Dünya değişiyor. Hem de baş döndürücü bir hızla. Ve sadece teknoloji, şehirler, yaşadığımız mahalleler, kullandığımız araçlar değil, çocukluğumuzdan beri ezbere gördüğümüz siyasi haritalar bile değişiyor… Soğuk Savaş sonrası, dünya haritasının Asya ve Avrupa kısmında yeni ülkeler beliriverdi. Bugün, 1. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Sykes-Picot Anlaşması ile çizilen Ortadoğu sınırları fiilen ortadan kalktı. Adeta dağlar, ovalar, nehirler gibi coğrafi varlıklar saydığımız -aslında tamamen insan yapımı ve belirli bir tarihsel bağlamla belirlenmiş- sınırlar artık yok…
****
Önümde duran minik yerküreye bakıyorum. Siyasi değil de sadece coğrafi olarak bakar ve üzerindeki minik yazıları görmezden gelebilirsem, hiçbir şey değişmemiş gibi görünüyor. 1969 yılında uzaydan çekilen ilk dünya fotoğrafındaki gibi, Mavi Bilye öylece duruyor. Peki gerçekten öyle mi? Gördüğüm, yüzeysel bir algılama, tüm bilimsel verileri dışarda bırakan bir gezegen parodisi aslında. Dünyanın, üçteki ikisi sularla kaplı, çoğunlukla mavi, top gibi yuvarlak olduğundan fazlasını söylemiyor. Uzayın derinliklerinde hem kendi, hem de güneşin çevresinde milyarlarca yıldır dönüp durduğunu bile unutturabiliyor…
***
Ama fiziksel dünya da değişiyor gerçekte. Evet yine top gibi, kuzey ve güney kutuplarından bastırılmış, hafif eğik bir ekseni var ama insanoğlunun milyonlarca yıllık serüveninin son üç yüz yılı, mavi gezegenin temel rasyonellerini alt üst etti bile. Okyanusların asitlik oranı artıyor; denizlerin seviyesi yükseliyor; kutuplardaki ve yüksek bölgelerdeki tatlı suyu depolayan buzulların hacmi küçülüyor; on binlerce yıldır donmuş halde bulunan tundraların üzerindeki beyaz örtü kalkıyor; Sahra Çölü’nün altında, kim bilir kaç bin yıl önce yağmış yağmurların eseri olan yeraltı suları çekiliyor; Hazar Gölü artık çölün mavi gözü değil… Ve bunların arkasında çok daha makro bir değişiklik var: Atmosferdeki karbondioksit oranı dramatik bir şekilde yükseliyor ve dünyanın ısısını artırıyor…
***
Paris İklim Zirvesi, bu büyük değişime insanlığın bir yanıt verip veremeyeceğini göreceğimiz, test edeceğimiz yerdi. Ve insanlık şimdilik öyle veya böyle bir yanıt verdi. Paris Anlaşması metni, ısı artışını 2 derecede tutma ama aslında hayati öneme sahip 1,5 dereceyi zorlama ifadelerini içeriyor ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizi netleştirmiyor. Ülkelerin gönüllü olarak verdikleri taahhütlerle bu hedefe ulaşmak imkansız; arada yüzlerce gigaton karbon bütçesi açığı var. Ve o gigatonlar bizi 3,7 derecelik artışın gerçekleştiği yaşanmaz bir gezegene ulaştırıyor. İşte bu nedenle, insanlığın kendi yarattığı soruna yönelik yanıtını, İklim Rejimi 2.0 değil; 1,5 olarak nitelemek çok daha doğru. Yüzlerce gigatonluk karbon ve dolayısıyla 3,7 ile 1,5 derece arasındaki ısı açığı, ne yazık ki, mavi gezgendeki serüvenimizin nihayetini belirleyecek. Sağlam, istikrarlı ve güvenli bir alana çıkabilmenin yolu, Anlaşma’nın ve ulusal taahhütlerin kayıplarını kapatmaktan geçiyor. Bu da, ya yeni bir yol bulmamızı ya da yeni bir yol yaratmamızı gerektiriyor. 1,5 mu, 2.0 mı? 3,7 derece mi, 1,5 derece mi? Hayat mı, yıkım mı? Bunu belirleyecek olan da, tek tek hepimizin bireysel ve tüm dünya yurttaşlarının kolektif çabaları. Başka bir yol yok…