#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Göç Deneyimlerini Biriktirmiyoruz”

Kalkınma ve göç alanında çalışan Kalkınma Atölyesi’nden Ertan Karabıyık, Türkiye’nin geçtiğimiz yıllardaki göçlerden ders çıkaramadığını belirterek “Göç yönetimi katılımcı olmak, destek talep etmek ve belirli ilkeler çerçevesinde olmak zorunda. Bu yönetim, toplumun farklı kesimleri sürece dahil edilerek yapılabilir” diyor.

YAZI: Bulut BAGATIR

Suriye gibi bazı örneklerde iklim de­ğişikliğinin göçün tek sebebi olmak­tan çok, yıkıcı çarpan etki yaratan bir unsur olduğu belirtiliyor. Başka etkenler var, iklim değişikliği bu et­kenleri daha da güçlendiriyor. Aynı şekilde iklim değişikliği öncelikle iç göçü tetikliyor ve altyapısı sorunlu, gelişmekte olan ülkelerde siyasi so­runlara ve çatışmalara yol açıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İklim değişikliği tek değişken değil. O değişkenler siyasal ve ekonomik ge­lişmelerle entegre oluyor. Ekolojik, ekonomik ve politik boyutların bir araya gelmesiyle zaman zaman ülkeler, bölgeler veya kabileler arasında kay­nak paylaşımına dair çatışmalar çıka­biliyor. Örneğin bunu yakın zamanda Afrika’da ve özellikle Sudan, Ruanda ve civarındaki ülkelerde görebiliyoruz. Hatta bazen bunu bir göl ekosistemin­de de görebiliyorsunuz. Mesela Afrika. Göllerdeki ekosistemin değişmesi ve balığın azalmasıyla göl çevresindeki ülkelerde yaşayan ve farklı etnik yapı­daki kabilelerde ortaya çıkan çatışma, arka planda ekolojik bir neden olma­sına rağmen siyasi olarak da ön plana çıkabiliyor.

O yüzden iklim değişikliğinin göç ile ilişkisi iç ya da uluslararası göç boyu­tunda çoğu zaman tek başına değişken değil. Kaynak paylaşımının veya yeter­sizliğinin ya da sürdürülemez bir yaşa­mın ortaya çıkması, aslında ekonomik ve siyasal çatışmaları doğuruyor. Biz arka plandaki ekolojik değişimi, iklimin yarattığı sorunları görmeden sonuçları yani ülkeler ya da kabile savaşlarını ya da siyasal çatışmaları görüyoruz.

Kalkınma Atölyesi olarak sizin çalış­ma alanlarınız mevsimlik gezici tarım işçileri ve bu ailelerin çocuklar. Tür­kiye’deki mevsimlik gezici işçilerin de iklim krizinden etkilendiğini gös­teren çalışmalar var. Son çalışmaları­nız bize neler anlatıyor?

Mevsimlik gezici tarım işçiliği Avrupa ve ABD de dahil olmak üzere dünya­nın birçok ülkesinde rastladığımız bir olgu. Türkiye’de mevsimlik gezici ta­rım işçiliği hikayesine bakınca, bizim kayıtlarda görebildiğimiz 200 yıllık bir hikaye söz konusu. Bu 200 yıllık hika­yenin temelinde Çukurova yatıyor.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, Suriye üzerinden Çukurova’yı işgal ettiğinde, Mehmet Ali Paşa’nın Nil Deltası’nda uyguladı­ğı tarım reformunun benzerini burada uygulaması için, ki bu dediğim özellik­le pamuk üretimini artırmaya dönük, işgücü ihtiyacı doğuyor. Çünkü Adana o dönemde küçücük bir kasaba. İşgü­cü ihtiyacı için Suriye’den, Kıbrıs’tan, Sudan’dan işçiler geliyor. Anadolu’da ilk uluslararası işgücü göçü hikayesidir bu.

