Eylül’de New York’taydım. Birleşmiş Milletler’e üye ülkeler 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Ajandası’nı oybirliğiyle kabul etti ve üç gün boyunca 2015-2030 Küresel Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri konulu çok ilginç toplantılar yapıldı. Bu yazımda size bu hedeflerden bahsedecek, toplantılarda konuşulanları sizlerle paylaşacaktım. Ama o yazı sonraki aylara kalmak zorunda.
Hani “ayağının tozu” deyimi vardır ya… Ben de ayağımın tozuyla 10 Ekim Cumartesi günü Ankara’da Barış ve Demokrasi Mitingi’ne katıldım. Daha doğrusu katılacaktım ama hepinizin bildiği üzere, mitingi gerçekleştiremedik. Ben bombadan yaralanmayacak kadar uzakta; ama bir insanın görmemesi gereken manzaraları görecek kadar yakınındaydım.
Patlamadan sonra bir grup Ankara İnşaat Mühendisleri Odası’nda toplandık. Bizim otobüste Ankara’ya gelenlerden bir kişi hafif yaralanmış, 22 yaşındaki İTÜ İnşaat Mühendisliği bölümü öğrencisi Güney Doğan’dan ise haber alınamıyordu. Akşama doğru, İstanbul’a dönüş yolundayken haber geldi: Güney şehit olmuştu…
Sevgili Güney,
Seninle barış için, insanlar ölmesin diye yola çıktık. Bu yolculukta ölüm, bu yolculuktan dönmemek yoktu. Ama sen dönemedin ve bugün seni uğurlamak üzere işte buradayım. Tıpkı Cumartesi gibi hava güzel. Gökyüzünde güneş pırıl pırıl. Böylesi bir günde cenaze de neyin nesi?
Cemevi’nin bahçesinde hepimiz toplanmış seni bekliyoruz. Tıpkı Cumartesi gibi etraf kalabalık. (O gün kalabalığız diye nasıl da sevinmiştik.) İnsanlar küçük gruplar halinde alçak sesle konuşuyor. Annen bahçenin bir köşesinde oturuyor, etrafında arkadaşları, komşular, akrabalar. Ara ara insanın içini parçalayan acı ve isyan karışımı bir çığlık yükseliyor o köşeden.
Kalabalık sokağa taşmış. Mahalleden, liseden, üniversiteden arkadaşların gruplar halinde slogan atarak geliyor. “Hepimiz Güney’iz! Öldürmekle bitmeyiz!” Canlar… sizler ölümden bahsetmek için daha çok gençsiniz. O sözcük ağzınıza bile yakışmıyor ama duruşunuzdan, söyleminizden korkan birileri ölümü size yakıştırıyor işte.
Cenaze beklemek zor iş. İçimiz yanıyor ama çok da öfkeliyiz. Sloganlar dönüp dolaşıp hesap vermeye, hesap sormaya geliyor. “Güney’in hesabı SO-RU-LA-CAK!” Ölümler dursun diye buluşacağımız meydanda sizleri niçin öldürdüler, bilmek istiyoruz. Sizleri öldürtenlerin adalet önünde hesap vermelerini istiyoruz.
Ve Geldin…
Tabutunun üstünde kırmızı bir bez; onun da üstüne kırmızı karanfiller yerleştirilmiş. Elinde sigara bize gülümsüyorsun.
Arkadaşların, siyasiler, ailen sırayla konuşuyor. Konuşanların ağzında hep aynı sözcük… Barış. “Barış için mücadele edenler ölmez.” “Tek çözüm barış.” “Hepimiz barış için mücadele edeceğiz.” “Bu toprağa düşen tohumlar meyve verecekler ve bu meyveler sevgi ve barış olacak.” “Bizleri sadece 10 saniye susturabildiler” diyor üniversiteden arkadaşın.
Bilmeni isterim ki o 10 saniye sonrasında ağzımızı tekrar açtığımızda sesimiz 102 şehit vermiş olmanın acısıyla daha da gür çıktı: İnadına barış!
Baban “İnadına barış” diyerek söze başlıyor. “Güney inadına barış demek için sokaktaydı. Sokaklarda çocuklar ölmesin diye sokaktaydı. Ben oğlumun mücadelesinin arkasındayım. İnadına barış” diyor ve susuyor.
Bu Cemevi’nin bahçesinde ne büyük bir acı yaşıyoruz. Ve bu acıyı 102 ile çarp, 1000’le çarp, milyonlarla çarp… Acımız ÇOK büyük. Ama barışa olan inancımız ve ihtiyacımız daha da büyük. Şiddet, öç, intikam yok. Tek söylem barış. İnadına barış.
Biraz sonra tabutunu sırtlayıp mezarlığın yolunu tutacağız. Mahalleden, liseden, üniversiteden arkadaşların slogan atacak ve biz de onları tekrarlayacağız. O sloganları seninle Ankara’da atacaktık ama bırakmadılar.
Sana ve tüm şehitlerimize söz veriyorum: Artık hiç olmadığı kadar barışa sahip çıkacağız.
Nurlar içinde uyu yoldaşım…
Hepiniz nurlar içinde uyuyun…