürünü olan bu anlaşmadan çekilmek, tehlikeli iklim değişikliğinden kaçınmak için en büyük şansımızı ortadan kaldıracaktır. Aynı zamanda çoğunun ABD’nin Paris Anlaşması’na katılımını desteklediği Amerikan halkını da temsil etmeyecektir. ABD uluslararası müzakere masasında etkinliğini kaybedecek, siyasi, teknolojik ve ahlaki lider olarak otoritesini Çin ve AB ile diğer ülkelere devredecektir.
Başkanlığınızın inkar ve felaketle mi, yoksa kabullenme ve eylemle mi tarif edilmesini istediğinizi seçmeniz yolunda size çağrı yapıyoruz.
Bilim İnsanları Uyarıyor
Bilim insanları ise kaygılı. 800 bi­lim insanı Trump’a bir açık mektup yazarak yapılması gerekenleri sıra­ladı. Tek tek açıklamalar ise olası tabloyu ortaya koyuyor. Potsdam İklim Değişikliği Enstitüsü’nden Hans-Joachim Schellnhuber, artık Washington’dan iklim konusunda pozitif bir tavır beklemediğini söy­lüyor: “Dünya artık yoluna ABD’siz devam etmek zorunda”. Rutgers Üniversitesi’nden deniz buzları araştırmacısı Jennifer Francis ise “Çevre ile ilgili bilimsel araştırmala­ra aktarılan fonların kontrolsüz ve bilimfobik Kongre tarafından kesin­tiye uğrayacağından korkuyorum. Umudum Başkan Trump’ın aday Trump’tan daha açık görüşlü olma­sı ve kararlarını alırken gerçeklerin kendisine rehberlik etmesine izin vermesi” diye ifade ediyor endişe­sini. Maine Üniversitesi’nden paleo-ekolojist Jacquelyn Gill de benzer kaygıları dile getiriyor: “Özgür dün­yada iklim inkarcısı tek başkanı seçtik. Bu durumun iklim değişik­liğiyle savaş ve etkilerini hafifletme anlamında nasıl bir etkisi olacağını kesin olarak tahmin etmek müm­kün olmasa da iklim değişikliği araştırmalarını destekleyen kurum­lara fonların kesilmesi tehdidi en acil sorun gibi görünüyor. Bu da ik­lim sisteminin nasıl işlediğini, iklim değişikliğinin etkilerini öngörme ve etkin hafifletme stratejilerinin ne ol­ması gerektiğini anlama çabalarını tehlikeye atacaktır”.
Öte yandan ABD’de Trump’ı des­tekleyen eyaletler de dahil bazı be­lediye başkanları ve valiler iklim değişikliği konusunda halihazırda benimsedikleri planlara, Washington ne derse desin devam edeceklerini açıkladı. Mars, Nike, Levi Strauss ve Starbucks gibi büyük markaların da dahil olduğu 365 Amerikan şirketi Trump’ı, ABD’nin Amerikan refahını tehlikeye sokacak temiz ekonomiyi kurmada başarısızlık yaratacağını söyleyerek Paris Anlaşması’ndan çe­kilmemeye davet etti.

