İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden Prof. Dr. Uğur Tanyeli, geleneksel mimarideki konut inşa mantığıyla günümüzdeki mantık arasındaki farkı ve modern insanın geçmişteki yaklaşımlarla inşa edilen evde, bugün neden geçmişteki gibi yaşayamayacağını anlatıyor.
Geleneksel olarak ev yapımında göz önünde bulundurulan kıstaslar ne olurdu?
Geleneksel dünyada konut yapmanın temel bazı kalıpları var. Dolayısıyla geleneksel dünyada tasarımcılar, mimarlar, başlangıçta “ben bunu nasıl yaparım” sorusuyla işe başlamazlar. O yöre, o zaman için geçerli olan kalıplar çerçevesinde çalışırlar. Her seferinde günümüz mimarının yaptığı gibi durum üzerinde akıl yürütmezler. Diyelim ki 18. yüzyılda Bursa’da ev yapıyorsunuz. O dönemki bütün evler ahşap karkas olduğu için, sizin zaten başka bir ev yapma şansınız yok. Odaların da standartları var. Pabuçluk denen bölümün nasıl olacağını, sedirin ne yükseklikte olacağını biliriz, pencerelerin biçimleri neredeyse sabittir. Örneğin daha çok ışık almak için kare pencere yapmazlar. Pencereler üç aşağı beş yukarı bire iki oranında dikdörtgendir. Bu bütün dünyada belirgin biçimde kalıplar üzerinde yürütülür. Kabaca, geleneksel dünyada mimarlık insanın anadili gibidir. Anadilinizi nasıl bilinçle öğrenmez, içinde yaşamak suretiyle öğrenirseniz, mimarlık da böyleydi. Bu bambaşka bir dünya tahayyülü. Bugün artık böyle bir kalıbımız yok. Böylesine belli bir yöre, zaman aralığı, toplum için belli bir konut yapma meselesi artık gündemimizde değil. Ama geçmişte böyleydi.
Bu unutmanın gerekçesi nedir?
Bu unutuşun adına modern dünya diyoruz. Çünkü düşünmeye başlarız; geçmiştekiler bugün bizim düşündüğümüz gibi düşünmezler. Onlar bizim çağdaş yaklaşımlarımızın tanımladığı gibi dünyayı, mimarı, konutu eleştirel ele almazlar. O yaklaşımlarla bugün bir karşılaştırma yapmak bile çok tehlikeli; onlara, bazı alanlarda o kadar uzağız ki… İstanbul’da geleneksel konut yapılmayalı 100 yıldan fazla zaman oluyor. Mardin’de 1930-40’lara kadar geleneksel konut yapılıyordu. Ankara kent merkezinde 1900 yılında bile geleneksel konut yapılmıyordu. Yere göre değişen zaman eşiklerinden başlayarak bütün Türkiye geleneksel konut yapma alışkanlıklarını yitirdi. Öncesinde mimarlığa ilişkin her şey belli kalıplara bağlıydı, bugün o mantıkla yapmıyoruz. Belli bir yöre için zorunlu diyebileceğimiz tekniklerle yapılırdı, Ankara’nın kent merkezine kerpiç ev yapmazdınız. Bunlar binlerce yıl içinde oluşmuş geleneklerdir. Kökenlerini aramaya başlarsanız prehistoryaya kadar uzatırsınız. Tamamen geçmişteki gibi yapılmazlar ama onun devamı olan tutumlar çerçevesinde inşa edilirler. İnsanlar bunları böyle yaptıklarını da bilmezlerdi zaten; onun içine doğarlardı. O yüzden anadil gibi diyorum, dilin içine doğarsınız. Halk mimarlığı dediğimiz, vernaküler mimarlık dediğimiz şey aslında böyle gerçekleşiyor.
Niye bu kadar değişti?
