9 Kasım 1989’da dünyayı iki bloka ayıran Berlin Duvarı yıkılarak yerini Batı’nın liberal demokrasisinin “üstünlüğüne” bırakmıştı. 27 yıl sonra, aynı gün, güney komşusuyla arasına “gerçek” bir duvar örme niyetinde olduğunu açıklayan, iklim değişikliğine oldukça şüpheci yaklaşan, “Önce Amerika” diyerek küreselleşme karşıtı, milliyetçi yaklaşımlarını sergileyen Donald Trump, Beyaz Saray’ın yeni sakini oldu. Geçen yıl Brexit ile benzer bir şaşkınlık yaşayan ve “aşırı sağ” eğilimlerin giderek güçlendiği Avrupa’nın lokomotif ülkelerinde de bu yıl seçimler var. Madalyonun diğer yüzünde ise son iki yıldır belki de tarihin en önemli çoktaraflı uzlaşmalarına tanık oluyoruz: Birleşmiş Milletler’in Eylül 2015’te açıkladığı 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi ve Kasım 2016’da yürürlüğe giren Paris Anlaşması. Peki küresel işbirliğine en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda, küreselleşme karşıtı, milliyetçi söylemlerin çoktaraflılığa, uluslararası anlaşmalara etkisi ne olacak? Milliyetçilik ve iklim eylemi arasında nasıl bir ilişki var? ABD’nin iklim değişikliğiyle mücadelede “liderlik”ten olası çekilme durumu dünyayı nasıl etkileyecek? Bu sorulara net yanıtlar vermek şu an çok mümkün olmasa da, bugüne nasıl geldiğimizi anlamanın ve oturup ciddiyetle yeni bir düzen üzerine düşünmemizin vaktidir. Zaman aleyhimize, teknoloji lehimize işlerken, gezegenimizin kaderi sadece hükümetlere bırakılamayacak kadar ciddiyet arz ediyor.
Nevra YARAÇ
8 Kasım 2016’da Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) geçen beş yılın, kayıtlara göre, ölçülen en sıcak yıllar olduğunu açıkladı. Tüm araştırmalar kutup buzullarının erime hızının beklenenin üzerine çıktığını gösteriyor. Üstelik aşırı hava ve iklim olaylarında, tehlikeli ve maliyetli etkileriyle insan ayakizi giderek daha görünür hale geliyor. Ve bütün bunların çarpıcı sonuçları dünyanın dört bir yanında kendini yıllardır gösteriyor: Doğu Afrika’da 2010-2012 arasında yaşanan kuraklık 258 bin kişinin ölümüne neden olmuş, 2011’de Güney Asya’daki sel 800 insanın canını almış ve 40 milyar dolar ekonomik zarar yaratmış, 2012’deki Sandy Kasırgası ABD ekonomisine 67 milyar dolara mal olmuş, 2013’teki Haiyan tayfunu Filipinler’de 7800 kişinin, 2015’te Hindistan ve Pakistan’daki sıcaklık dalgaları da 4100’den fazla insanın canına mal olmuştu. Mevcut koşullarda, milyonlarca insan da risk altındaydı…
Aynı gün, 8 Kasım 2016’da dünyanın “süper güç”ü yeni başkanını belirlemek üzere seçime gitti. Adaylardan biri iklim değişikliğine, bu değişimde insanın rolüne inanmayan Donald Trump’tı.
Şimdi biraz geriye, 9 Kasım 1989’a gidelim. O gün, dünyayı 2. Dünya Savaşı sonundan beri iki bloka ayıran Berlin Duvarı, komünizm ve kapitalizmin on yıllarca süren “soğuk savaş”ının ardından yıkılarak yerini Batı’nın liberal demokrasisinin “üstünlüğüne” bıraktı.
27 yıl sonra, 9 Kasım 2016’da, güney komşusuyla arasına “gerçek” bir duvar örme niyetinde olduğunu açıklayan Donald Trump, Beyaz Saray’ın yeni sakiniydi artık…
Hem dünyada hem de Türkiye’de oldukça hareketli, acı ve öfke dolu günler geçirmiş ve artık “şaşırma eşiğimiz” epey yükselmiş olsa da, Trump’ın seçimi kazanması bütün dünyayı ters köşe yaptı. “Önce Amerika yaklaşımıyla küreselleşme karşıtı söylemleri, yabancı düşmanlığı, siyasetteki tecrübesizliğiyle bu popülist milyarderin ABD’yi yönetmeye aday olması bile birçok insana inandırıcı gelmezken başkanlık, gerçekten beklenmiyordu. “Küreselleşmenin kaybedenleri”ne oynayan Trump, yoksulluk, eşitsizlik ve öfkeyi oya dönüştürmeyi başarmıştı.
Üstelik bu sadece ABD ile sınırlı bir gerçeklik de değildi. Sol yanımızda, tarihin en önemli barış projelerinden Avrupa Birliği’nin (AB) lokomotifi olan ülkelerde de benzer söylemler, yeni değil, yıllardır zemin kazanmaya devam ediyordu. Sağ yanımızda süren savaşın milyonlarca insanı yerinden etmesi ise bu zemini daha da güçlendiriyor. İngiltere’nin AB’den ayrılma yönünde adım atması, namı diğer Brexit’in ardından Almanya, Fransa, Hollanda’daki seçimler de 2017 ajandasının en önemli maddeleri olacak gibi…
Çoktaraflılığın Sonu mu?
Madalyonun diğer yüzünde ise son iki yıldır belki de tarihin en önemli çoktaraflı uzlaşmalarına tanık oluyoruz: Önce Birleşmiş Milletler’in Eylül 2015’te açıkladığı 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) ve Aralık 2015’te Paris’te düzenlenen COP21 zirvesinde 25 yıl süren müzakerelerin ardından oluşturulan Paris Anlaşması. Nisan’da imzaya açılan ve Kasım 2016’da yürürlüğe giren bu anlaşma, iklim değişikliği gibi karmaşık bir konuda devlet dışı aktörlerin, tehdit altındaki ada devletlerinin, gelişmekte olan ekonomilerin ve sanayileşmiş ülkelerin sesini duyuran COP21’de çerçevesi çizilen etkin bir çoktaraflılık örneğiydi. SKH’ler ise “Yoksulluğa son; açlığa son; sağlıklı bireyler; nitelikli eğitim; toplumsal cinsiyet eşitliği; temiz su, hijyen ve halk sağlığı; erişilebilir ve temiz enerji; insana yakışır iş ve ekonomik büyüme; sanayi, inovasyon ve altyapı; eşitsizliklerin azaltılması; sürdürülebilir şehir ve yaşam alanları; sorumlu tüketim ve üretim; iklim eylemi; sudaki yaşam; karasal yaşam; barış ve adalet” ve en önemlisi “hedefler için ortaklıklar” diyordu.
İşin aslı, yaşadığımız günlerde terazinin bir tarafında küreselleşme karşıtı söylemler, milliyetçilik, içe kapanma, korumacılık; diğer tarafında da gezegenin ve toplumların varlıklarını sürdürülebilmesi için tüm dünyanın topyekûn seferberliğini gerektiren hedefler var.