Popülizm ve Jeopolitik
Peki etki alanını giderek artıran po­pülist politikalar ile iklim değişikliği meselesi arasında nasıl bir bağ var? Jeopolitik, iklim eylemine nasıl yön verebilir? İşte bu konuya dair birkaç görüş:
Uluslararası Çevre ve Kalkınma Enstitüsü (IIED) Direktörü Andrew Norton, 15 Kasım tarihli “Climate denial and the populist right” (İk­lim inkarı ve popülist sağ) başlıklı yazısında popülist milliyetçi gün­dem ile iklim inkarcılığı arasındaki bağların güçlendiğine vurgu yapı­yor. Fosil yakıtları destekleyen, güç­lü çıkar gruplarıyla bağlantılı siyasi makamlar her zaman oldu. Ama şimdi yeni bir durum söz konusu. Peki iklim inkarcılığına dayalı popü­list politikayı güdüleyen ne? Notron, “Ülkeler kendi ekonomik ve sosyal dinamikleri yerine ‘ötekine’ odak­lanarak milliyetçiliği körüklüyor. Oysa iklim değişikliği meselesi ulu­sal seviyede çözülemez, devletler, ulusal ve yerel topluluklar arasında kolektif bir eylem gerektirir. Popü­list milliyetçilik bu nedenle kanıtlar ne kadar güçlü olursa olsun iklim değişikliği bilimini reddetme eğili­mindedir. Bununla birlikte kendini izole etme arayışında olan herhangi bir ülke kaybetmeye mahkumdur” diyor. Çözüm ise, insanlığın ortak mirasını ciddiye alan yeni bir siyasi bakış açısı. Norton; “İklim eylemi için öncelikler net. Hükümetler ara­sında devam eden süreç yeni sorun­larla karşılaşırsa kentler, şirketler, yatırımcılar ve toplulukların eylem­leri her zamankinden daha önemli olacak. Tüm seviyelerde eylemin fark yaratabileceği bir mobilite oluş­turmalıyız. Bilimsel gerçeklik ve insani dayanışma için çalışmalıyız. Hepsinden önemlisi, zengin ya da fakir bütün ülkelerde en yoksulların ve küreselleşmenin “mağluplarının” endişelerine yönelik yeşil politika­ları yaygınlaştırmamız gerek. İklim eyleminin çalışanlar için bir engel oluşturmadığını, uzun vadede daha iyi ve güvenli işlere giden asli adım­lar olduğunu göstermeliyiz” diyor. Yazar Michael T. Klare ise, 15 Eylül’de yayınlanan “What’s the Greatest Threat to Action on Climate Change? Nationalism” (İklim Değişikliği için Eyleme Karşı En Büyük Tehlike Nedir? Milliyetçilik) başlıklı yazısında Pa­ris Anlaşması’nın başarı ya da başa­rısızlığını belirlemede jeopolitiğin çok önemli bir rol oynayacağını söy­lüyor. “Brexitçiler AB mevzuatını beğenmiyor, oysa iklim değişikliği ile etkin mücadele küresel işbirliği gerektiriyor. AB’nin iki ana ülke­sinde Merkel ve Hollande böylesi bir işbirliğine sıcak bakmayan sağ, göçmen karşıtı partilerce sıkıştı­rılmış durumda. Trump’ın seçim kampanyasını da dizginlenemeyen milliyetçilik, iklim inkarcılığı, vahşi göçmen karşıtlığı ve yerel fosil yakıt üretimine sarsılmaz bir destek şe­killendirdi. Hindistan’da Başbakan Narendra Modi Paris Anlaşması’na desteğini gösterdi ve güneş enerjisi­ni yaygınlaştıracağını söyledi. Ama kömürden elektrik üretimine bağlı­lık da olmak üzere ekonomik büyü­meyi her ne pahasına olursa olsun artıracağı konusunda kararlılığını da gizlemiyor. Bu da bir sorun. ABD Enerji Bakanlığı’nın Enerji Enfor­masyon Dairesi’ne göre Hindistan önümüzdeki 25 yılda kömür tüke­timini neredeyse ikiye katlayarak Çin’den sonra ikinci sıraya yerleşe­cek. Petrol ve doğalgaz tüketiminde artış ile birlikte kömürde böylesine bir artış, Hindistan’ın karbondioksit salımlarını üçe katlayabilir. Rusya da iç ekonomik ihtiyaçlarını iklim değişikliğinin önüne koyacak gibi. Putin, Paris Zirvesi’nde milli geliri­nin büyük kısmını oluşturan petrol ve doğalgaz ihracatlarına bağlılık­tan vazgeçmeye niyetli olmadıkları­nı ifade etti” diyor.
