Doğa Derneği İletişim Koordinatörü Yeşim Erbaşol
Türkiye’nin görece yeni ama en aktif doğa koruma örgütlerinden biri olan Doğa Derneği, Hasankeyf’te yapılması planlanan baraja karşı kampanyalarıyla tanınıyor ama aslında Türkiye’nin dört bir yanında, onun üzerinde çalışmayı eşzamanlı olarak yürütüyor. Derneğin Çengelköy’deki İstanbul ofisinde, doğanın bağrında görüştüğümüz İletişim Koordinatörü Yeşim Erbaşol, “Sulak alanların tahribinin, doğanın geleceği açısından en kritik alan olduğunu saptadık; bu nedenle çalışmalarımızın ana alanı buralar” diyor.
Söyleşi: Barış DOĞRU Fotoğraflar: Saygın SERDAROĞLU ve DOĞA Derneği arşivi
Bize biraz Doğa Derneğinden bahsedebilir misiniz?
Doğa Derneği 2002 yılında Ankara’da kuruldu. İstanbul ofisimiz üç yıl önce açıldı. Burayı daha çok bir iletişim ofisi olarak kullanıyoruz. Ana hedefimizse, Türkiye’nin 305 önemli doğa alanında doğa koruma projeleri yapmak…
305 derken.
Bu 305 önemli doğa alanı, Doğa Derneği’nin belirlediği bir bilimsel metot sayesinde saptandı ve üç ciltlik bir kitap halinde yayınlandı. Buna çeşitli bilim insanları da katkıda bulundu. Dünyada şu anda 40 ülkede aynı yöntemle önemli doğa alanları belirleniyor. Bir alanda doğa koruma çalışması yapmak istediğiniz zaman, bu kitaptan faydalanabiliyorsunuz. Türkiye’deki 305 nokta bu kitapta tek tek inceleniyor. Kitap basılalı üç yıl oldu, biraz değişti, yenilenmesi gerekecek ama bölgenin habitatı, yaşayan türleri, bu alanla ilgili tehditleri, bugüne kadar yapılmış koruma çalışmalarını görmek için benzersiz bir kaynak. Kitapta ayrıca bilimsel verilerle birlikte, ele alınan bölgelerdeki bitki, kuş, sürüngen, kertenkele ve kelebek popülasyonlarının durumu da ortaya konuyor. Hangilerinin nesli tehlike altında, bu bölgede hangisinden ne kadar var, şu anki durumu nedir, dünya üzerindeki durumu nedir, Türkiye’deki durumu nedir? Hepsinin tek tek bilgileri mevcut.
Bu 305 alanı, diğer bölgelerden ayıran ne?
Bu alanlar, Türkiye yüzölçümünün neredeyse yüzde 25’ini kaplıyor ama Türkiye’deki biyolojik çeşitliliğin yüzde 80’inden fazlası bu yüzde 25’lik alan içinde toplanmış durumda. Dolayısıyla bu alanların yaşaması, aslında Türkiye’deki biyolojik çeşitliliğin, doğanın, yaşamın, canlılığın devam ediyor olması anlamına geliyor. Yani biraz körü körüne doğa koruma çalışmaları yapmak yerine, hedef odaklı, sistemli, bilimsel bir şekilde çalışmak adına yapıldı bu çalışma.
Son derece önemli bir çalışma olan Önemli Doğa Alanları kitabının baskısı tükenmiş durumda ama isteyenler www.dogadernegi.org/yayinlarimiz.aspx adresinden kitabın tümünü pdf formatında indirebilir.
“Rafet ve Hasankeyf Kaybolmamalı”
Bir alanın UNESCO tarih ve kültür mirası alanı ilan edilebilmesi için on tane kriter var. Çin Seddi beş, Amazon Ormanları üç, Taç Mahal bir, Mısır Piramitleri de dört kriteri karşılıyor ama Hasankeyf bu on kriterin dokuzunu karşılayan tek yer. Ancak bu başvuruyu sivil toplum kuruluşları yapamıyor; bunu Kültür Bakanlığının yapması gerekiyor. Ayrıca Baraj sadece Hasankeyf’i değil, Dicle Vadisi’nin dört yüz kilometrelik alanını sular altında bırakacak ve pek çok endemik tür yok olacak. Mesela dünyada sadece Fırat ve Dicle Nehri kenarında yaşayan ve boyu bir metreye kadar ulaşabilen Fırat Kaplumbağasının, Fırat Nehrindeki barajlar yüzünden neredeyse hiç yaşam alanı kalmamış durumda. Şu anda sadece Dicle Nehri kıyılarında yaşıyor. Biz de Fırat kaplumbağasını kampanya maskotu olarak seçtik. Aslında Latince ismi, Rafetus. Biz de kendisine kısaca “Rafet” diyoruz. Türkiye’de baraj yapılmamış en son büyük nehir Dicle ve Rafet’in başka yaşam alanı da kalmadı.