NATO eski genel sekreteri Javier Solana da 2 Aralık’ta yayınlanan “Why multilateralism still matters” (Çok taraflılık neden hâlâ önemli) başlıklı yazısında Batı’da uluslararası yönetişime ve ekonomik küreselleşmeye inancın azaldığını vurgulayarak adaletsizlik ve eşitsizlik hisleriyle hareket eden seçmenlerin, bu durumu daha da ileri götürecek siyaseti reddettiğini söylüyor ancak “Bu seçimleri besleyen şikayetler gerçek olsa da tedavi hastalıktan daha fazla zarara neden olacak gibi” diye ekliyor. Solana, içe dönmenin özellikle Batılı liberal demokrasiler için yaşanabilir bir seçenek olmadığını, karşı karşıya olduğumuz sorunların ve fırsatların ulusal sınırları tanımadığını söylüyor. “Dünya kapalı sınırlar ve tek taraflı çözümler noktasını geçti. Halihazırda küreselleşmiş durumdayız, şimdi ekonomik ve mali istikrar kadar barış ve güvenliği destekleyecek küresel kurallara da ihtiyacımız var”.
Peki siyasi ve ekonomik alanda yaşanan bu gelişmeler, yine siyaset ve ekonomiyle son derece ilişkili olan iklim değişikliğiyle mücadelede ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşma yolunda nasıl etkiler yaratacak? Milliyetçilik ve iklim eylemi arasında nasıl bir ilişki var? ABD’nin iklim değişikliğiyle mücadelede “liderlik”ten olası çekilme durumu dünyayı nasıl etkileyecek?
Yıllardır tüm dünyada yaşananların (tek tek saymaya gerek yok, teknoloji sayesinde hepsinden anında haberdar olabiliyoruz) nedenleri farklı olsa da oluşturdukları tehditler ulus ötesi nitelikte. Finansal krizlerden salgın hastalıklara, iklim değişikliğinden siber savaşa bu tehditler çoğunlukla kurbanlarının Türk mü, Fransız mı, Suriyeli mi, Etiyopyalı mı olduğunu umursamıyor. Bayraklarımız, dinlerimiz, ırklarımız bu tehdit unsurlarını ilgilendirmiyor.
350.org’un kurucusu, yazar ve aktivist Bill McKibben, “Savaş kelimesini bir metafor olarak kullanırız” diyor. “Yoksullukla savaş, uyuşturucuyla savaş, kanserle savaş…” “Bu beğenmediğimiz bir şeye odaklanmamızı ya da güçlerimizi onu düzeltmeye vakfetmemiz gerektiğini ifade eden bir terimdir. Ancak karbon ve metan fiziksel alanları ele geçiriyor, panik yaratıyor, can alıyor hatta hükümetleri istikrarsızlaştırıyor. Küresel ısınma bir dünya savaşına ‘benzemiyor’, dünya savaşının ‘ta kendisi’. Kurbanları da ironik olarak bu krize en az neden olanlar. Ama bu savaş hepimizi hedef alıyor. Kaybettiğimiz takdirde de kazananlar olmayacak” diyor McKibben.
İşte tam da bu nedenle acil çözüm gerektiren bu sorunlarla mücadele küresel işbirliği gerektiriyor. Bu da bize, belki de bildiğimiz anlamda küreselleşmenin yerine başka türlü bir küreselleşme yaklaşımına ihtiyacımız olduğu hatırlatıyor. Ama nasıl? Bu “yeni” yapıyı şekillendirmek kuşkusuz “eskinin” açmazlarını, yani bizi bugüne getiren, en güncel örneğiyle Trump’ı ABD başkanı yapan koşulları, onun iklim değişikliği ve uluslararası işbirliklerine dair fikirlerini anlamaktan ve benzeri koşullarda yakın gelecekte bizi nelerin beklediğini görmekten geçiyor.
“Karbondioksit Sınır Tanımaz”
350.org kurucusu, yazar ve aktivist Bill McKibben ve 350.org genel direktörü May Boeve, iklim değişikliği ile mücadelede “Trump etkisi”ni EKOIQ’ya değerlendirdi.
Bill McKibben: Küresel ısınma temelde küresel bir karşılık gerektirir: Paris Anlaşması şimdiye kadar buna yaklaştığımız en yakın noktaydı. Şayet Trump anlaşmayı milliyetçilik adına bir kenara atarsa, belli bir zaman diliminde bu sorunun üstesinden gelmek için bunun yerine ciddi ve anlamlı başka bir şey gelmeyecektir. Eğer herkes evine dönüp kendi ülkesine odaklanmak isterse, öncelikle bu sorunla uğraşmak zorunda kalacaklar, zira karbondioksit sınır tanımaz.
May Boeve: İklim değişikliği herkesin birbirine bağlı olduğunun altını çiziyor. Dünyanın bir ucunda olanların diğer ucunu nasıl etkilediğini en net şekilde gözler önüne seriyor. Türkiye’deki bir kömür santralı, Fiji’de deniz seviyelerini etkiliyor; ABD’deki bir hidrolik kırılma Sahraaltı Afrika’daki kuraklığı körüklüyor.
Bu gerçeklik, daha önce görülmemiş düzeyde bir küresel işbirliği için fırsat sunmasının yanında en güçlü ticari çıkarlar için de bir tehdit oluşturuyor. Yeni bir küreselleşmeyi tam olarak hayata geçirebilmek için güneş ve rüzgar gibi temiz kaynakların güdümünde, sadece merkezi ve sıklıkla da yolsuzluğa bulaşmış şirketler tarafından kontrol edilmeyen yeni tür bir ekonomi inşa etmeliyiz. Toplu taşımayı yeniden canlandıracak, şehirleri daha yürünebilir, havası daha temiz, trafik yoğunluğu azalmış güvenli yerler haline getirebilecek bir enerji sistemine ihtiyacımız var.
Bunların hepsi, insanların bir araya gelip yerel, eyalet çapında, ulusal ve küresel düzeylerde eyleme geçmesiyle gayet mümkün. Bu, doğmaya çalışan yeni küreselleşme. En son benim ülkemde Donald Trump’ın seçilmesinde olduğu gibi birçok seçimde daha iyiye gitme yolunda bir eğilimin geri teptiğini görüyoruz. Trump’ın gündemi kömür ve petrol şirketlerini destekliyor, destekleyeceğini iddia ettiği insanları değil. Eğer gündeminde insanlar olsaydı biz iklim değişikliğini daha ciddi ele alır ve temiz enerji konusunda araştırmalar yapıyor olurduk. Ama aksine o tam tersini ortaya koyuyor. Dünyanın her yerindeki hareketlerde görüyoruz ki gündem her defasında tersine işleyecek. Nefret karşısında dirençlilik ve cesaretin peşinden gideceğiz.
Yerleşik Düzeni Reddetme
Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens’in ardından Türkçe versiyonu geçen ay yayınlanan ikinci kitabı Homo Deus-Yarının Kısa Bir Tarihi adlı çalışmasında Yuval Noah Hariri, sıradan seçmenin demokratik mekanizmanın artık onları yetkin kılmadığını hissetmeye başladığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Dünya, seçmenlerin gözü önünde çepeçevre değişiyor ve onlar bu değişimin neden ve nasıl gerçekleştiğini anlayamıyor. Güç ellerinden kayıp giderken bu gücün nereye gittiğini bilmiyor. İngiliz seçmen bu gücün kendi ellerinden kayıp AB’ye göç ettiğini düşündüğünden Brexit lehine oy kullandı. ABD seçmeleri tüm gücün ‘kurulu düzen’in tekelinde olduğuna inandığı için yerleşik düzene farklı açılardan karşı çıkan Barnie Sanders ve Donald Trump gibi adayları destekledi. Üzücü olan şu ki kimse tüm bu gücün nereye gittiğini bilmiyor. İngiltere AB’den çıktığında ya da Trump Beyaz Saray’ı aldığında sonuçta güç sıradan seçmenin eline dönmeyecek”.
