Yazı: Levent Kurnaz
Çevre ile ilgili sürüyle sorunumuz var. Bu sorunları kabaca iki grupta değerlendirmek mümkün. Çevreye her geçen gün daha fazla zarar veriyoruz ve çevrenin bize sürdürülebilir biçimde sağlayabildiğinden çok daha fazla kaynak tüketiyoruz. Kafamızda sürekli bir “bizim ve ötesi” ayrımı var. “Bizim” genelde yaşadığımız yeri, yani evimizi ve bize ait araçları, yani arabamızı içine alan çok kısıtlı bir bölgeyi kapsıyor. “Ötesi” ise şahsımıza ait olmayan her şeyi. Sokaklar, denizler, atmosfer hep “ötesi”. Bundan dolayı da korumamız gereken alanı sadece bizim olan yer olarak algılıyoruz ve ötesine karışmıyoruz.
Evimizin ya da arabamızın içi temiz olduğu müddetçe çöpe ne olduğu bizi fazla ilgilendirmiyor. Bundan dolayı da fazla düşünmeden çöpü serbestçe doğaya bırakıyoruz. Aslında eski dönemlerde olsa bu çok sorun yaratmazdı. Doğada bir canlının ardında bıraktığı atık bir başka canlının mutlaka işine yarar. Doğal malzemeler kullandığımız dönemde bizim de atıklarımız doğada kendisine bir kullanım alanı buluyordu. Bir zaman sonra, doğada bulunmayan malzemeler üretmeye başladık ve bu malzemeler atık haline geldiğinde doğada kendisine bir görev edinemedi. Plastik bu maddelerin en bilinenlerinden biri ama ne en tehlikelisi ne de en gereksizi.
Şehirlerin Yayılması
20. yüzyılın başlarında bir yerden başka bir yere hızlıca gidebilmenin yolunu keşfettik. Otomobil adını verdiğimiz bu buluş bize özgürlük kazandırdı. O zamana kadar birlikte yaşamanın sağladığı imkanlardan faydalanabilmek için birbirimize yakın yaşamak zorundaydık. Birlikte, sıkışık ortamlarda yaşamak da türlü sorunları beraberinde getiriyordu. Öncelikle, kendimize ayıracak fazla bir yerimiz yoktu. Sonra, özel alanımız son derece kısıtlıydı, gerek evde, gerekse dışarıda hep başkaları ile çevriliydik. Doğa ile bağımız ise neredeyse kopmuştu. Ancak belirli zamanlarda şehirden veya kasabadan çıkıp ağaçları ve çiçekleri görebiliyorduk. Ayrıca fabrikalar ve işyerleri yaşadığımız yere yakın olduğundan onların getirdiği kirliliğe de katlanmak zorundaydık.
Motorlu taşıtlar bizi tüm bu kısıtlardan kurtardı. Önce fabrikalar şehirlerin dışına çıktı, çünkü fabrikaların yaydığı kirlilik içinde yaşamaktansa çalışanları toplu halde uzaktaki fabrikaya taşımak herkesin işine geliyordu. Motorlu taşıtların bireysel kullanımının yaygınlaşması da dış mahalleleri oluşturdu ve bununla birlikte şehirlerin saçaklanmasına neden oldu. Dış mahalleler önce maddi geliri düşük kişilerin oturduğu yerlerken sonraları daha yüksek gelirli kişilerin daha geniş evlerde oturduğu yerler halini aldı. Sonuçta yaşadığımız şehirlerin insan yoğunluğu da her geçen gün azaldı ve azalmaya da devam ediyor.
Şehirlerin yoğunluğunun azalmasının ardındaki temel neden ise şehirlerin araba kullanımı için tasarlanması. Araba kullanımı da petrol üretimine sıkı sıkıya bağlı. Petrol, bildiğiniz gibi, sürdürülebilir bir kaynak değil ve 21. yüzyılın sonuna varmadan tükenecek. Sonu kısa sürede gelecek bir kaynağa bağlı yerleşim düzenleri yaratmanın da ne derece yanlış olduğunu kolayca görebiliriz.
Ancak gittikçe yayılan şehirlerde araç kullanım gereksinimi en göze batan problem olsa da en önemli problem değil. Şehirlerin yayılması insan ilişkilerini de azalttı. Artık çoğumuz yakınımızdaki insanları tanımadan yaşıyoruz. Yakın arkadaşlarımıza bile “vakit ayırmamız” gerekiyor. Dostlarımızla olan ilişkilerimizi sanal alemde sürdürmeye uğraşıyoruz. Bunların yarattığı sorunları görmek zor değil, ama sürdürülebilirlik açısından daha önemli problemler altyapı alanında ortaya çıkıyor.
