#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Yüksek Karbonlu Ekonomiye Karşı Yeşil Siyasi Mücadele

İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit Şahin, emisyon yoğun sektörlerin devre dışı bırakılmasına ve tüketime dayalı yaşam biçiminin değiştirilmesine yönelik düzenleyici politikaların geliştirilmesi gerektiğini söylerken yeşil siyasi mücadelenin bu konuda birinci öncelik olduğunu ifade ediyor.

YAZI: Bulut BAGATIR

İklim Haber ve KONDA’nın “Türkiye’de İklim Değişikliği Algı­sı ve Enerji Tercihleri” araştırma­sının sonuçlarını hakkında nasıl bir değerlendirme yapabilirsiniz?

İklim Haber-KONDA araştırma­sının sonuçları gerçekten ilginç. En önemli sonuç Türkiye’de iklim inkârcılığının olmadığını bir kez daha görmemiz. Muhtemelen bu­nun asıl nedeni bilimsel bakış açı­sının yaygın olması veya herkesin günlük hayatında iklim değişikliğini hissetmesi değil, Türkiye’de iklim değişikliğini inkâr etmeyi gündemi­ne almış ciddi bir siyasi akım veya partinin mevcut olmaması. Daha önemlisi çözüm için bir şey yapıp yapmamasından bağımsız olarak ik­tidar partisinin de iklim değişikliğini kabul etmesi ve önemser görünme­si. Geçen sene yayınlanan bir bilim­sel araştırma toplumda iklim deği­şikliği algısını asıl belirleyenin bilim okuryazarlığı veya kişisel deneyim değil, halkın sözüne inandığı siyasi liderlerin bu konuda ne dediği oldu­ğunu gösteriyordu. Durumun buna uygun olduğunu düşünüyorum. So­nuçların bu kadar olumlu olmasıyla ilgili bir notum daha var yalnız: So­ruların sadece “iklim değişikliği var mı” ve “endişeli misiniz” ile sınırlı olmasının yaratabileceği yanıltıcı izlenim. Sonuçlar toplumun büyük kısmının iklim değişikliği diye bir şeyi olumsuz bir referansla duymuş olduğunu açıkça gösteriyor olsa da, bildiği ve endişeli olduğu şeyin ne olduğunu bilip bilmediğini göster­miyor. İklim değişikliğinin ne oldu­ğu biliniyor mu, yoksa deprem, gök­taşı çarpması gibi bir doğal felaket olarak mı algılanıyor, bilmiyoruz. İklimi değiştirenin ne olduğu ko­nusunda bir bilinç yoksa toplumun çoğunluğu olayın doğal etkenlere bağlı olduğunu düşünüyor olabi­lir ya da insan kaynaklı olduğunu düşünenler de bundan emin olma­yabilir veya etken konusunda kafa karışıklığı olabilir. Eğer her dört ki­şiden üçü endişeli iken, bu kişilerin çoğunluğu asıl sebebin fosil yakıt kullanımı olduğunu bilmiyorsa, bu “endişe” günlük hayatları ve eko­nomileri açısından fark yaratacak radikal emisyon azaltım politikala­rını kabul etmelerini nasıl sağlaya­cak? Bu nedenle bir sonraki araş­tırmaya iki soru daha ekleyip iklim değişikliğinin ne olduğu ve sebebi konusundaki bilgi düzeyini, kabaca da olsa ölçmek mümkünse daha yol gösterici olabilir. Aksi takdirde bu araştırma, halkın genel anlamda iklim politikalarının dile getirilme­sinden rahatsız olmayacağını, hatta memnun olacağını gösteriyor. Ama bu politikalar ciddiye bindiğinde ne tepki vereceği konusunda bir fikir vermiyor.