Dünya basınını taradığınızda, son altı ayda bu konuda işin ehli diyebileceğimiz isimler tarafından yazılanlar neyin, nasıl olduğunu; bizi nasıl bir dünyanın beklediğini ortaya koyuyor aslında. Evet, İngiltere’de de, ABD’de de seçmenler, statükoya karşı tepkisini ortaya koydu. Mevcut siyasetin kendileri için işlemediğini göstermek için oy pusulalarını kullandı. Yeni bir şey istiyorlar ama bu nasıl bir şey onu da çok iyi bilmiyorlar. Kurulu düzene başkaldırırken, alternatifler bizi iyi bir yere götürüyor mu, büyük bir soru işareti…
İşte bu konuda birkaç görüş:
Amerikalı iktisatçı Nouriel Roubini, 4 Temmuz’da yayınlanan “Globalization’s Political Fault Line” (Küreselleşmenin Siyasi Fay Hatları) başlıklı makalesinde “Brexit oylamasında fay hatları netti: Zengine karşı fakir, ticaretten/ küreselleşmeden nemalananlara karşı kaybedenler, kalifiye elemanlara karşı kalifiye olmayanlar, eğitimlilere karşı daha az eğitimliler, gençlere karşı yaşlılar, şehirlilere karşı kırsaldakiler, çeşitliliğe karşı homojen toplumlar. Bu fay hatları, ABD ve Kıta Avrupası da dahil diğer gelişmiş ekonomilerde de aynen mevcut” diyor. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Direktörü Mark Leonard da 9 Kasım’da yayınlanan “Europe, Alone in Trump’s World” (Avrupa, Trump’ın Dünyasında Bir Başına) başlıklı yazısında Trump’ın ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan son ra kurduğu liberal dünya düzeni görüşünü kökten reddettiğini söylüyor. “Bunu da Amerikan değerlerini ve çıkarlarını savunarak yapıyor” diyor Leonard, “Tıpkı 11 Eylül’den sonra George W. Bush’un yaptığı gibi küresel kurumları ABD’nin hareket özgürlüğüne kabul edilemez kısıtlamalar koyan varlıklar olarak görüyor. Bu nedenle Dünya Ticaret Örgütü’nden, NATO ve Birleşmiş Milletler’e bütün uluslararası ilişkilerde ‘Art of Deal’ı (İş Bitirme Sanatı) uygulamaya geçirmek istiyor. Her anlaşmanın koşullarını yeniden müzakere etmek istiyor”.
Almanya dışişleri eski bakanı Joschka Fischer ise, 5 Aralık’ta yayınlanan “Goodbye to the West” (Hoşçakal Batı) başlıklı yazısında Trump’un seçilmesiyle şimdiye dek “Batı” olarak adlandırılan şeyin sonuna geldiğimizi, Trump’ın başkanlığına dair iki makul varsayımda bulunabileceğimizi söylüyor: “Birincisi, başkanlığının Amerikan iç ve dış politikası için oldukça yıkıcı olacağı. İkincisi de ‘Amerika’yı yeniden büyük yapacağı’ sözüne sadık kalacağı. ABD, izolasyonist bir milliyetçiliğe yönelmesi halinde yine açık ara dünyanın en güçlü ülkesi olmaya devam edecek ama Batılı ülkelerin güvenliğini daha fazla garantiye alamayacak ya da serbest ticaret ve küreselleşmeye dayalı uluslararası düzeni koruyamayacak”. Üstelik Cumhuriyetçiler hem Senato hem de Temsilciler Meclisi’nde kontrol sahibi artık, dolayısıyla Trump’ın eli, önceki başkanlara göre daha güçlü.
İsveç eski başbakanı Carl Bildt 9 Kasım’daki “Global Stability in the Trump Era” (Trump Devrinde Küresel İstikrar) başlıklı yazısında “Amerika’nın dünyada demokrasiyi güvenceye alma hedefi, ‘Önce Amerika’ politikasıyla yer değiştirdi. Kampanyası göz önüne alınırsa, Trump’ın zaferi ile dünya kesin olarak artan bir belirsizlik ve istikrarsızlık dönemine girdi. Küresel zorluklar çoğalıyor ve 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beri var olan uluslararası düzen ciddi tehdit altında. En iyi koşullarda bile Trump’ın seçilmesi bu rahatsız edici eğilimleri güçlendirdi” diyor.
Trump’ın “Enerji Devrimi”
Gelelim tüm dünyayı tehdit eden iklim değişikliğinde en önemli paya sahip olan ve önlemler konusunda da en büyük katkıları yapabilecek ABD’ye ve yeni başkan Trump’a… Öncelikle iklim değişikliği meselesi ABD seçim kampanyasında çok da önemli bir konu değildi. Trump’ın başkanlığının iklim ve enerji politikalarını nasıl şekillendireceği de net olarak bilinmiyor. Ancak kampanyası ve öncesindeki açıklamaları bazı işaretler veriyor.
Trump, küresel ısınma kavramının Çinliler tarafından yaratılan bir “aldatmaca” olduğunu söylemişti. Paris Anlaşması’ndan da çekilmeyi planladığını dile getirdi. Her ne kadar seçimin ardından New York Times’ta yayınlanan röportajında bu konuyu yakından izlediğini ve
Paris Anlaşması konusunda açık fikirli olduğunu ve hatta daha önceleri inkar ettiği iklim değişikliği ile insan faaliyetleri arasında bir miktar ilişki olabileceğini söylese de, hemen ardından iklim değişikliği anlaşmasının Amerikan şirketlerine maliyetlerinin ve rekabet ortamına etkilerinin değerlendirileceğini ekledi.
ABD Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) hazırladığı, 2015 yılında Obama tarafından açıklanan Temiz Enerji Planı’nı da rafa kaldırmak istiyor Trump. Nitekim “EPA’nın sözde Temiz Enerji Planı devlete yılda 7,2 milyar dolara mal olacak. Obama-Clinton direktifi, kömürlü elektrik santrallarının kapanması anlamına geliyor, bu da istihdamın öldürülmesi” demişti.
Temiz Enerji Planı’nın öncelikli amacı ABD’nin iklim değişikliğine yaptığı “aşırı” katkıyı azaltmak. 2030 yılı için planda belirtilen karbon salımındaki %32’lik (2005 seviyesine göre) azaltım 870 milyon ton daha az karbon kirliliği anlamına geliyor. Bunun otoyollardaki karşılığı ise 166 milyon araba. Plan bu doğrultuda, yenilenebilir kaynaklara ve enerji verimliliğine vurgu yaparak yenilenebilir enerji üretimini 2030 itibarıyla %30 artırmayı öngörüyor. Ancak Trump seragazı salımlarını azaltmaya yönelik yeni düzenlemeler yapmayacağının sinyallerini veriyor. Nitekim EPA’nın başına getirdiği Oklahoma Başsavcısı Scott Pruitt de iklim değişikliğine şüpheyle bakan biri. Madencilik ve petrol endüstrisi bu görevlendirmeyi alkışlarken, enerji bakanlığı koltuğuna da adı petrolle özdeşleşmiş Teksas’ın eski valisi Rick Perry’nin oturacağını hatırlatalım.