Klare, “Felaket senaryolarından ka­çınmak ve gezegeni korumak için iklim aktivistlerinin gelişen tekno­lojilere yoğunlaştıkları kadar ulusla­rarası siyasi arenaya yoğunlaşmaları gerek. Geldiğimiz noktada yeşil dü­şünen liderler seçmek, iklim inkarcı­larının yükselmesini engellemek ve fosil yakıtlı aşırı milliyetçiliğe karşı çıkmak, gezegenimizin yaşanabilir kalması için tek seçenek” diyor.

İnsanlık Krizde
Dünyanın iklim değişikliğinin yanı­sıra (ve onunla bağlantılı) karşı kar­şıya olduğu başka bir kriz daha var ki halihazırda etkileri çok acı şekilde hissediliyor: İnsani kriz. Trump’ın bu konuda da beyanları hiç iç açı­cı değil. Müslümanların ABD’ye girişini engellemeyi, Meksika ile ABD arasına duvar örmeyi vaat edi­yor… ABD, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) en büyük bağışçısı (toplam bütçesinin %40’ı). Ancak Trump çoktaraflı kurumlara ve dış yardımlara şüpheyle bakıyor. Sadece ABD’de değil, benzer durum­lardan etkilenen birçok ülkede bu yaklaşım söz konusu. Brexit taraftar­ları AB’den serbest göçü engelleme sözü verdiler. Yani bugünün popü­lizmi yabancı düşmanlığını körüklü­yor; halkın korku ve endişesini öfke­ye dönüştürüyor ve en nihayetinde bu öfkeyi “kendi ülkelerinin kontro­lünü ele alabilecekleri” söylemiyle oy haline getiriyor.
Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana insani ihtiyaçların en üst düzeye ulaştığı günlerde yaşıyoruz. 125 milyon insan aşırı ihtiyaç halinde. 60 milyon insan zorla yerinden edil­di ve son 20 yılda her yıl felaketler­den 218 milyon insan etkilendi. Acil önlemler alınmazsa 2030’da küresel nüfusun %62’si kırılgan koşullarda yaşayacak. Savaşın yıkıp geçtiği ülkelerden kaçan ya da iklim deği­şikliğinin yerinden ettiği mülteciler artık hayatımızın temel bir gerçeği. Bu sorunlar yanı başımızda ve hiç­birimiz bu dalga dalga yayılan etki­lerden muaf olmadığımızı anlamaya başladık. İnsanlığa yatırım yapmak, çatışmaları bitirmek ve daha da önemlisi önlemek, elbirliğiyle çalış­mak ve kimseyi arkada bırakmamak gerekli.
Akademisyen ve yazar Antonio Donini, 30 Kasım’da yayınlanan “The crisis of multilateralism and the future of humanitarian action” (Çoktaraflılık krizi ve insani eylemin geleceği) başlıklı yazısın­da, Trump’ın seçilmesinden önce, Aydınlanmanın beşiği Avrupa’nın 1951 tarihli mülteciler konvansiyo­nunun taraf devletler için getirdiği yasal sorumluluklarını terk ederek, terör, savaş ya da zorba rejimlerden kaçarak sığınma talep edenleri en­gellemek amacıyla caydırıcı önlem­ler almaya başladığını hatırlatıyor. Mülteci konvansiyonu darmadağın edilirken, çok önemli konularla ilgi­li müzakerelerin de durma noktası­na geldiğini, meseleler ciddileşirken retoriğin tumturaklı olduğunu ama eylemin kendisinden kaçınıldığı­nı vurguluyor Donini: “Popülizm, milliyetçilik ve şovenlik Avrupa’nın tamamında, Rusya’da, Filipinlerde ve başka yerlerde yükselirken bu eğilimlerle küreselleşmeye ve ulus­lararası normlara olan destek de zayıflıyor. Çoktaraflılık düşüşte ve öngörülebilir gelecekte de bu de­vam edecek gibi. Bunun insani ey­lemlere önemli etkisi olacak.”

Peki Çıkış Nerede?
