Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Kentleşme ve Çevre Sorunları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gökhan Orhan, son yıllarda alım garantili, geçiş garantili, yolcu garantili, hasta garantili tasarlanan kamusal hizmet sunumu modellerinin ülkenin geçmişte biriktirdiklerinin yanında geleceğini ve gelecekteki gelirlerini de ipotek altına aldığını söylüyor. Prof. Dr. Orhan, bu durumun düşük karbonlu bir gelişme modeline geçişi zorlaştırabileceğinin de altını çiziyor.
YAZI: Bulut BAGATIR
Seçim sürecinde bazı adayların yoğun karbonlu bir büyümeye odaklanan ekonomi yerine yeni bir ekonomi politikası ve yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji politikasını dillendirdikleri düşünülünce, Türkiye toplumunun düşük karbonlu, verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasını satın alabilirliği mümkün mü sizce?
Türkiye toplumunun çevreye duyarlılığı yüksek olmakla birlikte bu konuda yapılacakların maliyetine katlanma konusunda fazlaca gönüllü olmadığını gösterir bazı yoklama sonuçları olduğunu biliyorum. Bu göstergeden hareket edersek halkımızda bir “bedavacılık” eğilimi olduğu söylenebilir. Yani sorun var, hemen herkes bunu kabul ediyor. Bununla birlikte sorunun olumsuz etkilerinin uzun vadede ortaya çıkmasının da katkısıyla, “diğerleri bir şeyler yapsın, bana kimse dokunmasın” tarzı bir yaklaşım gözlemlenebiliyor. Özellikle 1980 sonrası dönemde başlayan ve sizin çok güzel ifade ettiğiniz gibi yüksek karbonlu büyüme verimliliğini esas almayan; orman, tarım arazileri, akarsular gibi ekosistem hizmetlerinin sınırsızca tüketilmesine dayalı bir ekonomi politikasının yarattığı bağımlılık ortadayken düşük karbonlu bir üretim-tüketim sistemine geçiş kısa vadede çok zor görünüyor. Bir de böylesi bir değişimde, her değişimde olduğu gibi, kazanan ve kaybedenler olacaktır. Kaybedenlerin kayıplarını azaltacak ve onlara alternatifler sunacak bir dönüşüm çerçevesi geliştirmek şarttır. Ama bunun için hemen her alanda ciddi bir paradigma değişimine gerek var. Kısacası seçimlerde temel ihtiyaçlara dair söylemlerin öne çıkacağını düşünüyorum.
Böyle bir alternatif politikanın ana unsurları konusunda neler söylersiniz? Krizden çıkış için nasıl bir rol oynayabilir? Oynayabilir mi?
Alternatif bir politika krizden çıkışta elbette önemli bir rol oynayabilir. Enerji dış alımına ödediğimiz kaynaklardan yapılacak tasarruf, azalacak girdi maliyetleri ve daha az kirlilik krizden çıkışın ilk adımlarını oluşturabilir. Bununla birlikte geçmişte alınan kararların bağlayıcılığını, yani batık maliyetleri de unutmamak gerekiyor. Hükümetlerin özellikle altyapı, enerji ve ulaşım alanlarında aldıkları bazı kararların geri döndürülmesi, uluslararası tahkim ve alınan yol nedeniyle, oldukça zor olabilir. Son yıllarda alım garantili, geçiş garantili, yolcu garantili, hasta garantili olarak tasarlanan kamusal hizmet sunumu modellerini incelediğinizde ülkenin geçmişte biriktirdiklerinin yanında geleceğinin ve gelecekteki gelirlerinin ipotek altına alındığını görmek mümkün. Bu da düşük karbonlu bir gelişme modeline geçişi zorlaştırabilir.