Mevsimlik gezici tarım işçiliğinde, ta­rımsal politikalar ve bunların yarattığı yoksulluk süreçleri ve bu süreçlerle birlikte işçiliğin hem akışında hem de biçiminde değişiklikler oluşuyor. Örneğin 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte tarımda makineleşme süreçleri, Mars­hall yardımları ve kredileriyle alınan traktörler örneğin Orta Anadolu’da küçük çiftçiliği tasfiye etti ve inanılmaz bir işgücü açığa çıktı. Göç hikayesinde dönemin gelişmelerine göre, örneğin 1992 yılında Güneydoğu’da köyler bo­şaltıldığı zaman ortaya çıkan inanılmaz bir kırsal işgücü var ve bu kırsal işgücü 90’lı yılların ortalarından sonra başta güney illeri olmak üzere Karadeniz’de de fındık tarımına gitti.

2011’de Suriye kriziyle beraber Türkiye’de inanılmaz bir göçmen nü­fus oluştu ve bu nüfusun bir kısmı mevsimlik gezici tarım işçiliği olarak sektöre girdi. Türkiye özellikle 1990’lı yıllardan sonra uluslararası mevsimlik gezici tarım işgücü almaya başladı. Me­sela Sovyetler’in çökmesiyle ve ulusla­rın egemenliğini kazanmasıyla birlikte Gürcüler çay ve fındık hasadına katıl­maya başladılar. Nahçıvan’dan Kars ve Ardahan’a ot biçmek için Azeriler ge­liyor. Öngörülenden çok fazla yabancı, mevsimlik gezici tarım işçiliği sürecine katıldı.

Türkiye’deki kırsal sosyolojinin değiş­mesi ve dönüşmesi ile tarımsal üre­timin emek gücü bir yerden bir yere göç eden işçilerden oluşmaya başladı. Bu sadece doğu ve güneydoğudaki in­sanların göçmesiyle ilgili değil, örneğin Konya’nın bazı kırsal alanlarında yoksul insanların başka yerlerde çalışmasıyla da ilgili. Türkiye’deki mevsimlik işçile­rin profili böyle bir fotoğrafa sahip.

Bunların zaman zaman iklim değişik­liğiyle bir ilişkisi var. Orta Asya’daki bu değişimler sadece iklim değişikliği ile ilgili değil tabii. İç kargaşalar, yok­sulluk, siyasal dönüşümler de etkili. İnsanlar yaşamak ve geçinmek için ölü­mü göze alarak yol çıkıyorlar.

Görüşme yaptığınız veya birebir ça­lıştığınız Suriyeli göçmenler neler söylüyor? Çatışmalar daha yeni alevlenmişken iklim değişikliği veya aşırı hava olayları ile ilgili size bir geri dö­nüş yaptılar mı?

İnsanlar iklim değişikliği ile ilgili her­hangi bir şey söylemiyorlar. Onlar genelde bunun bir iç çatışmadan kay­naklandığından ve kendi hayatlarını kurtarmak için ülkelerini terk etmek zorunda kaldıklarından söz ediyorlar. Önemli bir kısmının Türkiye’deki ya­şamlarında Suriye’dekine benzer bir durum yok. Buradaki şartlar oraya kıyasla daha ağır. Oradaki çalışma yo­ğunluğunun daha az olduğunu belir­tiyorlar. Suriye’deki bazı gıda ürünle­rinin devlet tarafından desteklenerek verilmesi durumu var. Türkiye’deki ka­dar çalışmadan geçinebildiklerini söy­lüyorlar. Kuşkusuz çocuklarının eğitim ve sağlık hizmetlerini bir şekilde alıyor­lar. Burada ise özellikle mevsimlik ge­zici tarım işçiliğinde çalışan çocuklar, eğitime çok az düzeyde katılıyor, ikinci basamak sağlık hizmetlerini yeteri ka­dar alamıyorlar.

Biraz da göçün etkilerinden bahsede­lim. Buraya göçen ve mevsimlik ge­zici tarım işçisi olarak çalışan kişiler nelerle karşılaşıyorlar, nasıl bir hayat sürüyorlar?