Durum böyle, peki bundan çıkış na­sıl olabilir? Küresel mücadeleye bu kadar ihtiyacımız olan noktada, baş­ka türlü bir küresel yaklaşım nasıl doğabilir? Bunun kesin, belli kural­lar çerçevesinde şekillenen bir yanı­tı yok elbette. Yeni dünya düzenleri, büyük şokların, savaşların ardından geldi hep. Ve belki de bugün, taraf­ları önceki ikisi kadar net olmasa da bir tür dünya savaşı yaşanıyor. Ne kadar süreceği, yeni bir düzenin ne zaman kurulacağı da öngörülebilir değil. İttifakların ortak değerlere değil, kısa vadeli çıkarlara dayandı­ğı bir dünyanın nasıl sonuçlar yara­tabileceğini görüyoruz hep birlikte ve bir süre daha görmeye devam edeceğiz gibi…
Edelman UK Temiz Teknoloji Di­rektörü Nick Hay, 25 Kasım’da yayınlanan “The climate action tent needs to be extended, before the window for action closes” (İklim eylemi, kapı kapanmadan yaygın­laştırılmalı) başlıklı yazısında po­pülizmin hakim olduğu böylesi bir dünyada “İklim değişikliğinin geri döndürülemez etkilerinden gelecek nesilleri nasıl koruyacağız?” diye soruyor ve özellikle iklim eyleminin yeni dünyayla hızlıca bağ kurması gerektiğini özellikle vurguluyor: “Kitleleri müttefikler ve düşmanlar olarak kutuplaştırmak yerine hem yerel zihniyette hem de uluslararası değerleri benimseyenlerin faydasına olacak bir anlatı şekillendirmek ha­yati önemde. Düşük karbonlu gele­ceğin toplulukları dışlamayacağını ve küstürmeyeceğini vurgulayacak liderlerin ortaya çıkmasına ihtiyacı­mız var. Yerellik ve uluslararasılık arasındaki ayrıma rağmen, iklim değişikliği endişeleri konusunda genellikle birleşiyoruz. Avrupa Komisyonu’nun iklim eylemine iliş­kin son raporuna göre Avrupalıların %91’i iklim değişikliğini ciddi bir so­run olarak görüyor ve %92’si enerji verimliliğini geliştirmek için ulusal eylemleri destekliyor. Amerikalıla­rın da üçte biri iklim değişikliği ile orta ya da üst seviyede ilgileniyor”.
Ona göre öncelikle iklim değişikliği­ne dair beyan edilen üst düzey endi­şelerle soruna verilen düşük düzey­deki davranışsal yanıtlar arasındaki uçurumun üstesinden gelmek gere­kiyor. Savunuculuğu güçlendirmek için “markalar da iklim değişikliğini ele almada görülebilir araçlar haline gelmeli. Düşük karbon yöneliminin yerel düzeyde neler sunabileceğini, inovasyon, istihdam ve bağımsızlı­ğı nasıl teşvik edeceğini söylemek değil, göstermemiz gerekiyor. “İk­lim eylemi, iş dünyası, STK’lar ve hükümetlerle son 20 yıldaki derin ittifakların getirdiği başarıları unut­mamalıdır. İşbirliği ve gelişme için yeni gelenlere kapıyı açık tutmak hiç bu kadar hayati önemde olma­mıştı” diyor Hay. Kuşkusuz bu tarz bir işbirliği benzer fikirdeki insan­ların yanı sıra küreselleşmeyi daha farklı deneyimleyen insanların da içinde olduğu, farklı geçmişlere sa­hip ve koşullarda yaşayan insanları bir araya getirmeli.
