BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi için her yıl düzenlenen 21. Taraflar Konferansı (COP21) için hakkında ne desek az. Uzun süredir bu zirve için hazırlanan devletler, STK’lar, akademisyenler organizasyon öncesi son araştırmalarını art arda kamuoyuna açıkladı. Bu çerçevede 30 Kasım’da başlayan COP21 öncesi, son haftalarda duyurulan araştırmaları, toplantı ve sonuçları sizin için derledik.
Berkan ÖZYER
SU: 63 Trilyon Dolarlık Tehlike
On yıllardır iklim değişikliğine dair uyarıların temelinde basit bir fikir yatıyor: Çevremizde varlığını garanti olarak gördüğümüz şeyler, esasında büyük tehdit altında. Ve belki de bunların başında “su” geliyor. Ekim ayının son haftasında art arda açıklanan iki rapor, bu konudaki güncel durumu, tehdit ve riskleri olanca çıplaklığıyla duyurdu: WWF-Türkiye tarafından, HSBC Grubu’nun desteği ile hazırlanan Türkiye’nin Su Riskleri raporu ve Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu tarafından Garanti Bankası’nın desteği ve işbirliğiyle hayata geçirilen CDP Su Programı Raporu.
Türkiye Su Fakiri Olma Yolunda…
Türkiye’nin Su Riskleri raporu öncelikle küresel su sorununa dair ayrıntılı bir durum tespiti yapıyor: “Son yüzyıl içinde dünya nüfusu üç kat artarken, su kaynaklarına olan talep yedi kat artmıştır. Tatlı su kaynakları gezegenimiz üzerindeki su kaynaklarının sadece %2,5’ini oluştururken bu suyun da %70’i buzul ve kar kütleleri içinde saklı.” Ve hatırlatıyor: “Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu için hazırlanan Küresel Risk Raporu 2014, olası bir su krizini, dünya ekonomisi için en çok endişe yaratan riskler arasında ilk üç içerisinde göstermektedir.”
Rapor su tartışmasını kaynakların sadece miktar ve kalitesi bağlamında sınırlayarak değil, aynı zamanda yarattığı riskler açısından da değerlendirecek bir zemine taşımak amacıyla hazırlandı. Bu çerçevede raporda “Türkiye’nin sanılanın tersine su zengini bir ülke olmadığı; artan nüfusu, gelişen ekonomisi ve büyüyen kentleriyle, ‘su fakiri’ olma yolunda ilerlediği” belirtiliyor. Bu “ilerleme”nin temelindeki sıkıntılar arasında;
- Özellikle hidrolik enerjiye yönelik hayata geçirilmesi planlanan 1598 proje sebebiyle, sürdürülebilir olmayan su altyapı projeleri,
- Tarımda su kaynaklarının verimli kullanıldığı modern sulama yöntemlerinin (damla sulama veya yağmurlama) çok sınırlı kullanılması,
- Özellikle büyük şehirlerdeki içme suyu yetersizliğini karşılamak için “sihirli bir çözüm” olarak kabul edilen havzalar arası su transferleri,
- 3225 belediyeden sadece 296’sında atık su arıtma tesisi bulunmasından kaynaklı kirlilik sıkıntısı,
- Yoğun su tüketen ve kaynakları kirleten büyük ölçekli altyapı projeleri (otoyollar, kentleşme, vb.) ve madencilik faaliyetleri,
- Küresel iklim değişikliğinin kuraklık, su kıtlığı, tarımsal verim kaybı, tarım ve turizm gelirlerinin düşmesi, orman yangınlarının artması ve biyolojik çeşitlilik kaybı etkileri gösteriliyor.
Ayrıca su yönetimindeki dağınık yapılanma ve farklı sorumlulukların, hizmetlerde maliyetin yükselmesine ve ölçek sorununa sebep olduğu vurgulanıyor.