Trump’ın enerji konusundaki önceliği ise Amerika’nın 50 trilyon dolarlık henüz çıkarılmamış kayagazı, petrol ve doğalgaz rezervlerini ortaya çıkarmak, kömür madenciliğini yeniden canlandırmak. Bu sayede istihdama katkı sağlayacağını söylüyor. Bunun için de federal alanları petrol, gaz ve hatta kömür aramaları için açabileceği ya da satabileceği, çevresel kısıtlamaları kaldırabileceği belirtiliyor. Trump, bu “enerji devrimi”nin ülke için geniş bir servet yaratacağına inanıyor. Obama döneminde çevreye olumsuz etkileri de göz önüne alınarak yapımı reddedilen Kanada petrollerini Meksika Körfezi’ne taşıyacak Keystone XL petrol boru hatlarının inşa edilmesine yeşil ışık yakarken, rüzgar ve güneşe pek sıcak bakmıyor. Bilimsel araştırmalara, temiz enerji projelerine ve iklim değişikliği inisiyatiflerine ayrılan devlet fonlarını durdurabileceğine dair işaretler de var.
Trump’ın bu niyetleri uygulamaya geçerse ABD’nin seragazı salımları sıçrama yapacak. Diğer büyükler Hindistan ve Çin’in de, ABD çekildiği takdirde Paris Anlaşması sözlerini tutmada daha az zorunluluk hissedecekleri yönünde kaygılar söz konusu.
Trump aynı zamanda ABD’deki işçileri korumak için BM iklim değişikliği anlaşmalarına aktarılan milyarlarca dolarlık ödemeyi keseceğini de söyledi. Yeşil İklim Fonu’na 3 milyar dolar destek sözü veren ABD’nin şu ana kadarki katkısı 500 milyon dolar. Ancak 2020’den itibaren fonun, sanayileşmiş ülkelerin desteğiyle yılda 100 milyar dolara ulaşması hedeflenirken, ABD’nin böylesi bir hamlesinin diğer ülkeleri de yavaşlatması ihtimaller dahilinde.
Reform mu, Yenilenme mi, Rekabet mi?
Avrupa’nın en büyük ikinci doğalgaz üreticisi Norveç’in Statoil şirketinin Enerji Perspektifleri Raporu geleceğin enerji trendlerini ortaya koyuyor. Raporda üç senaryo var:
Reform senaryosu: COP21’deki ulusal iklim hedeflerine odaklı. Enerji ve iklim politikalarında zaman içinde kısıtlayıcı önlemleri kapsıyor ancak 2 derece hedefine bu senaryoyla ulaşılamıyor.
Yenilenme senaryosu: 2040’ta satılan yeni arabaların 10’da dokuzunun hibrit ya da elektrikli araç olmasını; 2040’ta küresel elektrik üretiminin %40’ının güneş ve rüzgardan yapılmasını öngörüyor. Bu senaryoda petrol ve gaz talebi mevcut düzeyin altında olacak.
Rekabet senaryosu: Jeopolitik çatışmalar ve bölgesel kalkınmada hem ekonomik kalkınma hem de enerji sistemleri açısından farklılıkların artmasını öngörüyor. Siyasi krizler, artan korumacılık ve devlet sistemindeki genel kırılmalar farklı yönlerde gelişen çok kutuplu bir dünya yaratacak. Bu senaryoda oyunun kuralları konusunda giderek artan anlaşmazlık ve siyasi, ekonomik ve çevre alanlarındaki krizleri yönetebilme becerisinin azalması söz konusu.
Statoil’in raporu, büyük güçlerin işbirliği yaparak iklim değişikliğini yavaşlatmaktan ziyade, kendi ekonomik ve enerji ihtiyaçlarını karşılama eğiliminde olduğunu gösteriyor. Bu da büyük güçlerin çoğu için en ucuz ve erişilebilir enerji kaynaklarına -genellikle kendi fosil yakıt kaynakları- yoğunlaşmaları anlamına gelecek. Bu koşullarda kömürün küresel enerji üretimindeki payı %29’dan %32’ye çıkacak. Ve iklim meselesi, gündeminin az öncelikli bir kalemi olacak.
Uluslararası Toplum Paris’e Sahip Çıkıyor
İyi tarafta ise şöyle bir durum da söz konusu ki, hem ABD içinde hem de uluslararası düzeyde Paris Anlaşması’na sadık kalınması yönünde bir irade mevcut. Marakeş’te düzenlenen COP22 sırasında Fas Çevre Bakanı Hakima El Haite, Alman haber ajansı DPA’ya verdiği röportajda, “Güveni muhafaza etmenin tek yolu sözleri, taahhütleri yerine getirmek, bunlar için fonlar ayırmak, acı çeken insanların hayatlarında fark yaratmak. Hedefler için her birimiz, taraflar, taraf ol mayanlar, sivil toplum herkes Paris Anlaşması’nın yol haritasını uygulamalı. Bu da zaman, reform, politikalar ve para gerektiriyor” dedi. Yine zirve sırasında Pekin’den kıdemli bir müzakereci küresel toplumun iklim değişikliğiyle savaşta bir arada hareket etmek istediğini belirtirken “yeni ABD yönetiminin yeşil ekonomiye dönüşümü sekteye uğratacak bir harekette bulunmaması gerektiğinin” altını çizdi. Hindistan’ın başmüzakerecisi Ravi Prasad da Kyoto Protokolü’ne desteğin, Cumhuriyetçi başkan George W. Bush’un çekilmesinden sonra nasıl unufak olduğunu hatırlatarak Paris Anlaşması’nın da ABD’nin çekilmesi halinde “bulaşıcı bir hastalık”tan mustarip olabileceğini söyledi. AB ve Japonya Marakeş’te anlaşma kapsamındaki taahhütlerini yineledi ancak Çin de dahil olmak üzere, ABD’nin çekilmesinin yaratabileceği boşluğu doldurmak için seragazı salımında ekstra azaltıma gitmeye ya da daha fazla para vermeye pek de hevesli olmayabilirler. Zira Japonya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Shigeru Ushio, “ABD pozisyonunu değiştirirse bu bizim için çok ciddi bir durum yaratır, özellikle de finans anlamında” dedi.
Fransız Çevre Bakanı Segolene Royal de Trump yönetimi altında “Yeşil büyümeye yatırımlar frenlenebilir” diyerek Trump’ın iklim politikalarından bazılarını “felaket” olarak niteliyor. Amerikalı girişimci Richard Branson ise “Küresel ısınmaya inanmayan yeni bir yönetiminiz varsa, temiz enerji alanında on binlerce iş yaratacağımız konusunda insanları ikna etmek biz iş insanlarına düşecek” diyor.
Ekonomi, Ulusal Güvenlik ve Kamu Sağlığına Tehdit!
ABD’nin 46 eyaletinden 800’den fazla bilim insanı ve enerji uzmanı Donald Trump’ı uyaran bir açık mektup yazdı. Change.org sitesinde de imzaya açılan mektubun ana hatları şöyle:
İklim değişikliği ABD’nin ekonomisini, ulusal güvenliğini, kamu sağlığını tehdit ediyor. Bazı topluluklar halihazırda onun etkilerini hissediyor, düşük gelirli ve azınlık gruplar ise orantısız olarak etkileniyor.
Ülkenin, bu krizin üstesinden gelmek için çabalarının zayıflaması değil, güçlenmesini sağlayacak adımlar atması gerek. Dünyanın gözü bizim üzerimizdeyken ve yönetiminizin bu konuyu nasıl ele alacağı belirsizliğini korurken, göreve geldiğinizde aşağıdaki adımlarla başlamanızı talep ediyoruz.