Amerikalı iktisatçı ve BM Sürdü­rülebilir Kalkınma Çözümleri (UNSDSN) Direktörü Jeffrey D. Sachs, 19 Temmuz’da yayımlanan “Susta­inable development: a new kind of globalization” (Sürdürülebilir kal­kınma: Yeni bir tür küreselleşme) başlıklı yazısında dünyanın dört bir yanından insanların yeni bir tür kü­reselleşme talep ettiğini söylüyor: “Washington Konsensüsü olarak adlandırılan küreselleşmenin şimdi­ki versiyonu ekonomik büyüme sağ­ladı ama devasa bir bedelle: Artan gelir eşitsizlikleri, büyük çevresel yok oluşlar ve hukuksuzluğun art­ması. Sürdürülebilir kalkınma ola­rak da adlandırılan yeni yaklaşım, ekonomik büyümenin aynı zaman­da sosyal, adil ve çevresel olarak da sürdürülebilir olmasını garanti­ye alacak.” Sachs’a göre, SKH’leri önemli kılan bunların siyasi bir kav­ram ya da ütopik idealler olmama­ları. Her BM üyesinin kabul ettiği, zamana bağlı, belli hedefler bun­lar. Uluslararası anlaşmalar elbette uluslararası eylemi garantiye almı­yor ama SKH’ler işleri daha iyiye götürebilmek için küresel ölçekte çaba için bir şans sunuyor.
12 Kasım’da Le Monde’da yayımla­nan “Pour une autre mondialisati­on” (Başka bir küreselleşme için) başlıklı yazısında Fransız iktisatçı Thomas Piketty (Yirmi Birinci Yüz­yılda Kapital çalışması ile büyük ses getirmişti), Avrupa ve genel olarak dünyanın Trump’ın zaferinden al­ması gereken dersin net olduğunu söylüyor: “Küreselleşmenin kökten ve acilen yeniden konumlandırıl­ması”. Piketty günümüzün en te­mel sorunlarının “eşitsizlik ve kü­resel ısınmanın artması” olduğunu vurguluyor. Bu sorunlara karşılık verebilmek için de uluslararası an­laşmaları uygulamak, adil ve sür­dürülebilir kalkınma için bir model geliştirmek şart. Şöyle de bir önerisi var: Gümrük vergilerini ve diğer ti­cari engelleri azaltacak uluslararası anlaşmalar imzalanırken, mali ve iklimsel sorunlarla başa çıkabile­cek bağlayıcı önlemlerin de aynı anlaşmalarda yer alması. “Örneğin kurumsal vergi ve karbon emisyon­larına ilişkin yaptırıma söz konusu olabilecek ortak bir asgari oran yer alabilir bu anlaşmalarda. Artık serbest ticaret anlaşmalarını karşı­lığında bir şey vermeden müzakere etmek mümkün değil” diyor.
İngiliz yazar ve aktivist George Monbiot da, 13 Aralık’ta yayımla­nan “The case for despair is made. Now let’s start to get out of the mess we’re in” (Umutsuzluk ta­mam. Artık içinde olduğumuz karmaşadan kurtulmaya başlama zamanı) başlıklı yazısında geri dö­nüş olmadığını, dünyayı en baştan yeniden düşünmek gerektiğini söy­lüyor: “Piyasa tek başına ihtiyaçla­rımızı karşılayamıyor, devlet de. İki­si de bağları yok ederken, aşırılığı besleyen öfkeyi yaratıyor. Hakim ideolojilerde eksik olan unsur şu: Müşterekler, yani bir topluluğun üzerinde eşit haklara sahip olduğu varlıklar; arazi, su, mineraller, bilgi, bilimsel araştırma ya da yazılım… Ancak bunlar ya devlet ya da özel çıkarlar tarafından ele geçirilmiş durumda ve herhangi bir sermaye olarak görülüyorlar. Bizler de ortak servetten mahrum kalıyoruz.”
Monbiot’ya göre müşterekleri yeni­den oluşturmak sadece servetin da­ğılımı değil, toplumun değişimi için de büyük potansiyel taşıyor: “Ortak kaynakları yönetmek kurallar, de­ğerler ve gelenekler oluşturmak anlamına gelir. Bazı durumlarda yaşadığımız yerlere kendimizi ye­niden yerleştirmektir. Yönetimi şir­ketlerin değil, toplumların ihtiyaç­larını karşılayacak şekilde yeniden şekillendirmektir. Başka bir deyişle, müşterekleri yeniden canlandırmak, şimdilerde binlerce formda toksik reaksiyon üreten, parçalayıcı, ya­bancılaştıran kuvvetlere karşı bir ağırlık işlevi görebilir”.