İkinci ve bence daha önemli sonuç, halkın kömürü ve nükleer enerji­yi olumsuz algılaması. Türkiye’de insanların büyük çoğunluğunun nükleer santrala karşı olduğunu biliyorduk, ama kömür konusunda da bu kadar net bir karşıtlık oldu­ğunun gösterilmesi çok değerli. Yenilenebilir enerjiye olan destek, iyi düşünülerek ve planlanarak ha­yata geçirilecek enerji dönüşümü politikalarının toplumda ciddi bir karşıtlık yaratmayacağını ortaya koyuyor. Ama bu konuda da şöyle bir sorun var: Türkiye’de konu siya­sileştirilmiş değil. Sol kanat muha­lefet partileri bile meseleye teknik bir tercih gibi yaklaşıyor. Müthiş bir kafa karışıklığı var. Mesela Cumhur­başkanı adayları ve partiler güneş enerjisinden bahsediyor ama seçim beyannamelerinde kömürden enerji üretiminin terk edileceğini söyleyen yok. Paris Anlaşması’ndan veya ger­çek iklim politikalarından bahseden olmadığı gibi. Siyasetçiler enerji politikalarını anlamamayı sürdür­dükleri, daha da önemlisi tabandan gelişecek yeşil politik bir açılımla iklim ve enerji politikaları siyasileş­ tirilmediği sürece toplumdaki bu olumlu yönelim dönüşüme hizmet etmez. Çünkü büyük siyasi partiler çıkar gruplarının etkisiyle veya ön­yargılarla, muhafazakârlıkla ve bil­gisizlikle dönüşümün önünde engel oluşturmaya devam edeceklerdir. Sadece bu olumlu algının veya sivil toplum örgütlerinin yayımladığı ra­porların siyasi dönüşüm sağlamaya yeterli olacağını düşünmek, yalnız­ca naif değil aynı zamanda tahrip edici bir iyimserlik olur.

Bu tarz bir alternatif politikanın ana hatları neler olabilir sizce?

Enerji dönüşümü politikasının çok iyi bilinen ama nedense hiçbir siya­si partinin aklına getirmek isteme­diği üç ana unsuru var. Üçünü de yapmak çok kolay. Birincisi Paris Anlaşması’nı derhal Meclis’ten ge­çirmek ve taraf olmak. İkincisi ulu­sal katkı niyet beyanlarını (INDC) yenilemek. 2020’de emisyonları tepe noktaya çıkarıp sonra azaltma­yı öngören ve 2030’da 2015’e göre mutlak azaltım anlamına gelen bir hedef belirlemek. Yenilenebilir kay­nakların enerji üretimindeki payını (hidro dahil) en az %50’ye çıkarma hedefini hem enerji strateji belge­lerine hem de INDC’ye koymak. Üçüncüsü ise kömürün gerçekçi bir vade içinde enerji üretiminden çekileceği hedefini açıklamak. Bu vadenin ne olacağını belirlenecek emisyon azaltım hedefine göre he­saplamak lazım ama kömürden tam çıkış için 2030-2035 arası bir tarih vermenin gerçekçi olduğunu düşü­nüyorum. Bu siyasi hedefleri koy­mak birkaç aylık bir iştir. Bunun üzerine bir de ekonomik enstrüman olarak fosil yakıt teşviklerini sonlan­dırmak ve emisyon-yoğun sektörleri etkileyecek bir karbon vergisi tesis etmek gerekecektir elbette. Böyle bir “hedef devrimi” bütün sektör dinamiklerini belirleyecektir. İklim politikalarında bu tür bir dönüşü­me gitmeden ve karbona anlamlı bir fiyat koymadan mevcut piyasa dinamiklerinin enerji dönüşümünü gerçekleştirmesini beklemek, halkın olumlu algısının da nasılsa bunu destekleyeceğini düşünmek ham hayalden ibaret, bana sorarsanız. Piyasa elbette zaman içinde dönü­şümü sağlayacak, gidişat bu yönde, ama fosil yakıtlara verilen desteğin sürdüğü, karbon salmanın bedel­siz olduğu, iklim politikalarının 25 sene öncesine saplanıp kaldığı bir ortamda piyasa dinamikleri dönü­şümü sağlayana kadar gezegen 3 derece ısınmış olur.