1- Amerika’yı bir temiz enerji lideri haline getirin. Amerikalıların çoğu -Cumhuriyetçi, Demokrat ya da Bağımsız-, yenilenebilir enerji araştırmalarını ve kurulumlarını destekliyor. Enerji verimli, düşük karbon toplumuna geçişin devasa ekonomik fırsatlarını kucaklayın. 1 trilyonluk taahhüdünüzün bir kısmını, demokratikleştirilmiş temiz enerjinin yaygınlaştırılmasını sağlayacak altyapı geliştirilmesine, ABD’nin rekabetçiliğinin artırılmasına ve istihdam için kullanın. 2008’den bu yana temiz teknoloji endüstrisi ABD’de 33 kişiden birine istihdam yarattı. “Rüzgar teknisyenliği” Amerika’da en hızlı büyüyen iş kategorisi ve güneş endüstrisi herhangi bir sektörden daha fazla gaziyi işe aldı.
2- Karbon kirliliğini ve Amerika’nın fosil yakıtlara bağımlılığını azaltın. Amerikalıların çoğu bunu destekliyor. Onlara seragazı salımlarını, hava ve su kirliliğini azaltmaya, temiz enerjinin büyümesine, inovasyonu ve istihdamı hızlandırmaya destek olan politikaların devam edeceği garantisi verin. Bu hedeflere erişebilmek için EPA, Enerji Bakanlığı, NASA gibi kurumlar da dahil iklim değişikliğiyle ilgilenen kurumlara fon ve esneklik sağlamaya devam etmek çok önemli.
3- Amerika’nın iklim hazırlığı ve dayanıklılığını güçlendirin. Sadece geçen beş yılda, fırtınalar, seller, kuraklıklar ve yangınlar 250 milyar dolarlık zarara neden oldu. Bu aşırı olayların sıklığını ve şiddetini artıracak iklim değişikliği devam ederken, felaketlerden kurtulma ve yaraları sarmak için vergi ödeyenlerin üzerindeki yük de büyüyor. Amerika’nın topluluklarını, ekonomisini ve doğal kaynaklarını, modern, iklim dirençli enerji, ulaştırma, bina ve su altyapısına yatırım yaparak sağlamlaştırın.
4- İklim değişikliğinin gerçek, insanın neden olduğu acil bir tehdit olduğunu kamuoyu önünde açıklayın. Yapmazsanız dünyada iklim bilimini inkar eden tek lider olacaksınız. Neredeyse bütün iklim bilimciler, birçok iktisatçı, askeri uzman, fosil yakıt şirketleri ve diğer iş liderleri ve bu konuda endişe duyan Amerikalıların üçte biriyle ihtilafa düşeceksiniz.
5- Politika yapımında bilimsel bütünlüğü koruyun. Kampanyanız sırasında “yönetiminizin siyasi taraflılık olmadan (bilimsel) şeffaflık ve hesap verebilirliği garantiye alacağını” söylediniz. Bu da şimdiye kadar kabinenize ve geçiş ekibine atadığınız, insan eliyle meydana getirilmiş iklim değişikliğinin bilimsel gerçekliklerini reddeden çoğu kişiyi dışarıda bırakmanızı gerektirecektir.
6- Amerika’nın Paris İklim Anlaşması taahhüdünü muhafaza edin. Yeryüzündeki neredeyse bütün ülkelerin 25 yıllık müzakerelerinin bir ürünü olan bu anlaşmadan çekilmek, tehlikeli iklim değişikliğinden kaçınmak için en büyük şansımızı ortadan kaldıracaktır. Aynı zamanda çoğunun ABD’nin Paris Anlaşması’na katılımını desteklediği Amerikan halkını da temsil etmeyecektir. ABD uluslararası müzakere masasında etkinliğini kaybedecek, siyasi, teknolojik ve ahlaki lider olarak otoritesini Çin ve AB ile diğer ülkelere devredecektir.
Başkanlığınızın inkar ve felaketle mi, yoksa kabullenme ve eylemle mi tarif edilmesini istediğinizi seçmeniz yolunda size çağrı yapıyoruz.
Bilim İnsanları Uyarıyor
Bilim insanları ise kaygılı. 800 bilim insanı Trump’a bir açık mektup yazarak yapılması gerekenleri sıraladı. Tek tek açıklamalar ise olası tabloyu ortaya koyuyor. Potsdam İklim Değişikliği Enstitüsü’nden Hans-Joachim Schellnhuber, artık Washington’dan iklim konusunda pozitif bir tavır beklemediğini söylüyor: “Dünya artık yoluna ABD’siz devam etmek zorunda”. Rutgers Üniversitesi’nden deniz buzları araştırmacısı Jennifer Francis ise “Çevre ile ilgili bilimsel araştırmalara aktarılan fonların kontrolsüz ve bilimfobik Kongre tarafından kesintiye uğrayacağından korkuyorum. Umudum Başkan Trump’ın aday Trump’tan daha açık görüşlü olması ve kararlarını alırken gerçeklerin kendisine rehberlik etmesine izin vermesi” diye ifade ediyor endişesini. Maine Üniversitesi’nden paleo-ekolojist Jacquelyn Gill de benzer kaygıları dile getiriyor: “Özgür dünyada iklim inkarcısı tek başkanı seçtik. Bu durumun iklim değişikliğiyle savaş ve etkilerini hafifletme anlamında nasıl bir etkisi olacağını kesin olarak tahmin etmek mümkün olmasa da iklim değişikliği araştırmalarını destekleyen kurumlara fonların kesilmesi tehdidi en acil sorun gibi görünüyor. Bu da iklim sisteminin nasıl işlediğini, iklim değişikliğinin etkilerini öngörme ve etkin hafifletme stratejilerinin ne olması gerektiğini anlama çabalarını tehlikeye atacaktır”.
Öte yandan ABD’de Trump’ı destekleyen eyaletler de dahil bazı belediye başkanları ve valiler iklim değişikliği konusunda halihazırda benimsedikleri planlara, Washington ne derse desin devam edeceklerini açıkladı. Mars, Nike, Levi Strauss ve Starbucks gibi büyük markaların da dahil olduğu 365 Amerikan şirketi Trump’ı, ABD’nin Amerikan refahını tehlikeye sokacak temiz ekonomiyi kurmada başarısızlık yaratacağını söyleyerek Paris Anlaşması’ndan çekilmemeye davet etti.