Geçtiğimiz ay, CDP Türkiye’nin 2016 İklim Değişikliği Raporu lans­manı için Türkiye’ye gelen, Ulus­lararası Kurumsal Yönetişim Ağı (ICGN) politika direktörü George Dallas da EKOIQ için yaptığı değer­lendirmede milliyetçiliğin ve kendi çıkarlarını düşünmenin güçlendiği bir dönemde yaşadığımızı söyler­ken, bir yandan da sürdürülebilir kalkınma ve iklim değişikliği konu­sunda farkındalığın arttığını belirti­yor ve izolasyonun önümüzdeki yıl­larda önemli tartışma konularından biri olacağını ekliyor. Bu noktada, iklim anlaşmaları için yol haritasını her ne kadar hükümetler çizse de özel sektörün rolünün de aynı dere­cede önemli olduğunu vurguluyor: “Soruna katkısı olan şirketler çözü­mün de bir parçası olabilir”

Nasıl Bir Dünya?
İngiliz yazar ve aktivist George Monbiot, insanlığın bugün karşı karşıya olduğu 13 krizi sıralıyor:
Donald Trump: Beyaz Saray’ın yeni sakini kendini zapt etme, dengeleme ya da empati kapasitesine sahip olmayan biri gibi. Ama intikam ve kincilik konusunda kapasitesi sınırsız. Kendini dünya hakkında bilgisi sınırlı insanlarla çevreliyor.
Ulusal güvenlik danışmanı: Askeri kararlar alırken Kongre’nin sınırlaması olmaksızın hareket edebilecek. Danışman Michael T. Flynn tehlikeli bir radikal.
Ekibinin geri kalanı: Ekibi profesyonel lobicilerden oluşuyor. Fosil yakıt, tütün, kimya ve finans şirketleri için çalışmış muhtelif milyarderler. Öncelikli siyasi hamleleri düzenleme ve vergilendirmeden kaçınmak. Bu insanların temsil ettiği çıkarlar yönetimde olacak.
Atlantik’in öte tarafı: İngiltere’nin AB’den çıkması beraberinde başa çıkılması zor bir karmaşıklık getiriyor.
Euro Bölgesi riskleri: İtalya bankacılık krizi büyük görünüyor. Euro Bölgesi’ne etkisi ne olacak bilinmiyor.
Ve bunların dallanıp budaklanması: Başka bir finansal krizi tetikler mi yanıtlamak zor. Böyle bir şey olursa hükümetler 2007-2008’de kullandıkları gibi bir kurtarma planı yapamayacaklar çünkü kasalar boş.
İşleri yutan otomasyon: Enformasyon teknolojisinin ekonominin her kısmına nüfuz etmesi bir geçiş dönemi değil, yükselen bir trend. Hiçbir hükümet ya da önemli siyasi parti bu meselenin kapsamını anlamış gibi görünmüyor.
Marine Le Pen’in kazanması: Le Pen’in Mayıs ayında Fransa cumhurbaşkanı olma ihtimali var. Bu AB’nin dağılması için bir tetikleyici olmaya yeter mi, bir başka bilinmez. Ama sırada başkaları var (Orta ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi hareketler) zincirleme bir reaksiyonu körükleyebilir.
BM Güvenik Konseyi: Le Pen kazanırsa BM güvenlik konseyi şu kişilerden oluşacak: Donald Trump, Vladimir Putin, Xi Jinping, Theresa May and Marine Le Pen.
Paris Anlaşması: Ulusal iklim değişikliği programlarının Paris’te hükümetlerin verdiği taahhütlerle çok bağlantısı yok gibi. Anlaşmada öngörülenlerden uzakta.
