Türkiye’de iklim değişikliği ve etkileri konusunda en çok söz söyleyen isimlerden araştırmacı, gazeteci ve Açık Radyo’nun yöneticisi Ömer Madra, konuyu ciddiye almamanın faturasının pahalıya patlayacağı yönünde uyarılarda bulunuyor. Gwynne Dyer’ın iklim değişikliğinin etkilerine yönelik senaryoları aktardığı ünlü “İklim Savaşları” kitabının Türkçe baskısının önsözünü yazan Madra, “Ya devletleri zorlarız, ya da hep beraber sonumuzu görürüz” diyor.
PNAS’taki makaleden hareketle, iklim değişikliğinin Suriye’deki büyük siyasi altüst oluşun ve savaşın sebebi olduğu söylenebilir mi?
Başka bir sürü faktörden de bahsetmek mümkün, dolayısıyla yegane değil ama önemli bir tetikleyici. PNAS, dünyanın en saygın bilim kuruluşunun, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’nin en saygın bilimsel hakemli dergisi. O yüzden ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın en karmaşık olayından bahsediyoruz. Bu makalede yazılanlar çok doğru ama bir yandan da daha önce yazılmaları gerekiyordu. Aşağı yukarı dergide yayınlanan ifadelerle biz bunu 1,5 senedir Açık Radyo’da gündeme getiriyoruz.
Verimli Hilal denen bölge, kadim medeniyetlerin birçoğuna beşiklik eden bir yer. Ama çok sulak olmadığı için her zaman kırılgan olmuş bir yer. Tarih boyunca bu görülüyor zaten. Ama artık bu bölgede pek çok farklı şey bir araya geliyor. 2006’da başlayıp 2010’da biten, esasında hâlâ da tam bitmemiş bir kuraklık bu. Zaten uzun vadede böylesi kuraklığa hiçbir yer dayanamaz.
Kıtlığın etkisi nasıl oldu?
Tarım Bakanlığı’nın verileri Suriye’deki durumu ortaya koyuyor. Üst üste gelince gıda fiyatları yükseldi, sonra da kaçınılmaz olarak göç başladı. Kırsal bölgedekiler Şam ve Halep gibi büyük şehirlerin varoşlarına göç etmek zorunda kaldılar. Kendi köylerinde kral olanlar, orada ayaktakımı oldu. Üstelik de büyük bir rekabet var. 1967’den, hatta 1948’den kalma Filistinli göçmenler var. Üstüne 2003’ten sonra Iraklı göçmenler de gelmiş oraya. Türkiye’de Suriyeli göçmenlerle ilgili problemleri görüyoruz. Onlar kaç yıldır bununla uğraşıyor. Arap olan göçmenlerle de rekabet durumuna giriyorlar. Ve bu çok berbat bir haysiyet sorgulaması yaratıyor. Ondan sonra da protesto etmek durumunda kalıyorlar. Küçücük bir kasabada bir başkaldırı olunca Esad, fevkalade korkunç bir diktatör zaten, bunu eziyor. Arkasından da bütün sorunlar ortaya çıkıyor.
Bir başka sorun daha var. Ülkede dolu olan tahıl ambarları isyan öncesi, fiyatların küresel olarak yükseldiği dönemde kârlılık gerekçesiyle satılıyor. Bu ölümcül bir hata. Bu da tamamen kötü yönetimle alakalı. Kötü yönetimlerden, kötü yönetim beklenir. Ve sattıklarını da geri koyamıyor. Bence PNAS’taki makale, bütün bunların doğrulanmasından ibaret.
Ayrıca kötü yönetim ve idare durumu sadece Suriye ve Ortadoğu’yla sınırlı da değil. ABD’nin tahıl ihtiyacının neredeyse yarısını karşılayan Kaliforniya’da da büyük bir sorun yaşanıyor. ABD’deki Ogallala akiferi dünyanın en büyük yeraltı su kaynaklarından biri. On binlerce yıl önce kayaların arasında suyun sıkışmasıyla oluşan bu kaynağın 2020’de tamamen tükeneceğinden bahsediliyor. Ogallala biterse ne olacağını da bilen yok. Nasıl beslenilecek, nasıl tarım yapılacak, temizlik ihtiyacı nasıl giderilecek, bilinmiyor. Onlar medeniyetin gözünün kör olmasına alışık. Her yerde kötü yönetim var. Sistem yanlış…
Harekete geçilmemesinin sebebi, projeksiyonların uzak geleceğe yönelik olmasından kaynaklanan rahatlık belki de…
Jared M. Diamond, ünlü “Çöküş” adlı kitabında bunu anlatıyor. Paskalya Adası’ndan bahsediyor. Çok iyi bir medeniyet kuruyorlar. Fakat kuraklık başlayınca ağaçları kesmeye başlıyorlar. Son ağaç kesildiği zaman kimse “a, bitmiş” demiyor. Çünkü son kuşak, etrafında üç tane ağaç ya görmüş ya görmemiş. Sorun orada zaten. Bugüne gelirsek sonuçta IŞİD’in asıl kontrol etmek istediği şey barajlar. Su meselesinin öneminin tabii ki farkındalar. Ve daha başlangıcındayız. Bu gördüklerimiz hiçbir şey değil. Doğrusunu söylemek gerekirse valla durum çok iyi görünmüyor.
Gwynne Dyer’ın “İklim Savaşları” kitabındaki senaryolar da bunu anlatıyor. Türkiye için yazdığı senaryo, Suriye, Irak ve hatta İran’ın Türkiye’ye savaş açacağı, Türkiye’nin bunu kazanacağı, ama sonra bir anda gelecek 7 milyon mülteciden sonra kendi ekonomik sosyal yaşamında bir çöküşe neden olacağı şeklinde. Ve akla hiç uzak gelmiyor doğrusu.
Türkiye, kendi özelinde iklim değişikliğine ne derecede hazır?
Türkiye için de benzer sorunlar var. Karapınar’da yapılması planlanan termik santrala dair, TEMA desteğiyle hazırlanan ve İTÜ Kimya Metalürji Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. İsmail Duman’ın başında bulunduğu heyetin ortaya koyduğu çok ciddi bir durum söz konusu. Bu santralın devasa su ihtiyacının karşılanması için yeraltı sularına yüklenileceği; bunun devasa obrukların oluşumuna yol açacağı ve nihayetinde bütün akiferin çökeceği anlatılıyor. Dolayısıyla yılsonunda Paris’te yapılacak BM İklim Değişikliği Konferansı’ndan bağlayıcı bir anlaşma çıkması lazım. Bunun için de hükümetlere baskı yapmak gerekiyor. Geçen sene Manhattan’da 400 bin kişi bu yüzden sokaklara çıktı. Orada 14 yaşında kıdemli bir aktivist gördüm. Şöyle diyordu: “Bu şans nerede var; bir tek bizim kuşağımız dünyayı değiştirme şansına sahip.” Aslında ben de katılıyorum ona. Margaret Thatcher, günahım kadar sevdiğim bir politikacı değil, ama ondan bir kopya çekeyim. Neoliberal düzen için “Başka alternatif yok” (There is no alternative) demişti. Bizim de başka alternatifimiz yok. Ya devletleri zorlarız ya da hep beraber sonumuzu görürüz.