Çevre koruma ve ekonomik bü­yüme arasında “sıfır toplamlı bir oyun” olduğu yaklaşımının yeri­ne, ekonomik büyüme hedefine ulaşılırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı, yani eko­nomik kalkınma ile çevre koruma amaçları arasında “pozitif toplamlı bir oyun”un varlığının kabulü na­sıl mümkün olur? Türkiye’de bu yaklaşımın karar alma süreçlerin­de yerleşmesine katkıda bulunabi­lecek göstergeler nelerdir?

Bu soruya cevap vermek çok uzun sürer. Ama kısaca söylememi ister­seniz, bu ekolojik modernizasyon söylemlerinin tek başına bırakıldık­larında oyun oynamak olduğunu düşünüyorum. Çevre ve ekonomi arasında karşıtlık kurmak elbette modası geçmiş, son derece anlam­sız, hatta yıkıcı bir yaklaşım. Zaten doğru da değil. Kuznets eğrisinin de yanlışlandığı bin tane araştırma mevcut. Ama kamu politikalarını değiştirmeden ve piyasaya ciddi düzenleyici müdahalede bulunma­dan çevre ve kalkınmanın birbirini destekleyebileceğini söyleyen iyim­serlik aşılarının bir işe yaramadığını 30 senedir deneyimleyip durmuyor muyuz? Ama bir türlü vazgeçmiyo­ruz. Çünkü iş çevrelerini ürkütme­mek gerekiyor! Yalnız maalesef bu kadar zamanımız yok. Eğer bu hızla gidersek 2030’ların başında 2 dere­ceyi göreceğiz ve iş işten geçecek. Üstelik ekolojik modernizasyonun şahı Almanya’da bile enerji dönü­şümü şirketlerin ikna edilmesiyle değil, Yeşiller’in öncülük ettiği nükleerden çıkış kararı sayesinde başladı. O nedenle emisyon yoğun sektörlerin devre dışı bırakılmasına, tüketime dayalı yaşam biçiminin de­ğiştirilmesine yönelik düzenleyici politikaların geliştirilmesi esastır.

Dolayısıyla bana sorarsanız yeşil siyasi mücadele birinci öncelik ol­mayı sürdürüyor. Bu da demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Tabii bu, karar alma süreçlerini et­kilemek için yapılması gerekenlere engel değil. Bilgi üretmek, fosil ya­kıt sektörünün ve yerleşik düzeni devam ettirmek isteyenlerin eko­nomik güç kullanarak yürüttükleri dezenformasyon çalışmalarına yo­rulmadan karşı koymak, gündem­de tutulan yanlış bilgileri, hurafe­leri çürütmek ve bunu da bilimsel yöntemle yapmak vazgeçilmez bir çabadır. Türkiye’de sivil toplumun ve iklim hareketinin son yıllarda önceliği bu yöne kaydırması olumlu bu nedenle. Son kamuoyu araştır­masından çıkan olumlu sonucu veri kabul ederek, toplumdaki olumlu algının bilgi ve davranış değişikli­ğine dönüştürülmesini sağlamak da bir diğer öncelik olabilir. Ancak OHAL nedeniyle unutmaya başladı­ğımız sokakta olmanın gereği de ge­çerliğini yitirmiş değil. Unutmayın ki kamuoyunda nükleere yönelik bu kadar negatif bir algının mevcut olması 42 yıldır kararlı bir şekilde süren nükleer karşıtı hareketin ürü­nüdür. Akkuyu’da bunca yıldır uğ­radıkları başarısızlık da büyük ölçü­de öyle. İklim değişikliği ve kömürle ilgili bilinçte de sosyal hareketlerin önemli etkisi olduğuna eminim. Bu nedenle bir an önce bilgisayar ek­ranlarından sokaklara dönmenin yollarını bulmak lazım.

İklim ve kalkınma politikalarının uzlaştırılması ne derece mümkün? Hem azaltım hem de uyum süreç­leri, siyasi karar almada nasıl bir yapılandırmaya ve sürece gerek duymaktadır?