Sayısız gerekçe var. En önemlisi, modern dünyada mimarlık da dahil hiçbir konuda tartışılmaz, geçerliliği kesin doğrularla düşünmez oluruz. Hiçbir bilgi ve pratik kabulü ve uyulması zorunlu olmaz hale gelir. Öte yandan çok pratik gerekçeler de tanımlanabilir. Örneğin, kent nüfusunun çok hızlı arttığı bir dünyada yaşıyorsunuz ve o ihtiyacı ahşap karkas, kerpiç gibi geleneksel tekniklerle karşılama şansınız yok. Üçüncüsü, rant dünyasında, toprağın sürekli olarak değerinin yükseldiği, neredeyse en büyük ekonomik aktiviteye dönüştüğü bir ülkede ve çağda yaşıyoruz. Zaten kapitalist ekonominin egemen olduğu hiçbir yerde vernaküler teknikler yaşamazlar. Kapitalist ekonomi bununla uzlaşamaz. Kapitalist ekonomi rant üretir. Paranın üretimi faizdir, arsanın üretimi de ranttır. Böyle olduğu andan itibaren zaten ekonomik fayda üretimini eksen alarak düşünmeye başlarız. Kerpiçle dört katlı ev yapamazsınız. Sekiz katlı taş ya da ahşap ev yapılamıyor. Onun için herkes Türkiye’de katsayılarını yükseltmeye çalışıyor; son derece yüksek bir rant talebi var. Nüfusu 100 bini bulmayan şehirlerde binalar 10-15 kat yapılıyor. Bütün Türkiye çılgınca rant elde etmek istiyor. Politikalar da bunu destekliyor. Hükümetin bütün ekonomik politikası zaten inşaat merkezli olarak biçimleniyor. Herkes rant istiyor, ama sonra dönüp yalan söylüyor, “eski evler ne güzel” diye… O zaman buyurun, ranttan vazgeçin ve yapın.
Dördüncü olarak da, aynı insanlar değiliz artık. Geleneksel mimaride bir ev yapıyorsanız o kentin insanlarına yaparsınız. Safranbolulular Safranbolu evi yaparlar. Zaten bu dünyada toplumsal hareketlilik de düşüktür.
İnsanlar bir yerden bir yere bugünkü oranda gitmezler. Dolayısıyla insanlar o yörenin ustasına, o yörenin evini yaptırırlar. Bugün geldiğimiz dünyada kente sürekli dışarıdan birileri geliyor. 19. yüzyıl İngilteresi’nde ya da 1950’lerden başlayarak Türkiye’de olduğu gibi kente kırsal kesimden kitleler halinde insanlar geliyor. Kırsal kesimlerde yöreler boşalıyor. Köyler ölüyor; bazı yerlerde dağ köylerinin terk edilmiş olduğunu görüyoruz. Ege’de bile, biraz dağa çıkın, terk edilmiş yüzlerce köy göreceksiniz. Artık onların ev ihtiyaçlarını geleneksel tekniklerle karşılayamazsınız. Ayrıca geleneksel tekniklerin önemli kesimi sanıldığının aksine pahalı tekniklerdir. Az sayıda yapılırlar ama siz çok miktarda insana çok miktarda ev yapmak zorundasınız. Ekonomik açıdan büyüyen, gelişen bir ülkede bu ihtiyaç, geleneksel tekniklerle karşılanamaz. Karşılanamadığı zaman da her yerde Türkiye’de olan olur: Kitlesel ölçekli konut üretimi başlar. Kent siteler sitelere, semtler semtlere eklenerek yapılaşır. Eskiden ev eve eklenerek yapılaşırdı.
Bugünkü mimari yaklaşımla farklar nelerdir?
Geleneksel dünyada yapılara bakarsanız, gerçekten yörenin koşullarına uygun gözükürler. Ama bunu düşünerek, akıl yürüterek yapmazlar; binlerce yıl orada uygulanan pratik kaçınılmaz olarak tekrarlanır. Dolayısıyla ahşabın hiç olmadığı bir yerde insanlar kendilerine ahşaptan kütük ev yapmazlar. Kimse kalkıp çok yağmur yağıyor, ben çatımı dik yapayım demez 16. yüzyılda; zaten öyle yapılıyordur ev. Kuşkusuz her çevresel koşul dikkate alınmış gibi gözükür. Ancak bu kimsenin hesaplayarak ortaya koyduğu bir sonuç değildir. Yüzyılların anonim aklıdır kullanılan akıl. Çok rüzgar esen bir yerde yaşayanlar binalarının o tarafına pencere yapmaz. Hatta rüzgara burun veren bir gemi gibi yapılan -Türkiye’den değil, başka yerlerden bahsediyorum- örnekler var. Depremselliği yüksek bölgedeyseniz, camlı bina yapmazsınız, geleneksel Japonya’da olduğu gibi kağıt kaplarsınız pencereleri. Üç katlı binanız bile olmaz. Biz bugün öyle yapmayız, oturur hesap yaparız. Şuradan güneş almam lazım, pencere açalım; öyle çatı yapayım ki içinden havalandırmalar geçsin, yükselteyim çünkü havalandırma boruları geçecek… Ama geçmişin insanının böyle bir şansı yoktur. O dünyayı böyle algılamaz, böyle düşünmez. Temel yanlış şu: Bütün çağlarda insanlar bizim gibi düşünürdü zannediyoruz; düşünmezler. Hiçbir konuda; sadece mimarlıkta değil, bizim gibi düşünmezler.
Eski evlerden esinlenebilecek, sentez yaratabilecek bir imkan olabilir mi?