Böylesi bir alternatif politikanın hayata geçirilebilmesi için öncelikle bütünleşik bir yaklaşım şart: Politikaların bütünleşmesi sürecinde şu an yapılan, ekonomik büyüme odaklı projelerin merkeze alınması ve diğer tüm politika alanlarının bu amaca tabi tutulması. Yani bir çeşit çevre politikası bütünleşmesinden ziyade ekonomi politikası bütünleşmesi var. Böyle olunca da aslında oldukça “değerli” olan değerlerimizi heba edecek kamusal kararlar alınıyor ve uygulanıyor. Bunun sonucunda kısa vadede belki birilerinin cebi doluyor. Ama uzun vadede ülke adına, ülkenin değerleri adına konuştuğumuzda çok ciddi kayıplar gözlemlemek mümkün ve bazılarından geri dönüş mümkün olmayabilir. Kaliteli bir çevre, bozulmamış bir doğa, kirlenmemiş doğal kaynaklar hem kendi başına bir değer, hem de gelecek kuşakların refahını mümkün kılacak değerler olarak düşünülmelidir.
Daha da ilginci kamusal kararlar alınırken toplumun değerlerinin ve taleplerinin, alternatiflerin gündeme gelmediği, alternatiflerin çıktılarının neler olabileceğinin ve bütün bu sürecin sonunda dışsallıkların, yani maliyetlerin, kazanan ve kaybedenlerin tartışılmadığı bir dönemdeyiz. Kamu politikalarının belirlenmesi ve uygulanması süreçleri siyasal süreçlerdir ve her zaman kazanan ve kaybedenler yaratırlar. “Ben yaptım oldu” diyerek kamusal kararlar alınamaz. Benim naçizane önerim, bütün sınırlılıklarına rağmen, ussal karar verme yönteminin temel aşamalarından ilerleyerek karar alma ve uygulama yapılması. Çünkü tartışılmadan tepeden inme bir şekilde kararlar alındığında, en aşağıda olup bitenden habersiz bir yaklaşım ciddi toplumsal, ekonomik ve ekolojik maliyetler yaratıyor.
Çevre koruma ve ekonomik büyüme arasında “sıfır toplamlı bir oyun” olduğu yaklaşımının yerine, ekonomik büyüme hedefine ulaşılırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı yani ekonomik kalkınma ile çevre koruma amaçları arasında “pozitif toplamlı bir oyun”un varlığının kabulü nasıl mümkün olur? Türkiye’de bu yaklaşımın karar alma süreçlerinde yerleşmesine katkıda bulunabilecek göstergeler nelerdir?
Her ne kadar ekolojik modernizasyon teorileri bize “pozitif toplamlı bir oyunun” mümkün olduğunu söylese de aslında ekonomik kalkınma hedeflerine ulaşırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı ya da sıfırlandığı bir senaryo bence pek mümkün değil. Burada şu ayrıma dikkat çekmek istiyorum; evet, daha az hammadde ve yakıt tüketen, daha az atık üreten teknolojiler bu niteliğe sahip olmayanlara göre daha çevre dostu ve daha kabul edilebilir seçeneklerdir. Ancak rüzgar enerjisinin de, elektrikli otomobillerin de, güneş pillerinin de ciddi ekolojik ayakizleri mevcut. Yani pozitif toplamlı bir oyun mümkün olduğu gibi uzun vadede başka maliyet kalemlerinin ortaya çıkması da mümkün. En son katıldığım bir kongrede önemli bir Alman otomotiv firmasında çalışan bir araştırmacı, elektrikli otomobillerle ilgili çalışmalarından bahsederken, çözülemeyen tek sorunun kullanım ömrü biten bataryaların nasıl değerlendirileceği sorunu olduğu ve kendi çalışmalarının bu bataryaların güvenli bir şekilde bertaraf edilmesi üzerine olduğunu anlatmıştı. Bu durumda tamamen pozitif toplamlı bir oyun olmasa da çevreye ilişkin maliyetlerin azaltıldığı bir üretim ve tüketim çerçevesinden bahsetmek mümkün.
Bununla birlikte, çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin azaltıldığı bir tür pozitif toplamlı oyunun varlığının kabulü için yukarıda bahsettiğim türden bir paradigma değişimi şart. Çünkü karar alma ve uygulama konumunda olanlar hâlâ bu potansiyeli tam olarak anlayabilmiş değiller ve kısa vadeli hedeflere ulaşmak için uzun vadede ciddi bedeller ödenmesine neden oluyorlar.
