Kent

Şehirlerimizi Nasıl Yeniden Yapılandıracağız?

şehir

Depremzedelerin barınma gereksinimlerinin hızla giderilmesi çok önemli olmakla birlikte depremde yıkılanlara yalnızca bina, konut olarak bakılması da doğru değil. Mahalleler, yaşam alanları yok oldu. Şehirleri yeniden inşa etmek demek hayatta kalanların sosyal bağlarının yeniden kurulmasını sağlamak, ekonomiyi canlandırmak, gelecek için ümit vermek demektir.

YAZI: Sibel BÜLAY sibel.bulay@gmail.com

Şubat depremleri sonrasında hükümet bir yıl içinde depremzedelerin barınma gereksinimlerinin hızla giderileceğini açıkladı. Mart ayı başında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, deprem felaketinin ardından ihale süreci tamamlanan 21 bin 62 konutun yapımına başlandığını söyledi. Depremzedelerin barınma gereksinimlerinin hızla giderilmesi çok önemli olmakla birlikte depremde yıkılanlara yalnızca bina, konut olarak bakılması da doğru değil. Mahalleler, yaşam alanları yok oldu. Şehirleri yeniden inşa etmek demek hayatta kalanların sosyal bağlarının yeniden kurulmasını sağlamak, ekonomiyi canlandırmak, gelecek için ümit vermek demektir. Yeniden yapılanma dediğimiz süreç evet, hızlı ama aynı zamanda “yaşam odaklı” olmalı. Bu durumda iki soru çıkıyor karşımıza: Şehirlerdeki yaşam, yaşam alanları nasıl tasarlanacak? Bunu kim tasarlayacak? Sözünü ettiğim konuları şehir plancısı Ali Faruk Göksu ile konuştuk.

Mekansal Şema

Göksu yeniden yapılanmaya “Mekansal Şema” ile başlamanın önemini vurguluyor: “Özellikle mekansal şema diyorum. İmar Planı, Master Plan… Ben bile anlamıyorum bunları. 25.000 nazım planı çiziliyor İstanbul’un. 39 yıllık şehir plancısıyım, anlamak mümkün değil. Herkesin anlayabileceği dilde, herkesin görüş bildirebileceği şekilde, çok sade görselleştirmelerin yapılması lazım.”

Mekansal şema üzerinde yerleşim alanlarının yerleri belirlenecek. Yeniden yapılanma ne kadar ve nerelerde olacak? “Siz merkezde oturuyordunuz. Devlet size kentin 30 kilometre dışında ev yapıyor. Orada yaşayacak mısınız? Yakınında iş olursa, ulaşım altyapısı kurulursa olasılık daha fazla. Burada en temel sorun yer değiştirme. Doğduğun, büyüdüğün, çok sevdiğin bir yerden gitme kararını vermek çok zor. Bunun için insanlara başka bir şeyler sunmanız lazım: Yaşam kalitesinin, ulaşılabilirliğinin daha iyi olması gibi.”

“Fay hatları ve diğer riskler belirlenecek. Ulaşım kurgulanacak. Var olan sokaklar, caddeler yeniden dikkate alınacak mı? Var olan yol sistemi ve altyapıyı göz ardı edemezsin. Bunlar yıllardır yapılmış çok büyük yatırımlar. Tümü göz önünde bulundurularak yeni inşaatların ne kadarının aynı, ne kadarının farklı alanlarda uygulanacağının tespiti yapılacak… İş sahaları ve sanayi alanlarının, var olan kamusal alanların kurgulandığı bir sistem tasarlanması gerekiyor. Açık alanların, donatı alanlarının tasarımları üzerinde çalışmak lazım… Yeşil yol, yeşil kuşak gibi vizyoner dediğimiz projeler; fay hatlarını, riskli alanları izleyerek yeni bir form oluşturacak. Bu bir aylık bir iştir.”

İşbirliği

Yeniden yapılanma süreci yalnızca siyasi iradeye bırakılamaz; yukardan aşağı yönetilemez. Burada işbirliğine ve şeffaflığa ihtiyaç var. Ve bu işbirliği içinde her kesim örgütlenmeli: Jeologlar, siyasiler, şehir plancıları, mimarlar, kentli (özellikle kadınlar ve gençler) ve diğer paydaşlar.

Eski mahalleleri canlandırma; yeni yaşam alanlarını tasarlama süreci denildiğinde akla zemin analizleri ve yapı teknolojileri seçimi geliyor. Ama bunların yanı sıra şehrin sosyal yapısı, doğası, yerel kültürü, tarihi ve ekonomik altyapısı da önemli kriterler olarak göz önünde bulundurulmalı.