Bu sıkıntılar doğrultusunda riskler, karar vericilere ve iş dünyasına yönelik olmak üzere iki ayrı başlıkta tarif edildi. İlk başlık için ayrıca içme suyu ve kentsel kullanım ile sektörel kullanım şeklinde iki ayrı alt başlık bulunuyor. Kentsel kullanımda 2007’deki su sıkıntısının, su taşıyarak çözüldüğü ama havzalar arası su transferinin sürdürülebilir bir çözüm olmadığı vurgulanıyor ve “Uzun vadede sorunu çözmeyeceği gibi suyun alındığı havzada da ekolojik, toplumsal ve ekonomik etkiler yaratması kaçınılmazdır” deniyor. Sektörel kullanımdaysa tarım ve enerji sektörlerine yönelik riskler öne çıkıyor. İş dünyasına yönelik olarak da fiziksel riskler, düzenlemelere ilişkin riskler ve itibara yönelik riskler şeklinde sınıflandırılmış.
Özel Sektör Harekete Geçmeli
Karbon Saydamlık Projesi (CDP) Su Programı Raporu ise iki ayaklı bir çalışmadan oluşuyor. Dünyanın en etkin yeşil sivil toplum kuruluşlarından CDP’nin su kaynakları konusunda özel sektörü harekete geçirmeyi amaçladığı CDP Küresel Su Raporu’na ek olarak Türkiye’den yanıt veren şirketlerin analizini içeren CDP Türkiye Su Sonuçları Raporu da hazırlanmış.
Küresel rapor 405, Türkiye raporuysa 15 şirketin CDP’nin sorularına verdiği cevaplarla hazırlandı. Türkiye ayağındaki şirketler BIST- 100 endeksinde yer alan ve suya bağlı risklere maruz kalma olasılığı en yüksek olan sektörler arasından seçildi.
CDP 2015 Küresel Su Raporu’ndaki temel bulgulardan bazıları şöyle özetlenebilir:
- Su güvenliğini iyileştirmeye yönelik aksiyonlar pek çok şirket için temel ticari bir zorunluluk haline geldi. Yanıt veren şirketlerin neredeyse üçte ikisi su riskiyle karşı karşıya olduğunu, su riskinin finansal etkilerinin 2015 yılında 2,5 milyar doları aştığını söylüyor.
- Yatırımcılara karşı en az şeffaflık sergileyen şirketler, su riskinin en büyük tehlikeyi oluşturduğu petrol ve gaz şirketleri oldu. Dünyanın en büyük halka açık enerji şirketlerinin sadece %22’si su yönetimi stratejilerini açıkladı.
- Dünyada toplamda sekiz şirket, su güvenliğini artırmaya yönelik çabaları ve su yönetimine yaklaşımlarından ötürü CDP Su A Listesi’ne girmeye hak kazandı. Bu liderler listesinde Türkiye’den bir şirket bulunmuyor.
- Yatırımcıların artan ilgisine rağmen piyasa yeterince şeffaf değil. CDP tarafından açıklama yapması için davet yollanan 1.073 şirketin sadece %38’i CDP’ye olumlu yanıt verdi.
- Su yönetimi risk altındaki şirketlere net faydalar sunuyor. Stratejik su yönetimi oluşturabilen şirketler risklerini azaltma, strateji geliştirme, yatırımcıların radarına girebilme ve daha dayanıklı bir hale gelebilme konularında diğer şirketlerden ayrışıyor.
Türkiye’den 15 şirketin yanıtlarıyla hazırlanan analizdeyse şu bulgular yer alıyor:
- Davet yollanan 51 şirketin %84’ü 2015 yılında CDP Su Programı’na yanıt vermedi. Yanıt verme oranının düşüklüğü programa ilk defa davet edilme, şirketin etkin bir su politikasının olmaması, suya ilişkin verilerin eksikliği ve ulusal bir su stratejisinin olmayışı gibi birçok nedenle bağdaştırılabilir.
- CDP’ye yanıt veren şirketlerin %36’sı son raporlama yılında sudan kaynaklı olumsuz etkilere maruz kaldığını bildiriyor.
- Su güvenliği, Türkiye’deki pek çok şirket için temel bir ticari problem. Raporlama yapan şirketlerin %64’ü suyun işletmeleri için önemli bir risk haline geldiğini bildiriyor.
- Türkiye’deki hiçbir şirket etkili ve kapsamlı bir su politikası benimsemiş değil.
- Artan su kıtlığı veya stresi, bozulan su kalitesi, kuraklık gibi fiziksel risk faktörleri yanıt veren şirketler tarafından en çok dile getirilen risk faktörleri.