Belki başlangıçta bu işlerden de para kazanmanın mümkün olduğunun gösterilmesi karar alıcıları ve uygulamacıları ekolojik modernizasyon politikaları izlemeye teşvik edebilir. Ancak, bu politikaların belli bir bütünlük içinde ele alınmadığı bir çerçevede ekolojik modernizasyon tedbirlerinin uzun vadede işe yaramayacağını söyleyebilirim.
Akıllı ulaşım alanından bir örnek vermem gerekirse, siz İstanbul gibi bir şehirde akıllı ulaşım için ne kadar yatırım yaparsanız yapın yapılan her imar planı değişikliğiyle yoğunluğu artırırsanız bu önlemler bir işe yaramaz.
İklim ve kalkınma politikalarını uzlaştırmak nasıl mümkün olabilir? Hem azaltım hem de uyum süreçleri, siyasi karar almada nasıl bir yapılandırmaya ve sürece gerek duyar?
Kalkınmacılık bu toprakların en güçlü ideolojilerinden birisi ve bu hedefe ulaşmak için katlanılan diğer maliyetler feda edilmesi gereken, kaçınılmaz maliyetler olarak görülüyorlar. Ayrıca kimsenin diğerlerini dinlemeye tahammülü yok. Benim bu konudaki tezim, ülkedeki karar alıcı ve uygulamacıların genelde önemli rant yaratan büyük projeleri tercih ettiği ve parmaklarıyla ince ayar yapmak yerine sorunları yumrukla çözmeye çalıştıkları yönünde. Yumrukla çözdüğünüzde ister istemez önemli miktarda ezilen, heba edilen ve boşa harcanan değer de oluyor. Bu ülke yıllardır enerji sorununun bir arz sorunu olduğundan hareketle arzı artırmaya öncelik veren politikalar izliyor. Hâlbuki sorunun talep yönetimiyle ilgili bir boyutu olduğu gibi, yalıtımdan bütünleşik toplu taşımaya, akıllı sulama sistemlerinden ampullere, trafik sinyalizasyonundan imar uygulamalarına kadar daha burada sayamayacağım pek çok boyutu mevcut. Ama açıkça konuşalım: Elde hazır reçeteler varken bu işlerle “kim uğraşacak”?
Türkiye’de merkezi idarenin azaltım ve uyum konularından ayak sürüdüğü çıplak gözle görülebilecek bir durum. Tüm merkezi idareyi aynı torbaya koymamak adına, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda ve Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda sorunların farkında olan, ne yaptığını ve ne yapılması gerektiğini bilen adanmış kadrolar var. Ama yukarıda da bahsettiğim gibi diğer bakanlıkların projeleri ve kendi bakanlıklarının içinde diğer birimler tarafından geliştirilen projelere ilişkin itirazları maalesef pek dikkate alınmıyor. Buradan hareketle hem azaltım hem de uyum bütünleşik yaklaşımlar, ekolojik modernizasyon politikaları, üretici ve tüketici davranışını düşük karbonlu seçeneklere yöneltecek ekonomik politika enstrümanları ve katılımcı bir karar alma ve uygulama mekanizması gerektirir. Bu yaklaşımların hayata geçebilmesi için umarım beton ve kömür ekonomisinin kendini çeviremeyecek bir noktaya gelmesini beklemek gerekmez ve iş işten geçmeden gereken önlemler alınır.
Burada ayrıca yerel yönetimlere de bir parantez açmak istiyorum. Şu an belediyeler önemli ekolojik modernizasyon projelerine imza atmaya başladılar. Üyesi oldukları uluslararası yerel yönetimler ağlarının katkılarıyla, karbon salımlarında azaltım ve uyum projelerini hayata geçiriyorlar. Bu süreçte uluslararası yerel yönetim ağlarının yanında, kalkınma finansmanı sağlayan kuruluşların da önemli kaynaklar sağladıkları görülüyor. Bu nedenlerle belediyelerin kendi etki alanları içinde hem kirliliği ve karbon salımını azaltan, hem daha az kaynak kullanan projelerin hayata geçirilmesinde öncü rol oynaması mümkün olabilir.