Öncelikle Türkiye’de ne kadar mev­simlik gezici tarım işçisi var, biz bilmi­yoruz. Belki devlet biliyordur. Bunların üç aşağı beş yukarı iklime bağlı olarak üretim süreçlerinde nerelerde oldu­ğunu biliyoruz. Ağustos ayında fındık hasadındalar, şubat ayından itibaren toprak hazırlığı için Çukurova’dalar, ni­san ayından itibaren İç Anadolu’ya ka­yıyorlar. Sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyoruz, bunların içerisindeki ço­cuk sayısını da bilmiyoruz. Biz sadece belirli bölgelerde ürüne ve coğrafyaya bağlı mikro araştırmalar yapıyoruz. An­cak biliyoruz ki Türkiye’nin hemen her yerinde farklı ürünler için çalışıyorlar.

Yaşam ortamları çok zorlu. Yaşadıkları yerlerde su, elektrik, barınma, altyapı, hijyen gibi sorunları var. İnsani yaşam koşulları bakımından çok zor koşullar içindeler. İçme suyundan tutun çevre güvenliği, çocukların eğitimi, sağlığı ve çocuk istismarı dahil, bütün boyut­larıyla ciddi sorunlar yaşıyorlar. Ça­lışma ortamlarında da benzer şekilde sorunları var. Onlarca insan yollarda ölüyor. Çocuklar kanallarda boğuluyor. Siz evinizde 30 derecede oturamazken onlar 40 derece güneşin altında, nemle birlikte çalışıyorlar.

Günlük yevmiye ile çalışma dışında farklı ücret sistemleri ve tipleriyle ça­lışma olduğu için, zaman zaman çocuk­ların çalışma yaşının beşe düştüğünü biliyoruz. Çalışmasalar bile ailesi çalış­maya gittiği için akşama kadar tarlada bulunmak zorunda olduklarını görüyo­ruz.

O yüzden mevsimlik gezici tarım işçili­ği sadece Türkiye’de değil dünyada da berbat bir durumda. ABD’de de aynı şeyleri görüyoruz, Avrupa’da da.

 Farklı çalışmalar, sel ve kuraklık gibi afetlerden dolayı milyonlarca insanın göç etmek zorunda kaldığını ortaya koyuyor. Bu rakamlar aşırı hava olay­larının şiddetini artırmasıyla birlikte yükseliyor. Bu kadar büyük bir nü­fusun sürekli yer değiştirmesi dünya için ne anlama gelir?

Yönetilmesi çok zor, toplumsal mali­yetleri çok yüksek bir durum. Bu sü­reç, başta çocuklar olmak üzere kırıl­gan gruplara telafisi mümkün olmayan zararlar verebilir. Bu bir sonuç tabii. Bu sonuçları ortaya çıkaran nedenle­rin üzerine gitmediğimiz sürece bunu önlemek çok zor. STK’ların katkısıyla büyük aktörleri, devlet yöneticileri­ni ve sorumluları harekete geçirerek büyük fotoğrafı değiştirmeye yönelik adımlar atılmalı. Bu da yetmez. Mik­ro çalışmalar da yapılması gerekiyor. Mesela, meraların ve su kaynaklarının ıslahı ve etkin kullanımı, ormanların çoğaltılması… Bir taraftan önleyici ça­lışmalar yaparken bir taraftan da azal­tıcı çalışmalar yapmalıyız. Kirleticiler konusunda daha adil olmak gerekiyor. Kuraklığa dayanmak çok zor. Osmanlı döneminde, 1800’lü yıllarda özellikle Orta Anadolu’da uzun süren kuraklık­lar görüyoruz. 5-10 yıl süren bu ku­raklıklar binlerce insanın ölümüne yol açmış. O dönemdeki gıda dağıtımı şim­diki gibi hızlı ve mümkün değil. Orta Anadolu’da beş yıl buğday yetiştire­mediğinizi, hayvanlarınızın öldüğünü düşünün.