- Yanıt veren şirketlerin %86’sı suyun özellikle “maliyet tasarrufu” ve “artan su verimliliği” ile ilgili olmak üzere operasyonel, stratejik veya ekonomik fırsatlar sunduğunu bildiriyor.
- Yanıt veren şirketlerin %79’u su politikalarının, stratejilerinin ve planlamasının, yani bütünüyle kurumsal su yönetimi konusunun yönetim kurulu seviyesinde ele alındığını bildiriyor.
- Şirketlerin sadece %14’ü doğrudan operasyonlarını ve tedarik zincirlerini kapsayan genel bir risk değerlendirmesi yapmış.
- Yanıt veren şirketlerin yarısı suya yönelik hedefler belirlemiş. Şirketlerin %79’u su yönetimini iyileştirmeye yönelik niteliksel hedefler koyarken, %50’si ise niceliksel hedefler bildiriyor. Şirketlerin bildirdiği niceliksel hedeflerin başında “çekilen suyun azaltılması”, “su kullanımı takibinin iyileştirilmesi” ve “su yoğunluğunun azaltılması” geliyor. Niteliksel hedeflerin başındaysa “sürdürülebilir tarım”, “müşterilerin eğitimi” ve “bölge halkıyla ilişkileri kuvvetlendirmek” var.
KÖMÜR: Teşvik Bol, Fayda Az, Zarar Çok
Dünya birincil enerji arzındaki payı %29 olan kömür, küresel elektrik enerjisi üretiminin %40’ını sağlıyor. Kömür, fosil yakıtlardan kaynaklanan küresel CO2 emisyonlarının %44’ünden, elektrik ve ısı üretiminden kaynaklanan CO2 emisyonlarının ise %72’sinden sorumlu. Ayrıca en fazla seragazı salımına neden olan enerji kaynağı olarak iklim değişikliğinin birincil nedeni.
Kasım ayında açıklanan “İklim Değişikliği, Ekonomi ve Sağlık Açısından Türkiye’nin Kömür Politikaları” başlıklı rapor, bu cümlelerle başlıyor. İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) – Sabancı Üniversitesi – Stiftung Mercator Girişimi tarafından hazırlanan rapor, altı temel başlıkla Türkiye’nin kömür politikalarının ayrıntılı bir analizini yapıyor. Ümit Şahin enerji ve iklim politikalarında kömürün yerini; Ahmet Atıl Aşıcı kömür madenciliğinin ekonomideki yerini; Sevil Acar kömür yatırımlarına yönelik teşvikleri; Pınar Gedikkaya Bal, AB bağlamında Türkiye’nin kömür politikalarını; Ali Osman Karababa santralların halk sağlığına etkileri ve son bölümde Levent Kurnaz ise karbon tutma ve depolama teknolojileri üzerine yazılar kaleme aldı.
“Temiz Kömür” Gerçekçi mi?
Rapor kapsamında kömür santrallarına karşı akademisyenler bildirgesi de tanıtıldı. Kömüre dayalı enerji politikalarının değiştirilmesi, planlanan yeni santrallara verilen lisansların iptal edilmesi, kömür santralı kaynaklı sağlık sorunları hakkında bilimsel araştırmaların yapılması, devlet teşviklerinin kaldırılması, istihdam potansiyeli yüksek olan yenilenebilir enerji kaynaklarının değerlendirilmesi ve bu çerçevede bir kalkınma planının hazırlanması çağrısında bulunuldu. Ayrıca CO2 gazını bacadan çıkmadan yakalanarak depolanması fikrine dayanan temiz kömür söyleminin gerçekçi olmadığı, henüz böyle rasyonel bir teknolojinin mevcut olmadığı kaydedildi.
Rapor, Türkiye’nin enerji ihtiyacının 2023’e kadar yaklaşık olarak iki katına çıkacağı öngörüsünde bulunan hükümetin, artan enerji talebini yeni kömür santralları inşa ederek karşılamak istediğini hatırlatıyor. Ve Türkiye’nin dünyada yeni kömür santralları yapımında Çin, Hindistan ve Rusya’nın hemen ardından dördüncü sırada yer aldığını kaydediyor.