Altyapı Hizmetleri
İnsanlar birbirlerine yakın yaşadıklarında onlara hizmet götürmek kolaydır. Şehre su taşınması için büyük su boruları kullanmak büyük bir yatırım gerektirir ama Roma döneminden bu yana bu yatırım devletler tarafından yapılıyor. Ancak getirilen bu suyu eskiden olduğu üzere merkezi çeşmelere vermek yerine İstanbul gibi 3.000 kilometrekarenin üzerinde bir alana yayılan şehrin her noktasına dağıtmak önemli bir sorun. Su borusunu döşemek için boru kalın da olsa ince de olsa bir çukur açmak zorundasınız. Benzer işlemler elektrik ve kanalizasyon için de geçerli. Şehir genişledikçe vermeniz gereken hizmet de şehrin çapının karesi ile artar. Oysa şehirler aynı nüfusu daha dar bir alanda barındıracak olsa, mesela New York ya da Tokyo gibi, burada yaşayan insanlara daha kaliteli altyapı hizmeti kolaylıkla sunulabilir. Çoğu eski Avrupa şehri de bu yapıda. Ama New York dışındaki Amerikan şehirleri, otomobil kullanımına göre tasarlanmış olduğundan yerleşim yoğunlukları düşük. Son 100 yılda gelişen şehirler de kendilerine Amerikan şehirlerini örnek aldığından, şehirlerin yerleşim yoğunluğu gittikçe azalıyor. Oysa doğaya daha az zarar veren şehirler, yoğunluğu daha yüksek olan şehirler.
Şehirlerin yoğunluğunun azalması ile birlikte daha önce yaşamadığımız sorunlar da ortaya çıkmaya başladı. Şehirler yayılmaya başladığında şehirlerden sorumlu otoritenin yetki alanına giren altyapının alanı da arttı. Aynı nüfusla 20 kilometre çapına yayılan bir şehrin altyapı hizmeti ihtiyacı 10 kilometre çapındaki bir şehrin yaklaşık dört katıdır. Çöp toplamak için gidilmesi gereken mesafe, döşenmesi gereken su borusu, elektrik hatları, dağıtılacak olan posta gibi türlü hizmetler büyüyen alanla birlikte zorlaşır. Bundan dolayı yayılan şehirlerdeki altyapı hizmetlerinin kalitesinin düşmesi beklenmelidir. Daha yoğun şehirlerde daha sık kontrol edilip değiştirilebilecek su boruları, daha yaygın şehirlerde uzun süre el değmeden kalabilir. Bu gittikçe yayılan şehirlerdeki içme suyu kalitesinin düşmesinin tek sebebi olmasa da önemli sebeplerinden biridir. İçme suyu kalitesinin düşmesi de insanları plastik şişelerdeki suya mahkum ediyor. Oysa musluktan akan temiz suyu hepimizin içebilmesi gerekir. Musluktan akan suya güvenemediğimiz için plastik şişelerden su içmeye başladık. Plastik şişelerden su içmenin tarihi de öyle eski değil. Biz lisedeyken bile suyu musluktan içerdik, ancak son 30 yılda suyu şişeleyerek satma adeti ortaya çıktı.
Yaşam Tarzını Değiştirmek
Eskiden eve gelirken otobüsten inip bakkala, manava, kasaba uğrar, evin günlük alışverişini yapar, sonra da eve gelip yemeği günlük olarak yapıp yerdik. Şimdi karşımızda iki büyük sorun var: İşten çıkıp eve gelmemiz, özellikle trafik nedeniyle, çok uzun sürüyor. Ama belki daha da önemlisi, ev ile işyeri arasındaki mesafe çok uzun, bundan dolayı da gerek sabah, gerekse akşamları uzun zamanımız yolda geçiyor. Eve geldiğimizde yemek yapacak vakit kalmıyor ve genelde hafta sonu yapmış olduğumuz yemekler yeniyor. Bu, öncelikle bozulan yemek oranını her geçen gün artırıyor.
Ama onun da ötesinde vakit bulamadığımızdan alışverişi haftada bir yapıyoruz. Haftada bir alışveriş yaptığımız için de eskiden çantamızın köşesine sıkıştırdığımız file artık yeterli olmuyor. Bunun en önemli nedeni şehirlerde artık eski usul bakkal, manav ve kasapların çok azalmış olması. Araba ile haftalık alışveriş yapılan markete gidip ya elimizi kolumuzu ya da bagajı doldurup dönüyoruz. Bu hayat tarzı da son 30-40 sene içerisinde hayatımıza plastik poşetleri getirdi. Bugün ülkemizde plastik poşetler ücretli. Ücretli olması nedeniyle kullanımı ciddi oranda düşmüş durumda. Yalnız biz plastik poşet kullanımını da, tek kullanımlık plastik gereç kullanımını da, plastik şişe kullanımını da gerektiren durumları ortadan kaldırmadık. Bu ihtiyaç var olduğu müddetçe poşetlerin ücretli veya yasak olması durumu ortadan kalktığı anda insanlar hızla eski alışkanlıklarına dönecektir. Bu tür yasaklar insanlarda davranış değişikliği yaratmadığı müddetçe doğru çözümler değildir. Ne yazık ki bu tür malzemelerin kullanımını ancak yaşam tarzımızı değiştirerek en aza indirebiliriz. Yalnız yaşam tarzımızı değiştirmek fazlasıyla zor olduğundan plastik şişelere depozito koymak veya plastik poşetlerden ücret almak gibi kolaya kaçan çözümler üretiyoruz. Gerçek çözüm bu maddelere olan ihtiyacı ortadan kaldırmak, biz şimdilik sadece kendimizi kandırıyoruz.
Bir de her şeyin başı eğitim. İnsanları eğitip bu malzemeleri tekrar kullanmalarını ve olmuyorsa geri dönüştürmelerini sağlasak, epey uzun bir yol kat etmiş olurduk.