Göç üzerindeki etkileri: İklim değişikliğinin birçok etkisinden biri insani, siyasi ve askeri etkileri standartların ötesinde olan kitleler halinde göç olacak.
60 yıl daha ekip biçebileceğiz. BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre toprak kayıpları bu şekilde giderse sadece 60 yıl daha tarım yapabileceğiz.
Nesillerin tükenmesi: Giderek artıyor…

Zaman Değişiyor
İklim değişikliği ortadan kalkmıyor. Her yıl, her ay sıcaklık rekorları kırı­lıyor. Okyanuslar hızla ısınıyor, bu­zullar hızla eriyor, deniz seviyeleri hızla yükseliyor. Kasırgalar, kurak­lıklar, seller devam ediyor. Sağlık sorunları ciddi boyutlara ulaşıyor, bazı canlıların nesli tükeniyor, biyo­çeşitlilik azalıyor… Jeopolitik ittifak­lar değişip küresel siyasetin öngö­rülemezliği artarken, mülteci krizi, yabancı düşmanlığı derinleşiyor. Zamanın aleyhimize, teknolojinin lehimize işlediğini akılda tutarak yeryüzünün bütün paydaşlarının bir araya gelip yeni bir küreselleş­me tanımlamasının vakti geldi. Bu düzenin aktörleri sadece devletler, şirketler değil, şehirler, mahalleler, STK’lar, topluluklar, aktivistler ve bireyler olacak, olmalı. Zira geze­genin kaderi, sadece hükümetlere bırakılamayacak kadar ciddiyet arz ediyor…
2016’da şaşırtan bir şey daha oldu. Nobel Edebiyat Ödülü ilk kez “esa­sen şarkıcı olarak bilinen” bir isi­me, Bob Dylan’a verildi. Dylan’ın 1964’te çıkan albümüne adını ve­ren şarkısı “The Times They Are A-Changin”de (Zaman Değişi­yor) yaptığı çağrıyı tekrarlayalım: Gelin, toplanın insanlar, her ne­rede geziyorsanız / Ve kabullenin çevrenizdeki sular yükseldi artık / Eğer zamanınız sizce biraz değerli ise yüzmeye başlasanız iyi olur / Yoksa bir taş gibi dibe çökeceksi­niz / Çünkü zaman değişiyor…

Zaman Değişiyor
Gelin, toplanın insanlar, her nerede geziyorsanız.
Ve kabullenin çevrenizdeki sular yükseldi artık.
Eğer zamanınız sizce biraz değerli ise
Yüzmeye başlasanız iyi olur.
Yoksa bir taş gibi dibe çökeceksiniz.
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin yazarlar, eleştirmenler
Kalemleriyle bilgeleşenler,
İyi açın gözlerinizi,
Şans bir daha geri gelmeyecek,
Acele etmeyin konuşmakta,
Çark hâlâ dönmekte
Ve kimse söylemiyor kimde topun duracağını
Şimdi kaybeden
Sonra elbette kazanacak,
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin senatörler, kongre üyeleri,
Kulak verin çağrıma.
Durmayın yolda
Tıkamayın koridoru,
Çünkü bugün incinen
Yarın koltukta olacak.
Dışarıda bir savaş var,
Ve kızışmakta.
Yakında pencerelerinizi sarsacak,
Ve duvarlarınızı titretecek,
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin anneler babalar ülkenin her bir yanından.
Ve eleştirmeyin anlayamadığınızı.
Oğullarınız, kızlarınız kontrolünüzden çıktılar.
Sizin eski yolunuz hızla yıpranıyor.
Lütfen çekilin yeni yoldan
Eğer uzatmayacaksanız ellerinizi.
Çünkü zaman değişiyor
Çizgiler çekildi,
Lanetler okundu
Şimdi yavaş olan sonra hızlanacak,
Şimdi var olan yakında geçmişte kalacak,
Düzeniniz yitmekte alelacele,
Simdi en önce giden yakında sonuncu olacak
Çünkü zaman değişiyor.

EkoIQ Editör