#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Tüketimin Merkezinde Üretime Yolculuk

Akmerkez’in renovasyon sürecinde mimar olarak görev yapan Hasibe Akın, AVM’nin terasında çatı ve bacalardan oluşan manzaranın arasında bir vaha yaratılmasına da öncülük etmiş. Aşçısından güvenlik görevlisine, restoranından kafesine, beyaz yakalılardan rezidans sakinlerine herkesin bir ucundan tuttuğu dönüşüm de meyvelerini vermiş bir süre önce. “Çalışanların telefonlarına dokundukları kadar toprağa dokunmaya, bu üretimin içine dahil olmaya, bunu öğrenmeye çok ihtiyaçları varmış” diyen Akın ile bu süreci ve önümüzdeki dönemde onu çok heyecanlandıran projesini konuştuk.

Nevra YARAÇ
Fotoğraflar: Özgür GÜVENÇ

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık ve fizik eğitimi alan Hasibe Akın, okul süreciyle birlikte permakültür tasarımıyla ta­nışmış; Paris, ABD ve İngiltere’deki iş tecrübeleri ve eğitimlerle de bu alanda derinleşme fırsatı bulmuş. Türkiye’ye döndükten sonra bir yan­dan İTÜ’de mimari tasarım alanında yüksek lisansa devam ederken, bir yandan da mimarlık yapmaya başla­mış. Akmerkez’in 2013 yılında baş­layan renovasyon sürecinde mimar olarak işe alınmış ama aynı zaman­da kamusal alan haline getirilmesi planlanan terasın dönüşümünün de mimarı olmuş. Akmerkez’deki göre­vinden bir süre önce ayrılan Akın, şimdilerde gayrimenkul sektöründe mimar ve tasarımcı olarak hizmet ve danışmanlık vermeye devam ediyor. Bir tüketim merkezinde üretim ya­pılan bir alanı nasıl yarattığını gelin kendisinden dinleyelim…

Akmerkez ile buluşmanız nasıl oldu?
AVM’nin renovasyon süreciyle oldu buluşmamız. Bir kadro oluşturuldu ve mimar olarak işe başladım. Si­neması, rezidansı, cephesi, kafeleri, restoranları, lobisi, gym’i yenilene­cekti. Terasın da kamusal alan hali­ne getirileceğini öğrendim. Yönetim permakültür tasarımıyla ilgilendiğimi biliyordu. Neler yapılabileceğiyle ilgi­li konuşurken, onlara permakültür nedir, bu bakış açısıyla orada neler yapılabilir, bu bize neler kazandırabi­lir, dünyadaki örnekleri ve çalıştığım projeleri anlattım. O zamanki proje müdürümüzün deyimiyle “Bu kızın eli toprak tutuyor” diye düşündü­ler. Kıymetli peyzaj firmalarını davet ettik, onlara anlattık. Sonra oranın dümdüz çim yapılmasına karar veril­di. Bu arada ben de yapılabilecekler­le ilgili olarak bir takım planlar yap­mıştım. O alanın bir toprağa ihtiyacı vardı. Toprağı sağlamak için atıkları kaynağında ayrıştırmak üzere ekiple­ri organize ettim. Burası 20 yıllık bir AVM, oturmuş bir sistemi var, girdile­ri çıktıları çok belli. O anlamda bam­başka bir dünya tanımlıyor burası. Şehrin küçük bir örneği gibi. Devam­lı gelenler var, ara ara gelenler var, çıktılar var. O çıktılar uzaklaşıyor, buraya dahil edilecek alan bulunamı­yor. Bu alanda da kullanılmayan nok­talar var… Tam bir prototip. Tüketim alanı olarak görülebilir ama üretim de yapılabilecek ciddi potansiyeller barındırıyor içinde.

Nasıl başladı çalışmalar?
İlk adım buradaki kaynakları belir­lemek oldu. Toprak için restoranlar­dan çıkan atıklar, koliler, inşaattan çıkan moloz, kanalizasyona giden su kaynak olabilirdi. Atık dediğimiz şey, bilgi ve hayal gücü eksikliğin­den kaynaklı, nasıl değerlendirile­ceği bilinmeyen kaynaktır aslında. Ya da burada çok ciddi bir potansiye­li, enerjisi olan ama o enerjiyi henüz nereye yönlendireceğini bulamamış bir insan da olabilirdi kaynak. Önce bunları belirledik. Kimisi ikna oldu, kimisi olmadı. Kimisi ikna olanı gör­dü, geri kalmak istemedi. “Bunlar toprak olacak” dendiğinde çok da inanmadılar ama işler başlayınca, kendileri de gelip gördüler.
Bir gün açılan çöplerden, resto­ranların birinden gelen yarım bir somon balığı çıktı. Arayıp sorunca “Size fosfor gönderdim” dediler. “Ama bu atıksa göndermeniz gere­kiyor, sadece bize fosfor sağlamak için göndermeyin” dedim. Her gün böyle atık çıktığını söylediler. Son­rasında onların hayvanlarla buluş­turulmasıyla ilgili çalışmalar yapıldı. Böyle birbirine eklemlenen, insanla­rın ne yapabiliriz dedikçe bir ucun­dan tuttukları ve sorumluluğunu aldıkları bir noktaya dönüştü. So­nunda o alanın bir kısım toprağını üretmiş olduk. Ekilecek alan için de Anadolu’daki çiftliklere çağrı yaptık ve atalık tohumlar getirttik.