İklim ve kalkınma politikalarını uz­laştırma diliyle düşünmekten hoş­lanmıyorum. Biraz önce de söyledi­ğim gibi bu ekolojik modernizasyon yaklaşımını aşmak gerek artık. Bel­ki 1990’larda sürdürülebilir kalkın­ma dilini değiştirmek için gerekliydi bu, ama sürdürülebilir kalkınma mı kaldı? Sorunuzun ikinci bölümü önemli ama. Cevabım müzakereci demokrasi. Politikaları etkileyen ve etkilenen bütün toplumsal kesim­lerin, şirketlerin, sivil toplumun ve yurttaşların bir araya geldiği, hem yerel, hem ülke çapında tartışma or­tamları kurulmalı ve bu büyük siya­si ve ekonomik kararlar müzakere yoluyla alınmalı. Ne hükümetin özel sektörle oturup konuşması, ne de tek başına parlamento yeterli değil. Bilim insanları ve araştırma kuru­luşları da kamu bütçesiyle destek­lenerek ve karar süreçlerine katıl­maları sağlanarak dönüşüme katkı sunmalı. İklim Değişikliği Koordi­nasyon Kurulu’na akademi ve sivil toplum temsilcilerinin kamu ve özel sektör temsilcileriyle eşit yetkiye sahip olacak şekilde katılmalarının sağlanması bunun ilk adımı olabilir. Hükümet düzeyinde ise artık güçlü bir Çevre ve İklim Bakanlığı kur­manın zamanının geldiğine inanı­yorum. İklim politikalarıyla birlikte yenilenebilir enerji yönetiminin de bu bakanlığın yetkisine bırakılması dönüşümü hızlandırır. Enerji Ba­kanlığı petrol ve gaz piyasalarıyla ilgilensin, bir de kömürden çıkışı yönetsin yeter bence.

Düşük karbon ekonomisine geçişi sağlamaya çalışan ülkeler ile ilgili gözlemleriniz neler?

İstanbul Politikalar Merkezi’nde son yayımladığım rapor Türkiye, Almanya ve Polonya’da karbon kilitlenmesinin mekanizmalarını karşılaştırmayı amaçlıyordu. Bu ülkelerde hangi toplumsal ve siyasi mekanizmalar enerji siteminin kar­bonsuzlaştırılmasına engel oluyor, bunu anlamaya çalıştım. Ülkeler arasında önemli farklar olsa da, ortak nokta siyasi kararların belir­leyiciliği. Yenilenebilir enerjinin en yaygın kullanıldığı büyük sanayi ülkesi olan Almanya’da uzmanlar, enerji dönüşümünü başlatanın 1970’lerde nükleer karşıtı müca­dele sayesinde enerji konularının siyasileşmesi ve geleneksel enerji biçimlerine alternatif üretmenin yaygın bir harekete dönüşmesi ol­duğu konusunda hemfikir. Yeşiller de bu sosyal hareketin siyasi tem­silcisi olarak iktidar ortağı olurken nükleerden çıkış yasasını geçirmeyi başarıyor. Bu kadar erken dönem­de ortaya çıkan sosyal hareketlerin yarattığı uzlaşma aynı zamanda toplumun yenilenebilir enerjinin ekstra maliyetini ödemeye istekli olmasını sağlıyor. Bir diğer etken bilimsel araştırmaların ve model­lerin karar alma süreçlerinde yay­gın biçimde kullanılması. Düşünce olarak Yeşiller’e yakın bağımsız düşünce kuruluşlarının raporları, politikaları büyük ölçüde biçim­lendiriyor. Bilimsel araştırma ku­rumları hükümetlere danışmanlık yapıyor ve bu sayede rasyonel ka­rarlar alınabiliyor. Ancak yerleşik çıkarları savunan partilerin gücü­nü sürdürmesi ve başta otomotiv şirketleri olmak üzere güçlü serma­ye gruplarının ve kısmen de kömür işçilerini temsil eden sendikaların yavaşlatıcı baskısı yüzünden bu­gün Almanya’da kömürün elektrik üretimindeki payı hâlâ %40’ların üzerinde. Kömürden çıkış kararı da henüz alınabilmiş değil. Ulaşı­mın karbonsuzlaştırılmasına dair politikaların yavaşlığı ve azlığı ise feci. Alman “içten yanmalı motor” lobisi hâlâ çok güçlü de ondan…