“Kentlerin insanca yaşanır hale gelmesinde asıl görev, kentin asıl sahibi olan kentliye, halka, kamuoyuna, kısacası insana düşmektedir… (Amaç) Kent hayatının organizasyonunu günlük hayata kusursuz olarak bütünleyebilmek…” Mithat Arman KARASU s.45.

Burada kadınların ve gençlerin rolü çok önemli. Kadınlar yalnızca kendi gereksinimlerine odaklanmıyorlar. Ailede genç, çocuk, yaşlı, engelli kişilerin bakımından kadınlar sorumlu ve onların gereksinimlerini, sıkıntılarını biliyorlar. Şehrin yapısı, kamu hizmetleri kadınların ihtiyaçlarına cevap vermiyorsa çocukların, gençlerin, yaşlıların ve engellilerin yaşantısını zora sokuyor demektir. Planlamaya kadınlar katıldığında, ofisten algılayamayacağınız detayları görüyorsunuz. Sosyal sorunlar ortaya çıkıyor. Mahallenin ulaşım, altyapı, sosyalleşme ve güvenlik hizmetleri ihtiyaçlarını iyi anlıyorlar. Kadınlar toplumu, mahallenin günlük yaşamını iyi biliyorlar. Bu nedenle mahalle tasarlanırken kadınlar mutlaka o süreçte yer almalı.

Gençlere gelince; şehir planlama sürecine yeni ve güncel bakış açıları getiriyorlar. Bu kentler onların geleceği, dolayısıyla nasıl bir kentte yaşamak istedikleri onlara sorulmalı. “Gençler fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak hızla geliştiklerinden şehir tasarımı, ekonomik kalkınma, sosyal hizmetler ve çevresel kalite hakkındaki kamusal kararlar gençleri büyük ölçüde etkiler ve bu etkiler yetişkinliğe de yansır.” Chawla, Louise. Growing up in an Urbanizing World, 2002.

Şehirlerin yeniden yapılanması mahalle mahalle, sosyal ilişkilerin yeniden inşasıyla gerçekleşecek. Bu büyük acıyı paylaşmanın yanı sıra şehrin yeniden yapılanmasının dayanışmayla ve birlikte yapılması toplumun inşasına da katkıda bulunacaktır.

Çağdaş Şehir

Bu köşenin okurları şehirlerimiz konusundaki görüşümü bilir. Üzülerek söylüyorum; şehirlerimiz yaşam kalitesi düşük, kimliksiz, doğal çevresinden kopuk, afetlere hazırlıksız, tuhaf yerlere dönüştü.

Bu depremlerin yarattığı yıkım sonucu 11 ilimizde yeniden yapılanmaya gidilecek. Doğa bu illerde bize şehirlerimizi yenileme fırsatı verdi. Böylesine büyük bir faciayı bir “fırsat” olarak tanımlamak çok ağır gelebilir. Ama dünya şehirlerine baktığımızda, afet sonrası sürecini kendini yenileme fırsatı olarak değerlendiren çok sayıda şehir olduğunu görürüz.

21. yüzyıl şehri, felaketin çocuğudur. Doğal olarak kabul ettiğimiz konfor ve altyapı asırlık dertlerden doğdu: Yangın, sel, veba. Yüksek binalarımız, metrolarımız, yeraltı kanallarımız, suyu içeri ve dışarı götürmeye yönelik sistemlerimiz, bina yasalarımız ve halk sağlığı düzenlemelerimiz; bunların tümü, kentsel afetlerin ardından, sivil liderler ve vizyoner yurttaşlar tarafından geliştirildi.”

İlin tarihini, yerel kültürünü, sosyal yapısını, doğasını içeren, kimliğini tanımlayan vizyon oluşturulması, o ildeki yeniden yapılanma sürecini yönlendirme açısından önemli. Vizyon oluşturma çalışmaları hayatta kalanlara gelecek hakkında güven vermenin yanı sıra sosyal bağların yeniden kurulmasını sağlıyor.

Tasarımcılarla yapılacak işbirliği sayesinde kent kimliğini yansıtan mimarinin gelişmesi de mümkün. Yeniden yapılanma 21. yüzyılda gündemde olan küresel gerçekleri de kapsamak durumunda. Yani iklim krizi, yenilenebilir enerji kaynakları, Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, doğayla uyum, yaşanabilirlik gibi konular da kent vizyonuna entegre edilmeli.

Hedef

Hedefimiz bu büyük acının üstesinden çağımıza uygun, yaşam kalitesi yüksek, doğasıyla barışık, eşitlikçi, kimlikli, katılımcı karar süreçlerin uygulandığı, kapsayıcı, sürdürülebilir, afete dayanıklı şehirler yaratarak gelmek olsun.