Ekonomik boyutta kömür politikasının etkileri çarpıcı verilerle özetleniyor: “Kömür madenciliğinin Türkiye ekonomisinin toplam üretimi içindeki payı %1’in altındadır ve büyüme oranlarına katkısı çok azdır. Sektördeki istihdam da oldukça düşüktür ve 1998’den 2015’e kadar toplam istihdam içindeki payı %1,3’ten %0,7’ye gerilemiştir. Dolayısıyla sektöre verilen teşviklerin son yıllarda artmasının nedeni ekonomik büyüme hızını yükseltmek ya da işsizliği azaltmaktan çok, Türkiye’nin ekonomik büyüme patikasının yüksek karbonlu niteliğidir.”
Uluslararası ilişkiler bağlamındaysa 2050 yılında CO2 emisyonlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen AB’nin kömürden elde edilen enerjiyi 2050 itibarıyla %16’dan %8’e düşürmeyi amaçladığı belirtilirken, eğer Türkiye mevcut politikalarında değişikliğe gitmezse maliyet artışı ve ticaret sınırlamalarıyla karşılaşabileceği uyarıları yapılıyor.
Halk sağlığı bölümünde aktarılan verilere göre Türkiye’de halen çalışan termik santralların her yıl en az 2876 erken ölüme neden olduğu belirtiliyor.
Karbon tutma ve depolama teknolojileri konusundaysa bu konunun teknik olarak mümkün olduğu ama henüz verimli bir teknolojinin icat edilmediğinin altı çiziliyor. Bölüm yazarı Levent Kurnaz, “Tüm dünya ülkelerinin yaklaşık 50 milyar ton olan yıllık seragazı salımlarının sadece 5 milyon tonu, yani on binde biri şu an çalıştırılması becerilebilen karbon tutma ve depolama projelerinde saklanabilmektedir” diyor.
Türkiye’de alanında en üretken akademisyenlerden Sevil Acar’ın hazırladığı teşvik bölümüyse, yatırımların maliyetlerini ve bu maliyetler başka alanlara aktarılabildiğinde ne gibi olumlu dönüşler elde edilebileceğini vurguluyor. Özellikle 2012’de yürürlüğe giren Yeni Yatırım Teşvik Sistemi çerçevesinde yapılan düzenlemeler ele alınıyor.
G20’nin “Boş Vaatleri”
Tam da bu teşvik konusunda yine Kasım ayı içerisinde kapsamlı bir başka rapor daha yayımlandı. Denizaşırı Kalkınma Enstitüsü (Overseas Development Institute) ve Uluslararası Petrol Değişimi (Oil Change International) tarafından düzenlenen Boş Vaatler başlıklı rapor, ilk kez petrol, gaz ve kömür üretimine sağlanan G20 sübvansiyonları hakkında detaylı bilgi topladı. Rapor, G20’nin sadece fosil yakıt üretimine sağladığı desteğin (452 milyar dolar), yenilenebilir enerjiye küresel çapta sağlanan tüm sübvansiyonların (121 milyar dolar) neredeyse dört katı olduğunu tespit ediyor.
Rapora göre yılda 2,8 milyar doları sadece kömür finansmanına olmak üzere ortalama 19 milyar dolar ile Japonya, 2013 ve 2014’te fosil yakıt üretimine diğer tüm G20 ülkelerinden daha fazla kamu finansmanı sağladı. Öte yandan İngiltere de fosil yakıt sanayisine desteğini kayda değer bir şekilde artıran tek G7 ülkesi olarak göze çarpıyor. Rusya ulusal teşviklere neredeyse 23 milyar dolar sağlayarak tüm G20 ülkeleri arasındaki en yüksek miktara ulaştı. Türkiye içinse “Diğer tüm OECD ülkelerinden daha fazla kömür tesisi yapma programına vergi muafiyetleri sağlıyor. Bu sayede seragazı salımlarını önümüzdeki 15 yıl boyunca potansiyel olarak %94 artıracak” denildi. Raporda, daha 2009 yılında tüm G20 ülkelerinin verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarını kademeli olarak kaldırma taahhüdünü destekledikleri de hatırlatılıyor.