Popülizm ve Jeopolitik
Peki etki alanını giderek artıran popülist politikalar ile iklim değişikliği meselesi arasında nasıl bir bağ var? Jeopolitik, iklim eylemine nasıl yön verebilir? İşte bu konuya dair birkaç görüş:
Uluslararası Çevre ve Kalkınma Enstitüsü (IIED) Direktörü Andrew Norton, 15 Kasım tarihli “Climate denial and the populist right” (İklim inkarı ve popülist sağ) başlıklı yazısında popülist milliyetçi gündem ile iklim inkarcılığı arasındaki bağların güçlendiğine vurgu yapıyor. Fosil yakıtları destekleyen, güçlü çıkar gruplarıyla bağlantılı siyasi makamlar her zaman oldu. Ama şimdi yeni bir durum söz konusu. Peki iklim inkarcılığına dayalı popülist politikayı güdüleyen ne? Notron, “Ülkeler kendi ekonomik ve sosyal dinamikleri yerine ‘ötekine’ odaklanarak milliyetçiliği körüklüyor. Oysa iklim değişikliği meselesi ulusal seviyede çözülemez, devletler, ulusal ve yerel topluluklar arasında kolektif bir eylem gerektirir. Popülist milliyetçilik bu nedenle kanıtlar ne kadar güçlü olursa olsun iklim değişikliği bilimini reddetme eğilimindedir. Bununla birlikte kendini izole etme arayışında olan herhangi bir ülke kaybetmeye mahkumdur” diyor. Çözüm ise, insanlığın ortak mirasını ciddiye alan yeni bir siyasi bakış açısı. Norton; “İklim eylemi için öncelikler net. Hükümetler arasında devam eden süreç yeni sorunlarla karşılaşırsa kentler, şirketler, yatırımcılar ve toplulukların eylemleri her zamankinden daha önemli olacak. Tüm seviyelerde eylemin fark yaratabileceği bir mobilite oluşturmalıyız. Bilimsel gerçeklik ve insani dayanışma için çalışmalıyız. Hepsinden önemlisi, zengin ya da fakir bütün ülkelerde en yoksulların ve küreselleşmenin “mağluplarının” endişelerine yönelik yeşil politikaları yaygınlaştırmamız gerek. İklim eyleminin çalışanlar için bir engel oluşturmadığını, uzun vadede daha iyi ve güvenli işlere giden asli adımlar olduğunu göstermeliyiz” diyor. Yazar Michael T. Klare ise, 15 Eylül’de yayınlanan “What’s the Greatest Threat to Action on Climate Change? Nationalism” (İklim Değişikliği için Eyleme Karşı En Büyük Tehlike Nedir? Milliyetçilik) başlıklı yazısında Paris Anlaşması’nın başarı ya da başarısızlığını belirlemede jeopolitiğin çok önemli bir rol oynayacağını söylüyor. “Brexitçiler AB mevzuatını beğenmiyor, oysa iklim değişikliği ile etkin mücadele küresel işbirliği gerektiriyor. AB’nin iki ana ülkesinde Merkel ve Hollande böylesi bir işbirliğine sıcak bakmayan sağ, göçmen karşıtı partilerce sıkıştırılmış durumda. Trump’ın seçim kampanyasını da dizginlenemeyen milliyetçilik, iklim inkarcılığı, vahşi göçmen karşıtlığı ve yerel fosil yakıt üretimine sarsılmaz bir destek şekillendirdi. Hindistan’da Başbakan Narendra Modi Paris Anlaşması’na desteğini gösterdi ve güneş enerjisini yaygınlaştıracağını söyledi. Ama kömürden elektrik üretimine bağlılık da olmak üzere ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun artıracağı konusunda kararlılığını da gizlemiyor. Bu da bir sorun. ABD Enerji Bakanlığı’nın Enerji Enformasyon Dairesi’ne göre Hindistan önümüzdeki 25 yılda kömür tüketimini neredeyse ikiye katlayarak Çin’den sonra ikinci sıraya yerleşecek. Petrol ve doğalgaz tüketiminde artış ile birlikte kömürde böylesine bir artış, Hindistan’ın karbondioksit salımlarını üçe katlayabilir. Rusya da iç ekonomik ihtiyaçlarını iklim değişikliğinin önüne koyacak gibi. Putin, Paris Zirvesi’nde milli gelirinin büyük kısmını oluşturan petrol ve doğalgaz ihracatlarına bağlılıktan vazgeçmeye niyetli olmadıklarını ifade etti” diyor.
Klare, “Felaket senaryolarından kaçınmak ve gezegeni korumak için iklim aktivistlerinin gelişen teknolojilere yoğunlaştıkları kadar uluslararası siyasi arenaya yoğunlaşmaları gerek. Geldiğimiz noktada yeşil düşünen liderler seçmek, iklim inkarcılarının yükselmesini engellemek ve fosil yakıtlı aşırı milliyetçiliğe karşı çıkmak, gezegenimizin yaşanabilir kalması için tek seçenek” diyor.
İnsanlık Krizde
Dünyanın iklim değişikliğinin yanısıra (ve onunla bağlantılı) karşı karşıya olduğu başka bir kriz daha var ki halihazırda etkileri çok acı şekilde hissediliyor: İnsani kriz. Trump’ın bu konuda da beyanları hiç iç açıcı değil. Müslümanların ABD’ye girişini engellemeyi, Meksika ile ABD arasına duvar örmeyi vaat ediyor… ABD, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) en büyük bağışçısı (toplam bütçesinin %40’ı). Ancak Trump çoktaraflı kurumlara ve dış yardımlara şüpheyle bakıyor. Sadece ABD’de değil, benzer durumlardan etkilenen birçok ülkede bu yaklaşım söz konusu. Brexit taraftarları AB’den serbest göçü engelleme sözü verdiler. Yani bugünün popülizmi yabancı düşmanlığını körüklüyor; halkın korku ve endişesini öfkeye dönüştürüyor ve en nihayetinde bu öfkeyi “kendi ülkelerinin kontrolünü ele alabilecekleri” söylemiyle oy haline getiriyor.
Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana insani ihtiyaçların en üst düzeye ulaştığı günlerde yaşıyoruz. 125 milyon insan aşırı ihtiyaç halinde. 60 milyon insan zorla yerinden edildi ve son 20 yılda her yıl felaketlerden 218 milyon insan etkilendi. Acil önlemler alınmazsa 2030’da küresel nüfusun %62’si kırılgan koşullarda yaşayacak. Savaşın yıkıp geçtiği ülkelerden kaçan ya da iklim değişikliğinin yerinden ettiği mülteciler artık hayatımızın temel bir gerçeği. Bu sorunlar yanı başımızda ve hiçbirimiz bu dalga dalga yayılan etkilerden muaf olmadığımızı anlamaya başladık. İnsanlığa yatırım yapmak, çatışmaları bitirmek ve daha da önemlisi önlemek, elbirliğiyle çalışmak ve kimseyi arkada bırakmamak gerekli.
Akademisyen ve yazar Antonio Donini, 30 Kasım’da yayınlanan “The crisis of multilateralism and the future of humanitarian action” (Çoktaraflılık krizi ve insani eylemin geleceği) başlıklı yazısında, Trump’ın seçilmesinden önce, Aydınlanmanın beşiği Avrupa’nın 1951 tarihli mülteciler konvansiyonunun taraf devletler için getirdiği yasal sorumluluklarını terk ederek, terör, savaş ya da zorba rejimlerden kaçarak sığınma talep edenleri engellemek amacıyla caydırıcı önlemler almaya başladığını hatırlatıyor. Mülteci konvansiyonu darmadağın edilirken, çok önemli konularla ilgili müzakerelerin de durma noktasına geldiğini, meseleler ciddileşirken retoriğin tumturaklı olduğunu ama eylemin kendisinden kaçınıldığını vurguluyor Donini: “Popülizm, milliyetçilik ve şovenlik Avrupa’nın tamamında, Rusya’da, Filipinlerde ve başka yerlerde yükselirken bu eğilimlerle küreselleşmeye ve uluslararası normlara olan destek de zayıflıyor. Çoktaraflılık düşüşte ve öngörülebilir gelecekte de bu devam edecek gibi. Bunun insani eylemlere önemli etkisi olacak.”
Peki Çıkış Nerede?