  • “Şehrimizin tüm tarihi ve güzelliğinden çocuklarımıza ilham verecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar, tüm gururlu anıtlarından sıyrılarak yavaş yavaş ölmesine izin vermek zalimce değil mi? Şehrimizin geçmişinden ilham almıyorlarsa geleceği için savaşacak gücü nereden bulacaklar? Belki… Bu, bir tavır almanın, gidişatı tersine çevirmenin zamanıdır; böylece hepimiz çelik ve cam kutulardan oluşan tekdüze bir dünyaya düşmeyelim.” Jacqueline Kennedy
  • 1999 Depremi’nden sonra yapılan Sakarya Deprem Konutları Hakkında:“Ben şundan korkuyorum. 200.000 konut, 50.000 bina yapılacak; eski yerde, yeni yerde patates baskısı gibi seri üretim olursa çok kötü olur… O konuda herkesin endişesi var. Bunları TOKİ yapacaksa geçmişe baktığın zaman o endişelerin arttığını görüyorsunuz.”

Ali Faruk Göksu

Antakya’da Sahra Hastanesinden Notlar

Hatay’da Amerikan yardım kuruluşu Samaritan’s Purse’in (SP) kurduğu sahra hastanesinde dört hafta gönüllü çevirmen olarak görev yaptım. Okuyacağınız yazı, Hatay’dan kısa kısa bazı gözlemleri ve olayları paylaşarak oradaki durum hakkında okurlarımıza bir nebze olsun fikir vermeyi amaçlıyor.

İstanbul’dan Adana’ya uçtum ve oradan otobüsle Hatay’a geldim. Antakya’ya giriş, korku filmi gibiydi. Benzer manzaraları 1999 Depremi’nde Yalova’da ve Gölcük’te görmüştüm ama doğrusu bu manzaraları tekrar göreceğimi hiç düşünmemiştim. Gölcük Depremi’nde çadır kentimize hizmet veren Samaritan’s Purse ile Hatay’da tekrar çalışmak varmış kısmette.

Samaritan’s Purse savaş olsun, doğal afet olsun, sağlık kaynaklı afet olsun, dünyanın her yerinde hizmet veren bir yardım kuruluşu. Depremi duyar duymaz o gün hareket etmeye hazır olmalarına rağmen hükümetten izin çıkması için birkaç gün bekletilmişler. Konuştuğum hemşirelerden biri anlattı: “Bir an önce gelip sahra hastanesini kurmak için can atıyorduk. Beklemek beni deli etti.”

Öğleden sonra Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin otoparkına kurulmuş olan sahra hastanesinde göreve başladım. Gönüllü olarak gelen, İngilizce konuşan doktor ve hemşirelerin depremzedelerle iletişim kurmasını sağlamak amacıyla çevirmen olarak görev yaptık.

2016 yılının Aralık ayında hizmete giren hastaneyi TOKİ inşa etmiş. İçinde 1.050 yatak, 124 yoğun bakım ünitesi ve 24 ameliyathanesi bulunan; günde 9 bin poliklinik hastasına hizmet verebilen hastane, 101 milyon liraya mal edilmiş. Bugün hastane, depremde gördüğü zarardan dolayı kullanılamaz halde. Ve biz bu 101 milyon liralık yatırımın otoparkına kurulmuş çadırlarda sağlık hizmeti verdik.

Hastane tarım alanlarının ortasına inşa edilmiş. Bize gelen hastalar temelde su birikimi yüzünden inşaatın defalarca durdurulduğunu anlattı: “Ben çiftçiyim. Bu civarda tarlam var ve zaman zaman sular altında kalıyor. Ben cahil bir çitçi olarak bile buraya böyle bir inşaatın yapılmaması gerektiğini biliyordum. Ama engelleyemedik.’’

Her kafamı kaldırdığımda karşımda bu kocaman hastaneyi gördükçe, 101 milyon liralık yatırımın gölgesinde, çadırlarda vatandaşa hizmet verme durumuna düşüldüğünden dolayı utandım, öfkelendim ve üzüldüm. Hastane çatlaklarıyla, patlaklarıyla bize; biz de ona bakıyoruz. Peki, kim hesap verecek?

Sahra hastanesinde çeşitli görevlerimiz vardı. Bazı yaşadıklarını soruyorduk (Örneğin çadırda yaşayan günler triaj’da çalıştım. O günlerde gelenlerin bilgilerini alırken doğum tarihlerini de not ediyorduk. Bu deprem evet, evleri yıktı, canları aldı. Ama bu insanların hayatları depremden önce de hiç kolay değilmiş. Çadıra girdiğinde yaşı 70 diye tahmin ettiğin adam, bakıyorsun ki 1980 doğumlu.