İnsanların yaşadıkları yerde kalabilme­lerine dair çözümler üretmek gereki­yor. Bir felaket ortaya çıkıyor ama bu felaket ile daha yaşanabilir çözümler üretmek gerek. Kuşkusuz sel ile mü­cadele etmek çok zor. Ancak bu selin ortaya çıktığı yerlerde mera ve dere ıslahları gibi daha yönetilebilir işler yapmak mümkün. Bu insanlara orada kalın derken onlara finansal, teknik ve örgütsel destek vermek gerekiyor. Bü­yük fotoğrafı da değiştirmediğiniz sü­rece bunu önlemenin imkanı yok. Ada ülkelerinde bunu görüyoruz. İnsanla­rın gitmek istediği yer ABD. Trump bu nedenle göçü engellemek istiyor. Ancak Trump’ın asıl yapması gereken, bu insanlar neden göçüyor, bu göçü yerinde yönetmek için neler yapabili­riz sorularının cevabını aramak. Mek­sika’daki insanlar ABD’ye göçünce ha­yat kolay olmuyor. Bunu önlemek için Meksika sınırına duvar örmek yeterli değil.

Dünyanın canına okumuş ülkeler, bunu yapmak zorunda. Maalesef şunu da görüyoruz ki gelişmiş ülkeler, iklim değişikliğine sebep olacak çabalarıyla elde ettikleri zenginliği paylaşma taraf­tarı değiller.

Ortadoğu’nun iklim değişikliğinden etkilenip, en fazla göçün yaşanacağı bölgelerden birisi olabileceği belirti­liyor. Türkiye’nin de Avrupa’ya geçiş sahası olduğunu düşünürsek Türkiye yeni bir göç dalgasına hazır mı?

Anadolu’nun 10 bin yıllık hikayesi de göç hikayeleriyle doludur. Son 200-300 yıldır, siyasal değişimlerden dolayı bü­yük ölçekli göçler yaşandı. Mesela Çer­kez göçü ile bir milyondan fazla insan göçtü. Bu dönemde düzenli ve düzen­siz gerçekten çok fazla sayıda göç oldu. Maalesef şunu görüyoruz: Göçlerde ciddi bir kayıt sistemi ve geçmişten öğrenilen deneyimlerin biriktirilmesi yok Türkiye’de. Kayıtları incelerseniz Lozan Antlaşması ile gerçekleşen mü­badelede, Yunanlılar buradan giden bütün göçmenlerin sözlü tarihini yap­tılar, haritalarını çıkardılar, fotoğrafla­rını düzenlendiler, bunları kurumsal­laştırdılar. Bir bellek yarattılar. Yarın bir gün Yunanistan’da bir değişim ya­şanırsa, en azından dokümanları açıp geçmişte neler yaşanmış, insanlar nasıl hayatta kalmışlar, toplumsal tutunma nasıl gerçekleşmiş sorularının cevabı verilebilecek. Ben de üçüncü kuşak bir Selanik göçmeniyim. Benim dedem ile ilgili hiçbir kayıt yok. Kimse dedemle konuşmamış, fotoğraflarını istememiş, o deneyimleri nasıl yaşadıklarını din­lememiş. Dedem Anadolu’ya ilk yer­leştiği yerde ailesini geçindiremeyin­ce, ülke içerisinde başka yerlere gidip para kazanıyor. Suriyeliler de kamu kurumlarından izin alıp başka yere gidip çalışabiliyorlar. Bu deneyimler aktarılmadığı, bellek oluşturulup ciddi analizler yapılıp bir göç yönetimi anla­yışı yerleşmediği için 3,5 milyon kayıtlı Suriyeli göçünü de iyi yönetemedik. Kaç çocuğun evde dünyaya geldiğini bile bilmiyoruz.

Bu kadar büyük göçleri hiçbir devlet kendi başına yönetemez. Uluslararası olmak zorunda değil ama katılımcı ol­mak, destek talep etmek ve belirli il­keler çerçevesinde yönetmek zorunda. Göç yönetimi dünyada bilinen bir şey. Bunu yeniden keşfetmeye gerek yok. Bu yönetim, toplumun farklı kesimleri­ni sürece dahil ederek yapılabilir. Yeni bir göç dalgasında maalesef çok farklı uygulamalar beklemiyorum.

EkoIQ Editör