Polonya’da ise bir başka dinamik işliyor. Komünist dönemde güçlü olan kömür sektörü hâlâ devlet mülkiyetinde ve sendikaların siyasi gücü de sürüyor. Bu nedenle kö­mür hâlâ vazgeçilmez enerji kay­nağı olarak pazarlanıyor, elektik üretimindeki payı %85’in üzerinde. Polonya, Avrupa Birliği’nde iklim politikalarının geliştirilmesine yöne­lik çabaları da bu nedenle baltala­maya devam ediyor. Anlayacağınız Polonya siyasi-ekonomik aktörlerin elbirliğiyle ülkeyi karbon kilidine soktuğu ülkelerin tipik örneği. Top­lumsal hareketler de bu durumda sı­nırlı etkiye sahip. Bunda sivil toplu­mun geç gelişmesinin de etkisi var.

Tabii Türkiye’yi daha iyi biliyoruz. Ancak Türkiye’de durum daha ir­rasyonel. Yerli kömür tutkusu siya­si bir saplantı halini almış durum­da, yoksa yerli kömür yakmanın çamuru yakmaya çalışmak gibi bir şey olduğunu kendileri de biliyor. İthal kömüre yönelik antipati ge­lişmiş olması ise çok olumlu. Bu yeni bir siyaset fırsatı yaratıyor. Ye­nilenebilir enerjinin önünü açmak eskisinden daha kolay. Ancak en başta da söylediğim gibi iklim po­litikalarında geçmişe takılıp kalma durumu devam ettiği sürece yeni­lenebilir kaynaklar ancak toplam üretimi artırmaya hizmet eder. Oysa enerji dönüşümü demek için gü­neş ve rüzgarın fosil yakıtların ye­rini almasını sağlamak zorundayız. Son derece yanlış su politikaları da ciddi bir sorun olmayı sürdürüyor. Doğayı tahrip eden ve yerel halkın su haklarını ihlal eden HES yatı­rımları suyu yenilenebilir kaynak olmaktan iyice çıkardı. Bu örnek bile işi sadece piyasaya bırakmanın ne kadar yanlış olduğunu kanıtlar. Doğru politikalar geliştirmeden ve ekolojik bir bakış açısıyla, gerçekçi iklim politikalarıyla birleştirmeden yenilenebilir enerji tesisi kurmayı enerji dönüşümü olarak görürse­niz, dönüşümün önünde hiç olma­dık yeni bir engel çıkartırsınız. Bu plansızlık, katılım yokluğu ve çevre duyarsızlığıyla rüzgar ve güneş işi de yanlış yönetilirse yazık olur.

Karbon kilitlenmesi raporunda çıkan önemli bir sonuç da ener­ji üretimini merkezsizleştirmenin önemiydi. Almanya’da elektrik üre­timindeki payı üçte bire ulaşan ye­nilenebilir enerji üretim tesislerinin yarısının bireylere, geri kalanının da küçük firmalara ve enerji koopera­tiflerine ait olması müthiş bir örnek. Polonya ise tam tersine enerjiyi ala­bildiğine merkezileştirmiş ve devle­tin tekeline almış, böylece çıkılması zor bir karbon kilidi yaratmış. Dö­nüşümü hızlandırmak için yapılma­sı gereken şey yurttaşın enerji üre­timinde belirleyici olduğu, yerel ve merkezsiz enerji modeline öncelik vermek. Oysa bizde hükümet bir yandan enerji kooperatiflerine ve çatı tipi güneş santrallarına kolaylık sağlamayı düşünürken, bir yandan da mega güneş ve rüzgar yatırımla­rına öncelik veriyor. Oysa birbiriyle çelişen politikaları aynı anda uy­gulamaya koyarak deney yapmaya gerek yok. Ekonomik ve teknolo­jik olarak bireysel elektrik üretimi norm haline gelmeye başlarken eski merkezi üretim-uzaklara dağıtım modelini sürdürmek rasyonel değil. Bir an önce merkezsizleşme şart. Ama tabii bu iş son derece ideolojik, merkezi devlet saplantısıyla birlikte nasıl olacak, onu bilemiyorum.

EkoIQ Editör