Kalkınma politikaları çerçevesinde ele alınacak çevre korunması konusunda, piyasa ve ekonomik aktörler sosyal maliyetlerini ölçebiliyorlar mı?
Ekonomik aktörler bence ağırlıklı olarak ekonomik getirilerine bakıyorlar ve yatırımlarından en kısa sürede dönüş sağlama amacındalar. Bununla birlikte ben insan doğasının değişmeyeceğini düşünenlerden değilim. Aksine kamu politikalarının, kamu otoritesinin verdiği sinyallerin, koyduğu kural ve başlattığı uygulamaların, hazırladığı plan ve programların davranışlarda ve beklentilerde önemli türden değişiklikleri sağlayacağını düşünüyorum. Bu alanda tedrici bir geçişle bu tarz bir dönüşümü gerçekleştirmek mümkün. Çünkü kamu otoritesinin verdiği sinyaller hem üretici hem de tüketici davranışını ve beklentilerini şekillendirme yeteneğine sahiptir.
Düşük karbon ekonomisine geçmeye çalışan ülkelere dair hem siyasi hem ekonomik hem de toplumsal anlamda gözlemleriniz neler?
Açıkçası özellikle Avrupa ülkeleri 1970’lerdeki petrol krizleri sonrası bizim şu an tartıştığımız dönüşümün ilk hamlelerini yapmışlar. Ekolojik modernizasyon politikalarının kökenleri bu döneme dayanıyor. Petrol üreticisi değiller ve bu nedenle ciddi bütçe açıkları vermişler. Kömürün yarattığı sıkıntıların farkındalar ve nükleer enerjinin de hem riskleri hem de toplumsal muhalefetin itirazları açısından bazı sınırları mevcut. Bu noktadan itibaren daha verimli, daha az enerji ve doğal kaynak tüketen teknolojileri geliştirmeye başlamışlar. Bu teknolojileri geliştirerek başlı başına bir rekabet avantajı sağlıyor, bu teknolojileri ihraç ediyor, kendi iç pazarları için bir korumacılık zırhı oluşturuyorlar ve aynı zamanda daha az kirlilik yaratıyorlar. 1970’lerde bazı ülkelerin çevre maliyetlerinden kaçarak haksız rekabet avantajına sahip olması ve dışsallıklarını diğer ülkeler üzerine yüklemesinin, AB içinde çevre düzenlemelerinin uyumlaştırılmasına neden olduğunu da söylemek mümkün. Yine özellikle Avrupa’da yükselen “Yeşil Parti”lerin bu değişime önemli katkılar verdiği söylenebilir. Bu çerçevede ekolojik modernizasyon politikaları gelişmiş sanayi ülkelerinin yaşadıkları enerji ve çevre sorunlarına ekonomik sistemin içinde bir çözüm üretme mekanizmaları olarak düşünülebilir.
Düşük karbon ekonomisine geçişin temelleri 1970’lerde atılsa da günümüzde iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği belirsizlikler, ülkeleri düşük karbon ekonomilerine yönlendiriyor. Düşük karbon ekonomisine geçmeye çalışan ülkelerin önemli bir kısmı bu tarz teknolojileri geliştiren ve uygulamaya sokan ülkeler. Ben bu türden eğilimlere önem vermekle birlikte bu ülkelerin kaynak kullanımı, üretim, tüketim ve kirlilik açılarından incelendiğinde toplamda hâlâ dünyanın değerlerinden orantısız bir şekilde faydalanmaya ve orantısız bir şekilde kirletmeye devam ettiklerini düşünüyorum. Bu nedenle bu ülkelerde de üretim ve tüketim kalıplarının ciddi bir değerlendirmesinin yapılması gerekiyor.