Tüketemeyeceği kadar fazla üretmiş bir dünyada yaşadığımızı hatırlatan Dış Haberler Editörümüz Zeynep Heyzen Ateş, İstanbul’dan New York’a, Hong Kong’dan Paris’e bütün kozmopolisleri “obez şehirler” olarak tanımlıyor. Su taşımaktan ziyade, önce musluğu kapatmanın önemine vurgu yapan Ateş, “Yoksa aslında yavaşlatılmış bir felaketi mi yaşıyoruz?” diye sormadan da edemiyor…
Zeynep Heyzen ATEŞ
Bazen şehrin sokaklarında dolaşırken bir haber kucağınıza düşebilir ve eğer gerçekten şanslıysanız, bu haber uzun zamandır yazmak istediğiniz birden fazla konuyla da doğrudan ilgili olabilir. Geçtiğimiz Mart ayının son haftasında, ben böyle bir ânı yakalama fırsatı buldum. Paris’te Hotel de Ville’in önüne, kapılarına Avrupa ülkelerinin bayrakları çizilmiş elektrikli arabalar dizilmişti ve her ülkeden belediye başkanları bu arabalardan iniyordu. Kolunda “securité” yazısı olan görevlilerden birine ne olduğunu sorduğumda “Şehirlerin enerji politikalarıyla ilgili bir toplantı” düzenlendiği yanıtını aldım. Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo, delegeleri belediyenin elektrikli arabalarıyla getirtmiş, böylece yalnızca toplantının gündeme taşınmasını sağlamakla kalmamış, 2014’ten bu yana yaptığı değişikliklerin -örneğin elektrikli arabalara geçişin- altını çizmeyi başarmıştı.
İki gün sonra toplantıyla ilgili haberleri ve demeçleri okuduğumda daha da ilginç bir detayla karşılaştım. Hidalgo, “şehirlerin enerji politikaları” başlığı altında bugüne dek şahit olduğum uluslararası toplantılarda yapılanın tam aksini yapmış, artan enerji ihtiyacını karşılama yollarını bulmayı değil, enerji ihtiyacındaki artışı kontrol altına almanın yollarını masaya yatırmıştı. Gittikçe büyüyen kozmopolislerde elektriklerin kesilmesinden çok daha ciddi bir sorundu gündemindeki: İnsanların evden çıkarken lambaları kapamaya zahmet etmedikleri bir dünya.
Bir an için paranın öteki yüzüne bakalım ve dünyanın enerji ihtiyacına yetişilemediğini söyleyenlerin yanlış ifade edilmiş bir tehlikeyi tekrarladığı iddiasına bir şans tanıyalım. Buna göre asıl sorun, “obezleşen şehirler” ve sorunu çözmek yerine muslukları sonuna kadar açma eğilimindeki ülkeler. Tersine döndürülmesi güç bir enerji özgürleşmesi sürecine mi girdik yoksa? (Özgürleşme kelimesini tüm kontrolsüzlüğüyle birlikte düşünün lütfen) Ucuz enerji, yarın öbür gün çok pahalıya mı patlayacak bize, yaşadığımız şehirlere? Bunlardı tartışılanlar Paris’teki toplantıda.
Aşırılıkla Gelen Tehlike…
Toplumlar, eskiden dünyayla tersine çevrilebilir bir anlaşmaya, enerjinin asal parçalarından biri olduğu dengeli bir düzenlemeye bağlıydı. Enerjinin özgürleşmesi ilkesine yer veremeyecek bir modeldi bu. Öngörüsü, sonraki tüm özgürlüklerin, elektriğin özgürleşmesini izleyeceğiydi ve ekonomik düzen buna izin vermeyeceğinden, tasma modern sanayinin ve teknolojinin tüm düşlerini besleyen bu vazgeçilmez unsurun boynundan hiç çıkarılmamıştı. Oysa bugün, dünya tarihinde enerjinin en ulaşılabilir olduğu çağı yaşıyoruz. Meksika ve İtalya gibi ülkelerde hükümetler güneş paneli kullanımını kısıtlayacak yasalar getiriyor ama nafile. İnsanlar, tüketimlerini tutumlu yapmak yerine artık beş değil, on panel döşeyebiliyor. Panellerin verimi arttı, santralların verimi arttı, nükleer dahi yirmi yıl önce olduğuna nazaran çok daha güvenli ve ucuz. Bu verilerden yola çıkan analistler, böyle bir bolluğun insanoğlu için kıtlık kadar tehlikeli olduğunu hatırlatıyor. Batılı toplumlar için konuşuyorum tabii. Yolumuzu gözleyen felaket, kaynakların tükenmesi değil, tüm biçimleriyle enerjinin giderek artması. Dengesizliğin dinamiğiyle gelen bir dram söz konusu çünkü kentsel dönüşüm gibi enerji dönüşümü de biçimsel, yüzeysel. Binalar değişiyor, kafalar değişmiyor. Enerji değişiyor, tüketim alışkanlığı değişmiyor. İçselleşmemiş bir enerji salgınını deneyimliyoruz, aşırı ısınma evresine yaklaşıyoruz her geçen gün. Yine de devreleri soğutmasını öğreneceğimize daha fazla enerji tüketiyoruz. Camı açacağımıza havalandırmayı çalıştırıyoruz, 10 derece yetmiyor, 5 derece olsun istiyoruz. Şımarığız, şımardık. Teknolojinin olumsuz yanı diyelim. Ne yazık ki, tüketim alışkanlıklarını değiştirmeyen bir dünyaya verilen sonsuz yakıt, maddesel ve üretici bir etken olmaktan çıkıp kanser misali toplumları ele geçiriyor.