Bugün geleneksel evlere ders almak amacıyla bakmamıza gerek yok. Bugün bir mimar kendisinin önüne bir proje konusu götürüldüğü zaman zaten sayısız etmeni dikkate alarak tasarlar. Tasarlamalıdır. Sahibinin koşullarını, beklentilerini, imar durumunu, elindeki teknik olanakları… Aklınıza ne geliyorsa düşünmeye yönelik bir mimari pratiğin içinde konumlanıyor. Geleneksel evleri yapanlar bu kadar çok etmeni düşünerek bir iş yapmazlar. Ama öte yandan da, dünyanın pek çok yerinde, “eski evlerimiz ne güzeldi, niye şimdi öyle yapmıyoruz?” diye bir nostalji doğdu. Türkiye’de de şu anda çok yoğun biçimde var. TOKİ bile öyle söylüyor, eskisi gibi apartman yapmayacağız diyor; üstüne bir çatı koyuyor, pencereleri bir bölü iki yapıyor, sözde geleneksel yörenin eviymiş gibi yapmaya çalışıyor. Ama bunun yapı fiziğiyle hiçbir ilgisi yok, bu sadece biçime ilişkin bir şey. Evlerimiz, eskisi gibi gözüksün istemek şüphesiz olağandır; bunu yapanlar da var. Peki, neden? Modernlik travmatik bir deneyimdir. Dolayısıyla getirdiği değişimler düşlenmiş bir cennet, geçmişe dönüş arzusu da yaratır. Mimarlıkta da bu arzu zaman zaman dışavurulur. Ama sorun çevreye ve gündelik yaşama daha uygun bir konut talep etmekse, zaten bir mimar bunları düşünmek zorundadır. Binanızın duvarından dışarıya ısı kaçmasın diye beklersiniz. Kışın ısı kaçmayacak, yazın da sıcaklık girmeyecek. Bunu düşünürsünüz, geleneksel evdeki insan bunu düşünmez ki. Diyelim ki 18. yüzyılda Ankara’daki bir ahşap karkas eve gittiniz, inceciktir o duvarlar. Isı kaçar da girer de, çünkü sizin gibi yaşamazlar ki. Siz modern insan olarak evin içinde ince giysilerle dolaşmak istiyorsunuz. 18. yüzyılda üstlerine kürklerini giyer, evde öyle otururlardı. Evin içinde doğru dürüst ocak bile yakılmazdı. Bütün İstanbul mangalla ısınıyormuş; siz kar yağarken bir eski İstanbul evinde mangalla ısınabileceğinize inanıyor musunuz? Eski İstanbul evi veya genelde geleneksel konut bir pitoresk görüntü değildi; akan çatı, tahtakurusu ve fare, kuyu suyu kullanımı gibi şeylerdi de… Doğu Anadolu kırsalının önemli bir bölümünde eskiden insanlar evlerinde hayvanlarla yan yana yaşarlardı. İnsanların yaşadığı bölüm, hayvanların yaşadığı bölümün hemen içinde, ondan yükseltilmiş bir platformdaydı. O sayede hayvanların ısısından yararlanarak ısınırlardı. Örneğin, Muş’ta orman yok, kömür yakılmıyor. Sadece tezek var ve az bulunur bir nesne. Yemek pişirmek için kullanılıyor. Isınmak için hayvanların ısısından yararlanıyorlardı. Evet, çevre koşullarına uyuyorlardı, ama sizin çağdaş beklentilerinizi karşılar mı? Bugün cennet gibi tahayyül edilen geleneksel bir evde gerçekte böyle yaşanıyordu. Siz artık yaşar mısınız? Nostaljik düşünenler eski evleri bugünkü bir avuç Boğaziçi yalısı sanıyorlar. Kaldı ki, en radikal nostaljik bile, bugün o zamanki koşullar geçerli olsa, bir eski İstanbul evinde yaşamaktan kaçınır. Yaşamak istiyorlardıysa, neden o evler yok oldu? Onları bir afet yıkmadı, bizler, hepimiz yıktık ve başka yaşama koşulları, başka alışkanlıklar, başka bir yaşama kültürü yarattık. Şimdi de timsah gözyaşları akıtıyoruz.
Genel çerçevede mimarların zaten gerekli araştırmaları yaptığını söylüyorsunuz…
Yapmaları beklenir. Dünyada bir sürü kötü mimar var. Düzgün her mimar buna bakar, buna göre tasarlar. İçinde yaşayacak insanların konfor koşullarını en iyiye getirecek biçimde çalışır, üşümesinler, rüzgardan etkilenmesinler, güneşten rahatsız olmasınlar diye bakar; bütün koşulları bir optimum çözüme kavuşturmaya çalışır. Normal eğitimli bir mimarın yapacağı budur; zaten bunu yapar, yapmalıdır da.