Kitabın hazırlığı ne kadar sürdü?
Aslında bu kitabın hazırlanması üç yıl sürdü, ama bütün verilerin toplanması çok daha uzun dönemli bir çalışma. Arkadaşlarımız kitabın hazırlanma sürecinde epey bir eziyet çekmişler ama zaten Avrupa Birliği normlarına göre de bu çalışmanın yapılmış olması gerekiyordu. Dolayısıyla Türkiye doğasına hediye edilmiş, çok önemli bilimsel bir veri oldu bu. Bu 305 alanın tek tek incelenmesi sonunda ortaya çıkan grafik, Doğa Derneği’nin çalışmalarını ne konuda ve nerede yoğunlaştırması gerektiğini de ortaya koymuş oldu. Bu alanların tamamında şu anda bir gerileme gözlemek mümkün. Bu gerilemeye baktık ve ekolojik yaşamı, biyolojik çeşitliliği tehdit eden en önemli tehlikeyi saptamaya çalıştık. Ve bilimsel verilere bakarak gördük ki, çok bildiğimiz orman yangını, avcılık, kirlilik gibi gözümüze çok büyük görünen şeylerin etkisi aslında çok az. Sulak alanların tahribi, bütün bunların toplamından çok daha büyük bir öneme ve ciddiyete sahip.
İnsanın inanası gelmiyor açıkçası.
Öyle ama bu saptama tamamen bilimsel verilere dayanıyor. Bilgilerimiz ne yazık ki tamamen basındaki görünürlüğe dayanıyor ve doğru değil. Mesela orman yangınlarını duyunca içimiz yanar, hâlbuki ormanların genişlemesi için yangına da ihtiyaç var. Tabii insan eliyle yapılan dev yangınlardan bahsetmiyoruz ama örneğin Akdeniz’deki kızılçam ormanlarının genişleyip, büyümesi için yanması gerekiyor. Çünkü oradaki kozalaklar yangınla birlikte patlıyor ve üç beş kilometre öteye fırlıyor ve oraya da tohum atıyor. Hâlbuki doğa için, yanlış sulamalar, sulak alanların kurutulması ve barajlar hepsinden daha büyük bir tehdit. Bu saptama üzerine, Doğa Derneği çalışma planını biraz daha bunlar üzerine kurmaya başladı. Hele son iki yıldır tamamıyla su meselesine yoğunlaştık.
Bu çalışmanın verileri 2006 yılına ait. Daha o zaman bu yoğunlukta HES projeleri gündemde de değil ama suyla ilgili sorunlar Türkiye’deki biyolojik çeşitliliğin yaklaşık yüzde 80’ini tehdit ediyor. Su politikası Türkiye açısından bu kadar ciddi bir sorun, çünkü su yaşamın en temel kaynağı ve onu aldığınızda geriye hiçbir şey kalmıyor.
Peki, nerelerde çalışma yürütüyorsunuz bu alanlardan?
Şu anda 10’u aşkın bölgede çeşitli çalışmalar yürütüyoruz. Bunlar arasında en bilineni tabii ki Hasankeyf ama oraya yapılacak baraj aslında sadece Hasankeyf’i değil bütün bir Dicle Vadisini yok edecek bir proje. Dicle Vadisi dediğiniz zaman herkese derdinizi anlatamıyorsunuz ama Hasankeyf deyince işler değişiyor. Gerçekten de Hasankeyf hafife alınacak bir yer değil. Şu anda Doğa Derneği’nin talebi baraj projesinin durdurulması, Hasankeyf’in UNESCO tarih ve kültür mirası ilan edilmesi.
Bizim aynı bölgede bir diğer çalışmamız da “Urfa’nın Bozkırları.” Doğayı sadece orman veya yeşil alan olarak görmek son derece yanlış. Bozkırlar da son derece güzeldir ve başta ceylan, çöl varanı, sırtlan ve çöl koşarı olmak üzere sayısız canlı türüne evsahipliği yapar.