Bu yazılanlar size fazla felsefi, fazla hayal gelebilir ama megakentlerle ilgili demeçlerden farklı bir sonuç çıkarmak mümkün değil. Bir obezitedir gidiyor; İstanbul, New York, Hong Kong, Paris… İşleyişleri termodinamiğin ikinci yasasına ters düşen kentler bunlar. Her gün akıl almaz miktarda enerji tüketilen, ertesi gün hayatın devam edebilmesine mucize gözüyle bakılması gereken yerler. Döngünün sürdürülebilmesi ise kendi gürültülerinden, kendi atıklarından, kendi çöplerinden beslenmelerinden kaynaklanıyor. Tüketerek, tüketimleriyle var oluyorlar ve dünyanın enerji döngüsü de bu şehirlerin obezitesini besleyecek şekilde gelişiyor.
Bernard Mandeville’in “Arılar Masalı” eserinde verdiği örneği hatırlatıyor bana. “Şey”lerin tüketildikçe azaldığı bir dünyada ne gariptir ki ne kadar harcanırsa o kadar artıyor enerji. O kadar fazla sunuluyor piyasaya. Ekonomik ölçümlerin hesabını tutamayacağı bir ölçüm bu. “Sürdürülebilirlik” hiçbir anlamıyla buradaki üretim-tüketim döngüsünü açıklamaya yetmiyor. İstanbullular enerjiyi, insanın normal koşullarda ciğerlerine çekmekten zevk alamayacağı bir havadan, yetişilemez bir devinimden alıyorlar. Tehlike “yoksun kalma”nın tehlikesi değil, aşırılıkla gelen tehlike. Boş alanları yok etmenin metafiziği.
Kentsel Dönüşümden Geri dönüşüme
Megakentler (kozmopolisler), tüketim alışkanlıkları değişmeden geridönüşüme girdiklerinde atarak kurtulacakları safrayı da üretimin üstüne ekliyorlar -üretim modeli değişmiyor, geridönüşüm ekstra bir model olarak zaten var olanlara ekleniyor-. Ölçüsüzlüğü bol, aşırı tepkilere eğilimli, hayatta kalma arzusunu saplantıya dönüştürmüş, dolayısıyla değişemeyen kitleler türüyor bu “bolluktan”. Her tür ekolojik önlem göstermelik, dünyayla iyi iletişim kurma arzusu gerçek ama “yapan” ve “yıkan” aynı olunca bu gerçekliğin de içi boşalıyor.
“Tüketim toplumu” tanımının yetersiz kaldığı aşama demeli belki. Tüketemeyeceği kadar fazla üretmiş bir dünyada yaşıyoruz. Öyle çok şey üretilip üst üste yığıldı ki, bunları kullanacak zaman asla olmayacak. Okunamayacak kadar fazla kitap, yılda bir yenisi alınan akıllı telefonlar, hamburgerler, her yıl yenilenen mevsimlik giysiler, giysileri koyacak dolaplar, dolapları koyacak evler, çöpler, çöpleri dönüştürecek mekanizmalar, dönüşen çöpleri, çöpleşen şey’leri tüketecek daha fazla insan. Tüketebilmesi için enerji. Kriz dediğimiz de belki yaklaşan felakete dair bir önsezi. Yoksa aslında yavaşlatılmış bir felaketi mi yaşıyoruz?
Türkiye’nin de fark etmesi gereken, sorunun birden fazla yüzü olduğu sanırım. Enerji bulmak elbette önemli, ama sürekli akan musluğa ne kadar su taşısanız boş. Önce musluğu kapamasını öğreneceğiz. Aksi takdirde bin dereden su getirsek de yetmeyecek, yetse de tüketilen onca su atık olarak denizlere, içme sularına karışıp bize geri dönecek. Obez bir İstanbul’a hayır!