Durum böyle, peki bundan çıkış nasıl olabilir? Küresel mücadeleye bu kadar ihtiyacımız olan noktada, başka türlü bir küresel yaklaşım nasıl doğabilir? Bunun kesin, belli kurallar çerçevesinde şekillenen bir yanıtı yok elbette. Yeni dünya düzenleri, büyük şokların, savaşların ardından geldi hep. Ve belki de bugün, tarafları önceki ikisi kadar net olmasa da bir tür dünya savaşı yaşanıyor. Ne kadar süreceği, yeni bir düzenin ne zaman kurulacağı da öngörülebilir değil. İttifakların ortak değerlere değil, kısa vadeli çıkarlara dayandığı bir dünyanın nasıl sonuçlar yaratabileceğini görüyoruz hep birlikte ve bir süre daha görmeye devam edeceğiz gibi…
Edelman UK Temiz Teknoloji Direktörü Nick Hay, 25 Kasım’da yayınlanan “The climate action tent needs to be extended, before the window for action closes” (İklim eylemi, kapı kapanmadan yaygınlaştırılmalı) başlıklı yazısında popülizmin hakim olduğu böylesi bir dünyada “İklim değişikliğinin geri döndürülemez etkilerinden gelecek nesilleri nasıl koruyacağız?” diye soruyor ve özellikle iklim eyleminin yeni dünyayla hızlıca bağ kurması gerektiğini özellikle vurguluyor: “Kitleleri müttefikler ve düşmanlar olarak kutuplaştırmak yerine hem yerel zihniyette hem de uluslararası değerleri benimseyenlerin faydasına olacak bir anlatı şekillendirmek hayati önemde. Düşük karbonlu geleceğin toplulukları dışlamayacağını ve küstürmeyeceğini vurgulayacak liderlerin ortaya çıkmasına ihtiyacımız var. Yerellik ve uluslararasılık arasındaki ayrıma rağmen, iklim değişikliği endişeleri konusunda genellikle birleşiyoruz. Avrupa Komisyonu’nun iklim eylemine ilişkin son raporuna göre Avrupalıların %91’i iklim değişikliğini ciddi bir sorun olarak görüyor ve %92’si enerji verimliliğini geliştirmek için ulusal eylemleri destekliyor. Amerikalıların da üçte biri iklim değişikliği ile orta ya da üst seviyede ilgileniyor”.
Ona göre öncelikle iklim değişikliğine dair beyan edilen üst düzey endişelerle soruna verilen düşük düzeydeki davranışsal yanıtlar arasındaki uçurumun üstesinden gelmek gerekiyor. Savunuculuğu güçlendirmek için “markalar da iklim değişikliğini ele almada görülebilir araçlar haline gelmeli. Düşük karbon yöneliminin yerel düzeyde neler sunabileceğini, inovasyon, istihdam ve bağımsızlığı nasıl teşvik edeceğini söylemek değil, göstermemiz gerekiyor. “İklim eylemi, iş dünyası, STK’lar ve hükümetlerle son 20 yıldaki derin ittifakların getirdiği başarıları unutmamalıdır. İşbirliği ve gelişme için yeni gelenlere kapıyı açık tutmak hiç bu kadar hayati önemde olmamıştı” diyor Hay. Kuşkusuz bu tarz bir işbirliği benzer fikirdeki insanların yanı sıra küreselleşmeyi daha farklı deneyimleyen insanların da içinde olduğu, farklı geçmişlere sahip ve koşullarda yaşayan insanları bir araya getirmeli.
Amerikalı iktisatçı ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri (UNSDSN) Direktörü Jeffrey D. Sachs, 19 Temmuz’da yayımlanan “Sustainable development: a new kind of globalization” (Sürdürülebilir kalkınma: Yeni bir tür küreselleşme) başlıklı yazısında dünyanın dört bir yanından insanların yeni bir tür küreselleşme talep ettiğini söylüyor: “Washington Konsensüsü olarak adlandırılan küreselleşmenin şimdiki versiyonu ekonomik büyüme sağladı ama devasa bir bedelle: Artan gelir eşitsizlikleri, büyük çevresel yok oluşlar ve hukuksuzluğun artması. Sürdürülebilir kalkınma olarak da adlandırılan yeni yaklaşım, ekonomik büyümenin aynı zamanda sosyal, adil ve çevresel olarak da sürdürülebilir olmasını garantiye alacak.” Sachs’a göre, SKH’leri önemli kılan bunların siyasi bir kavram ya da ütopik idealler olmamaları. Her BM üyesinin kabul ettiği, zamana bağlı, belli hedefler bunlar. Uluslararası anlaşmalar elbette uluslararası eylemi garantiye almıyor ama SKH’ler işleri daha iyiye götürebilmek için küresel ölçekte çaba için bir şans sunuyor.
12 Kasım’da Le Monde’da yayımlanan “Pour une autre mondialisation” (Başka bir küreselleşme için) başlıklı yazısında Fransız iktisatçı Thomas Piketty (Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital çalışması ile büyük ses getirmişti), Avrupa ve genel olarak dünyanın Trump’ın zaferinden alması gereken dersin net olduğunu söylüyor: “Küreselleşmenin kökten ve acilen yeniden konumlandırılması”. Piketty günümüzün en temel sorunlarının “eşitsizlik ve küresel ısınmanın artması” olduğunu vurguluyor. Bu sorunlara karşılık verebilmek için de uluslararası anlaşmaları uygulamak, adil ve sürdürülebilir kalkınma için bir model geliştirmek şart. Şöyle de bir önerisi var: Gümrük vergilerini ve diğer ticari engelleri azaltacak uluslararası anlaşmalar imzalanırken, mali ve iklimsel sorunlarla başa çıkabilecek bağlayıcı önlemlerin de aynı anlaşmalarda yer alması. “Örneğin kurumsal vergi ve karbon emisyonlarına ilişkin yaptırıma söz konusu olabilecek ortak bir asgari oran yer alabilir bu anlaşmalarda. Artık serbest ticaret anlaşmalarını karşılığında bir şey vermeden müzakere etmek mümkün değil” diyor.
İngiliz yazar ve aktivist George Monbiot da, 13 Aralık’ta yayımlanan “The case for despair is made. Now let’s start to get out of the mess we’re in” (Umutsuzluk tamam. Artık içinde olduğumuz karmaşadan kurtulmaya başlama zamanı) başlıklı yazısında geri dönüş olmadığını, dünyayı en baştan yeniden düşünmek gerektiğini söylüyor: “Piyasa tek başına ihtiyaçlarımızı karşılayamıyor, devlet de. İkisi de bağları yok ederken, aşırılığı besleyen öfkeyi yaratıyor. Hakim ideolojilerde eksik olan unsur şu: Müşterekler, yani bir topluluğun üzerinde eşit haklara sahip olduğu varlıklar; arazi, su, mineraller, bilgi, bilimsel araştırma ya da yazılım… Ancak bunlar ya devlet ya da özel çıkarlar tarafından ele geçirilmiş durumda ve herhangi bir sermaye olarak görülüyorlar. Bizler de ortak servetten mahrum kalıyoruz.”
Monbiot’ya göre müşterekleri yeniden oluşturmak sadece servetin dağılımı değil, toplumun değişimi için de büyük potansiyel taşıyor: “Ortak kaynakları yönetmek kurallar, değerler ve gelenekler oluşturmak anlamına gelir. Bazı durumlarda yaşadığımız yerlere kendimizi yeniden yerleştirmektir. Yönetimi şirketlerin değil, toplumların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden şekillendirmektir. Başka bir deyişle, müşterekleri yeniden canlandırmak, şimdilerde binlerce formda toksik reaksiyon üreten, parçalayıcı, yabancılaştıran kuvvetlere karşı bir ağırlık işlevi görebilir”.