Bir değer çalışmamız da Burdur’da sürdürülüyor. Burada da yöre halkının Burdur Gölüyle tekrar ilişki kurması ve gölün yok oluşunun durdurulması üzerine çalışıyoruz. İzmir’de de Gediz Deltasıyla ilgili bir proje yapıyoruz. Samsun’daysa sulak alanların yok oluşuna dikkat çekmeyi hedefleyen bir manda projemiz var. Eskiden önemli bir iktisadi gelir kaynağı da olan manda nüfusu neredeyse tükenmek üzere.
Bir tür olarak manda, ekonomik önemiyle birlikte neredeyse tamamen unutulmuş durumda…
Evet. Ayrıca mandacılığın ekolojik bir değeri de var: Mandaların yaşaması demek, sulak alanların yaşaması demek. Çünkü hayvanın sulak alana ihtiyacı var. Doğa Derneği, manda ürünlerinin pazarlanmasını teşvik ederek, mandacılığı tekrar bir ekonomik kaynak haline getirerek bölgedeki sulak alanların yaşatılmasını sağlamaya çalışıyor. Sorunu bu şekilde ele almak daha gerçekçi ve değerli oluyor.
Ne yazık ki Türkiye’de genelde sulak alanlar bataklık gibi, kurutulması gereken, tarım arazisine çevrilmesi gereken alanlar olarak görülüyor. Hâlbuki bu bölgeler, biyolojik çeşitliliğin gerçekten çok zengin olduğu, özellikle kuşlar için hem yuvalama, hem barınma, hem beslenme alanları.
Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapıyor musunuz?
Elbette. Örneğin TEMA, TÜRÇEK, Atlas Dergisi ve Doğa Derneği birarada “Üçüncü Köprüye Hayır” eylemi yaptık. Yine birkaç kurum biraraya gelerek çeşitli platformlarda bulunduk. Bu arada bu senenin Ocak ayında Türkiye Su Meclisinin kuruluşunda birçok örgütle beraber çalıştık. Doğa Derneğinin kurucusu Güven Eken de Meclisin Başkanı oldu. Dolayısıyla bu yapıyla organik bir bağımız da oluştu.
Bir de bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz, İstanbul ofisinizin bulunduğu Doğa Bahçesi var. Biraz da buradan bahsedebilir misiniz?
Çengelköy Emek Mahallesi, İstanbul’un ortasında doğal yaşamın büyük oranda korunduğu bir mekân. Buradaki planlarımız ilk başta, tüm mahalleyi sosyal ve kültürel olarak hareketlendirecek kapsamdaydı ama sonra çeşitli nedenlerle hedefimizi biraz daraltmak zorunda kaldık. Mahallede yaşayanları da hareketin içine katan bu proje, İstanbul 2010 Kültür Başkenti için hazırlanmıştı ama sonra başvurmaktan vazgeçtik. Şimdi, burayı doğal gıdaların üretildiği bir sebze bahçesi haline getirdik. Yani bahçeyle başladık, diğer adımları daha yavaş atacağız muhtemelen. Bahçe ürünleri de, belirli bir katkı payıyla Doğa Bahçesine ortak olanlara dağıtılıyor. Çevredeki diğer bahçelerden satın aldığımız ürünleri de bu sepete koyuyoruz; böylece bölgede yeniden ekonomik bir hareketlilik yaratmaya çalışıyoruz.
“Sırtlanları Koyunlardan Koruyoruz”
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde iki üç projeyi birden yürütüyoruz. Bunlardan biri de sırtlanları korumaya yönelik. Ne yazık ki bölgedeki köylüler sırtlanları koyunlarına saldırdıkları için öldürüyorlar. Köylü için tabii koyun bir ekonomik değer; sırtlan da korkulması, yaklaşılmaması gereken bir hayvan. Biz de şöyle bir çözüm ürettik: Köylülere koyunları için dikenli çitlerle kaplı bir alan oluşturduk. Koyunlarını oraya yerleştirdiler. Dolayısıyla sırtlanlar koyunlara dokunamaz; köylüler de sırtlanları öldürmez oldu.
“Çöl Varanını Vuruyorlardı; Şimdi Koruyorlar”
Bir zamanlar sırtlanları, çöl varanını vuran köylüler şu anda onları koruyor. Bir Ahmet Amcamız var, eski dönemin ünlü avcısı. Şu anda projenin sorumlusu o. işin güzel tarafı Ahmet Amca sonsuza dek orada. Üç dört yıl sonra gitmeyecek. Dolayısıyla bu tarz projelerin kalıcılığı oluyor. Burdur’da, Gediz Deltasında da öyle. Arkadaşlarımız köylere yerleşiyor ve orada bir yaşam kuruyorlar. Dolayısıyla yaptığımız işlerin kalıcılığı, sürdürülebilirliği biraz daha fazla oluyor.