Yoğun talep var mıydı? Yoksa yarat­mak için ne gibi adımlar izlediniz?
Çalışanların telefonlarına dokun­dukları kadar toprağa dokunmaya, bu üretimin içine dahil olmaya, bunu öğrenmeye çok ihtiyaçları var­mış. Bu küçük bir değme aslında. Bunun bile bize hatırlattığı şeyler oldu. Bir denemeydi bizim için ve çok da kolay olmadı aslında. Biraz “gerilla tarzını” izledim diyebilirim. Talep yoktu başta ama insanlar bil­mediği şeylere biraz daha çekinerek yaklaşır. Talebin olmadığı yerde bir şey yapılmaz da bir bakış açısı ama insanlar taleplerinin farkında da olmayabilirler. Neticede o talebi yaratmak da bir süreç.

Bundan sonra nasıl ilerleyecek süreç?
Projenin üçüncü ayağı, bunu hiç bilmeyen ama bilse, o ateş içine bir kere düşse, içinde yer almak iste­yebilecek insanlara ulaşmak. Ben buradan ayrıldım ama bu işin devam etmesi yönünde karar alındı. Önemli olan bu işi aidiyetini oluşturarak kurgulamak. Kamusal alan sadece halka açık bir yer değil aynı zaman­da paydaşların da rahatça gelebildiği bir yer demektir. O aidiyet kurulduk­tan sonra sürdürülebilirliği de biraz daha kurgulanabilir hale geliyor.

Hem permakültür tasarımcısı hem de mimar gözüyle nasıl görüyorsu­nuz İstanbul’un inşaatların yüksel­diği halini?
Zaten var olan bir şehir var. Biz de o tablonun içindeki bir parça olarak yaşıyoruz. Kabul etsek de etmesek de bu şehirde AVM diye bir gerçek de var. Bu sistemi yok saymayı, bunu yıkıp yerine bambaşka bir şeyin ola­bileceğini var saymayı ütopik; bunun nasıl dönüşebileceği üzerine verilen emekleri ise kıymetli buluyorum. Bu noktada da insanların doğal olarak bir model görebilmeye ihtiyaçları var. Yaratmak istediğimiz hikayele­rin sebeplerini anlatarak olacak bu da. O yüzden de çok şanslı bir dö­nemdeyiz. Var oluşla ilgili süreçlere baktığımda bu kadar bilgiye erişebi­lir olduğumuz, birbirimizle iletişimin bu kadar kolay olduğu, uygulama yapılabilir alanların bu kadar çok olduğu bir zaman oldu mu acaba diye düşünüyorum. Kış mevsimi­nin bittiği baharın geldiği bir süreç gibi geliyor bana. Şehirlerde bütün olanlara rağmen yapılabilecek şeyler olduğunu düşünüyorum.

Gayrimenkul sektöründen talep var mı Akmerkez’dekine benzer uygulamalara?
Hem de çok var. Önce anlamak is­tiyorlar, ardından da hem duyumla hem araştırmayla öğrendikleriyle böyle bir şey yapmak istediklerini söylüyorlar.

İnsanların da artık şehirden kaç­ma, balkonunda-bahçesinde bir şeyler yetiştirme, sağlıklı beslen­me gibi dertleri var. Şehir haya­tında bunu mümkün kılabilecek ne gibi alternatifler söz konusu?
Bir takım STK’ların çalışmaları var, kampüslerle çalışanlar var. Perma­kültür eğitimlerinin verildiği olu­şumlara ulaşmak mümkün internet üzerinden. Şehirlerde uygulamalar için balkonundan çatısına, iki yolun birleştiği kavşaktan refüj alanlarına belediyenin elinde bomboş duran bir sürü alanımız var.
Üretim süreçleri, atıkların toplan­ması, toprağa dokunulması, suların temizlenmesi, güzel sofraların etra­fında insanların buluşabilmesi, daha lezzetli yiyecekler yenmesi şehir için çok önemli konular. Üretimden ziya­de onarım kavramı önemli, onarmak bile mümkün olabilir belki. Bununla ilgili araçlarımız da var. Permakültür bunlardan sadece biri, tek yolu ya da en doğrusu değil. Bunların hep­si yapılabilir, zor ama bir kadar da kolay bir şey. Ama esas olan insan. Kimlerle ne şekilde bir araya gelece­ğimiz ve hangi iletişim dili üzerin­den konuşabileceğimiz önemli. Bill Mollison’ın Permakültüre Giriş kitabının 14. bölümünde görünmez yapılar diye incelediği bir alan var. Tüzel kişilikler, şirketler, holdingler, okullar üniversiteler, onlarla kurula­cak bağlantılar, topluluk oluşturma süreçleriyle ilgili noktalar… Bu şekil­de bir ekosistem yaratabiliriz.