Geçtiğimiz ay, CDP Türkiye’nin 2016 İklim Değişikliği Raporu lansmanı için Türkiye’ye gelen, Uluslararası Kurumsal Yönetişim Ağı (ICGN) politika direktörü George Dallas da EKOIQ için yaptığı değerlendirmede milliyetçiliğin ve kendi çıkarlarını düşünmenin güçlendiği bir dönemde yaşadığımızı söylerken, bir yandan da sürdürülebilir kalkınma ve iklim değişikliği konusunda farkındalığın arttığını belirtiyor ve izolasyonun önümüzdeki yıllarda önemli tartışma konularından biri olacağını ekliyor. Bu noktada, iklim anlaşmaları için yol haritasını her ne kadar hükümetler çizse de özel sektörün rolünün de aynı derecede önemli olduğunu vurguluyor: “Soruna katkısı olan şirketler çözümün de bir parçası olabilir”
Nasıl Bir Dünya?
İngiliz yazar ve aktivist George Monbiot, insanlığın bugün karşı karşıya olduğu 13 krizi sıralıyor:
Donald Trump: Beyaz Saray’ın yeni sakini kendini zapt etme, dengeleme ya da empati kapasitesine sahip olmayan biri gibi. Ama intikam ve kincilik konusunda kapasitesi sınırsız. Kendini dünya hakkında bilgisi sınırlı insanlarla çevreliyor.
Ulusal güvenlik danışmanı: Askeri kararlar alırken Kongre’nin sınırlaması olmaksızın hareket edebilecek. Danışman Michael T. Flynn tehlikeli bir radikal.
Ekibinin geri kalanı: Ekibi profesyonel lobicilerden oluşuyor. Fosil yakıt, tütün, kimya ve finans şirketleri için çalışmış muhtelif milyarderler. Öncelikli siyasi hamleleri düzenleme ve vergilendirmeden kaçınmak. Bu insanların temsil ettiği çıkarlar yönetimde olacak.
Atlantik’in öte tarafı: İngiltere’nin AB’den çıkması beraberinde başa çıkılması zor bir karmaşıklık getiriyor.
Euro Bölgesi riskleri: İtalya bankacılık krizi büyük görünüyor. Euro Bölgesi’ne etkisi ne olacak bilinmiyor.
Ve bunların dallanıp budaklanması: Başka bir finansal krizi tetikler mi yanıtlamak zor. Böyle bir şey olursa hükümetler 2007-2008’de kullandıkları gibi bir kurtarma planı yapamayacaklar çünkü kasalar boş.
İşleri yutan otomasyon: Enformasyon teknolojisinin ekonominin her kısmına nüfuz etmesi bir geçiş dönemi değil, yükselen bir trend. Hiçbir hükümet ya da önemli siyasi parti bu meselenin kapsamını anlamış gibi görünmüyor.
Marine Le Pen’in kazanması: Le Pen’in Mayıs ayında Fransa cumhurbaşkanı olma ihtimali var. Bu AB’nin dağılması için bir tetikleyici olmaya yeter mi, bir başka bilinmez. Ama sırada başkaları var (Orta ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi hareketler) zincirleme bir reaksiyonu körükleyebilir.
BM Güvenik Konseyi: Le Pen kazanırsa BM güvenlik konseyi şu kişilerden oluşacak: Donald Trump, Vladimir Putin, Xi Jinping, Theresa May and Marine Le Pen.
Paris Anlaşması: Ulusal iklim değişikliği programlarının Paris’te hükümetlerin verdiği taahhütlerle çok bağlantısı yok gibi. Anlaşmada öngörülenlerden uzakta.
Göç üzerindeki etkileri: İklim değişikliğinin birçok etkisinden biri insani, siyasi ve askeri etkileri standartların ötesinde olan kitleler halinde göç olacak.
60 yıl daha ekip biçebileceğiz. BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre toprak kayıpları bu şekilde giderse sadece 60 yıl daha tarım yapabileceğiz.
Nesillerin tükenmesi: Giderek artıyor…
Zaman Değişiyor
İklim değişikliği ortadan kalkmıyor. Her yıl, her ay sıcaklık rekorları kırılıyor. Okyanuslar hızla ısınıyor, buzullar hızla eriyor, deniz seviyeleri hızla yükseliyor. Kasırgalar, kuraklıklar, seller devam ediyor. Sağlık sorunları ciddi boyutlara ulaşıyor, bazı canlıların nesli tükeniyor, biyoçeşitlilik azalıyor… Jeopolitik ittifaklar değişip küresel siyasetin öngörülemezliği artarken, mülteci krizi, yabancı düşmanlığı derinleşiyor. Zamanın aleyhimize, teknolojinin lehimize işlediğini akılda tutarak yeryüzünün bütün paydaşlarının bir araya gelip yeni bir küreselleşme tanımlamasının vakti geldi. Bu düzenin aktörleri sadece devletler, şirketler değil, şehirler, mahalleler, STK’lar, topluluklar, aktivistler ve bireyler olacak, olmalı. Zira gezegenin kaderi, sadece hükümetlere bırakılamayacak kadar ciddiyet arz ediyor…
2016’da şaşırtan bir şey daha oldu. Nobel Edebiyat Ödülü ilk kez “esasen şarkıcı olarak bilinen” bir isime, Bob Dylan’a verildi. Dylan’ın 1964’te çıkan albümüne adını veren şarkısı “The Times They Are A-Changin”de (Zaman Değişiyor) yaptığı çağrıyı tekrarlayalım: Gelin, toplanın insanlar, her nerede geziyorsanız / Ve kabullenin çevrenizdeki sular yükseldi artık / Eğer zamanınız sizce biraz değerli ise yüzmeye başlasanız iyi olur / Yoksa bir taş gibi dibe çökeceksiniz / Çünkü zaman değişiyor…
Zaman Değişiyor
Gelin, toplanın insanlar, her nerede geziyorsanız.
Ve kabullenin çevrenizdeki sular yükseldi artık.
Eğer zamanınız sizce biraz değerli ise
Yüzmeye başlasanız iyi olur.
Yoksa bir taş gibi dibe çökeceksiniz.
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin yazarlar, eleştirmenler
Kalemleriyle bilgeleşenler,
İyi açın gözlerinizi,
Şans bir daha geri gelmeyecek,
Acele etmeyin konuşmakta,
Çark hâlâ dönmekte
Ve kimse söylemiyor kimde topun duracağını
Şimdi kaybeden
Sonra elbette kazanacak,
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin senatörler, kongre üyeleri,
Kulak verin çağrıma.
Durmayın yolda
Tıkamayın koridoru,
Çünkü bugün incinen
Yarın koltukta olacak.
Dışarıda bir savaş var,
Ve kızışmakta.
Yakında pencerelerinizi sarsacak,
Ve duvarlarınızı titretecek,
Çünkü zaman değişiyor.
Gelin anneler babalar ülkenin her bir yanından.
Ve eleştirmeyin anlayamadığınızı.
Oğullarınız, kızlarınız kontrolünüzden çıktılar.
Sizin eski yolunuz hızla yıpranıyor.
Lütfen çekilin yeni yoldan
Eğer uzatmayacaksanız ellerinizi.
Çünkü zaman değişiyor
Çizgiler çekildi,
Lanetler okundu
Şimdi yavaş olan sonra hızlanacak,
Şimdi var olan yakında geçmişte kalacak,
Düzeniniz yitmekte alelacele,
Simdi en önce giden yakında sonuncu olacak
Çünkü zaman değişiyor.