Dünyadan, içinde yer aldığınız ya da almadığınız birkaç örnek vere­bilir misiniz bu tarz uygulamalara?
Dünyanın birçok yerinde sürdürü­len projeler var. Bazen adına per­makültür, bazen onarıcı tarım, ba­zen de bütüncül yönetim diyorlar. Benim takip ettiğim oluşumlardan biri ABD, Portland’da devam eden City Repair Projesi. Bölge sakinle­rinden Mark Tobin’in başlattığı ve topluluk oluşturma yöntemlerinin denendiği bir proje. Kavşakları dö­nüştürerek başlıyorlar ve ardından bu dönüşüm bir bölgeden diğerine sıçrıyor, eklemlenerek ilerleyen bir sürece dönüşüyor.
New York’ta, Young Architects programının içinde de bulunmuş­tum. Modern Sanat Müzesi’nde (MoMA) Public Farm adında bir proje başlatılmıştı. Müzenin bahçe­sinde, yine katılımcı süreçle işleyen hem bir atık dönüştürme operasyo­nu hem de kentsel tasarımın uygu­landığı bir köprü oluşturuldu. Aslın­da süreli bir uygulamaydı ama öyle rağbet gördü ki hâlâ devam ediyor.
Geoff Lawton’ın Brooklyn Gran­ge projesi de yine New York, Brooklyn’de kocaman bir çatının dönüşüm hikayesi. John D. Liu’nun Loess Plateau belgeseli ise Çin’de devasa bir çölün ayağa kaldırılma­sını, o projelerin gücünü anlatıyor. Bunların hepsi çok ilham verici.
İsveç, Norveç gibi ülkelerde de çok güzel örnekler var. Herkesin çarpan etkisiyle güçlerini birleştirebileceği yerler buralar.

Önümüzdeki döneme dair planları­nız neler?
İTÜ Ayazağa kampüsünün bir per­makültür ve sürdürülebilir yaşam merkezine dönüşmesiyle ilgili bir projem var. Hem üniversiteyle ba­ğım, hem de permakültür tasarım bakış açısıyla mühendislerin, mi­marların ve sosyal bilimcilerin neler yapabilecekleri üzerine bir miktar sezgisel, bir miktar da içinde yar­gılar barındıran bir tarafım vardı. O yüzden üniversitede bu çalışma­ları yapan insanlarla buluşayım ve süreci devam ettireyim istiyordum. Üniversiteye başladığımda perma­kültür tasarımının aslında pastoral bir hayatın vücut bulmuş hali gibi algılandığını gördüm; keşke ziraat ya da peyzaj mimarlığında bunu yapsaydın dediler. Anladım ki orada bu tasarım biliminin aslında gerek mimarlıkla gerekse başka disiplin­lerle ilişkisinin kavramsallaştırılma­sı ya da bir kuram haline gelmesiyle ilgili bir dert söz konusu. Perma­kültür tasarımıyla ilgilenen sayısız uygulayıcı insan var dünyada. Ama üniversite aşaması daha başka bir şey. İlkinde daha usta-çırak ilişkisi, zanaatkârlık anlamına gelecek bir şey akıyor. Permakültürün etik ku­ralları ise insanlara ipuçları veren, bölgeye değil evrene, dünyaya ait, herkese açık bir taraf sunuyor. Bu da heyecan verici…
İTÜ ile ilgili proje tamamlandı, üni­versite de yeşil kampüs konseptinin içerisinde ele alınabilecek bir şey olarak gördü bunu ve sahip çıktı. İs­tanbul Kalkınma Ajansı’na hibe için başvurduk, sonuç alamadık ama şeh­rin içinde bu ölçekte bir uygulama­nın gerçekleşmesi konusunda çok heyecanlıyım. Başka bir yerde, başka bir alanın dönüşümünde de yapılabi­lir bu. Çünkü aslında mevzu sadece şehrin içinde gıda üretimi değil, o sa­dece bir vesile. Topluluk süreçlerini ve toplumun da katılımıyla o üretim süreçlerini deneyimleyebileceğimiz alanları açmak asıl mesele.

EkoIQ Editör