Hastanenin karşısında bir mahalle var: Evler oldukça büyük ve pahalı. Mahallede kimse kalmamış; gidebileceği yeri-parası olan gitmiş. Bize gelenler ise gidecek yeri olmayan, maddi durumu yetersiz kişiler. Bir hastamızın ayağının ampüte edilmesi hâlâ söz konusu. Engelli olan eşi, durumu öğrendiğinde ağlıyordu: “Ben bu toplumda bir engelli olarak yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. İnsanlar beni görünce kafalarını çeviriyor, göz göze gelmekten çekiniyor. Eşimin bunları yaşayacağını düşündükçe kahroluyorum.”

Bu toplumda ele almamız gereken ne çok sorun varmış. Deprem yoksulluğu, sosyal hizmetlerin yetersizliğini, hepsini öne çıkardı. Türkiye’nin çeşitli illerinden kamu kuruluşlarıyla yardım için gelenler de hastalarımız arasında yer alıyordu. Belediye çalışanları, ormancılar, polisler, askerler… Kiminin kolu, bacağı kırılmış kimi yanmış kimi de gördükleri karşısında stresten mide ağrıları çekiyor. Elinin üstüne taş düşmüş, bize tedaviye gelen bir de arkeolog kadın vardı. Çalışmalarını anlattı. Dokuz üniversiteden gelen arkeologlar ve öğrenciler tarihi yapıların enkazlarından kültür varlıklarını bulmak ve çıkartmak için çalışıyormuş.

Kadınlar koğuşunda doğum günü kutladık. Hastalarımızdan Fatma Hanım’ın depremde kaybettiği kızının doğum günüydü. Gözyaşları arasında annesinin gösterdiği fotoğraflara baktık. Sevgiyle andık onu. “Enkaz altından gelen kızımın sesi kulağımdan hiç gitmiyor” diye kızının yasını tutuyordu, depremden yaralı çıkan Fatma Hanım.

Bir başka hastamız, acile delikanlı edasıyla girdi. Beklerken biraz dayılandı ama sevimliydi. Ağrıdan sedyeye yatamıyor, sandalyede uyukluyordu. Kan ve idrar tahlilleri, göğüs röntgeni… Durumu pek iyi değildi. Tedaviyi oluştururken her hastaya nerede yaşadıklarını soruyorduk (Örneğin çadırda yaşayan kişiye buz tedavisi uygulamasını söylemiyorduk). “Çadırdayım. Yalnız yaşıyorum” dedi ve bir anda delikanlı edasının yerini ağlayan yaşlı bir adam aldı. “Çıkmalarına dışarıdan yardım ederim diye kayınvalidem beni kapıdan dışarı itti. Düştüm. Ayağa kalkarken binanın yıkılışını gördüm. Kayınvalidem, hanımım, dört kızım; hepsi içeride kaldılar. 25 gün enkazdan onları çıkartmak için çabaladım. Ama hiçbirini bulamadım. Hiçbirini gömemedim. Kayınvalidem beni niye itti ki? Ben neden yaşayayım? Ben ölümü arıyorum.”

Bu ve bunlar gibi daha nice acıları İngilizceye çevirirken kelimeler sık sık boğazımızda düğümleniyor, konuşamıyorduk. Sonunda boğazımda düğümlenen acılar başka acılara geçit vermemek üzere sesimi kesti. Hastalarımızın iletişimini sağlamak üzere çevirmenlik yapmak için geldiğim hastanede hayatımda ilk kez sesim tamamıyla gitti. İki gün boyunca sesim hiç çıkmadı. Çıkamadı.

Elbette, süreç içinde sevinçlerimiz de oldu. Duvarın altından çıkartılan Leyla 33 gün ve çok sayıda ameliyat sonrasında ilk kez yatağın içinde oturabildi. Depremden 40 gün sonra ilk kez duş almanın keyfini yaşadı.

Fatma Hanım, haftalar sonra kadınlar koğuşundan dilini bile konuşmadığı doktor ve hemşirelere sevgiyle sıkı sıkı sarılıp oğlunun kolunda, sağlığına kavuşmuş olarak çıktı.

16 yaşındaki Garip, ayağı kesilmek üzere girdiği hastaneden iyileşmeye yüz tutmuş ayağıyla, kol değnekleriyle çıktı. Annesi Cemile, doktorlara sarılıp gözyaşlarıyla ve İngilizcesini yeni öğrendiği “Thank you, thank you” sözleriyle teşekkür etti.

Son haftalarda Ann hemşirenin koğuşun girişinde kurduğu masanın etrafında çay saatlerinde acılar paylaşıldı, gülüşmeler bile duyuldu. “Bugüne kadar içimdeki acıyı kimseyle paylaşamamıştım” demişti (Hemşirelerin İngilizce Elanor diye seslendikleri) sevgili Ela Nur. Beş hafta sonra Sevgili Zehra masada yerini alabildi.

Benim için bu acı yüklü ortamda yaşadığımız en büyük sevinç, afet karşısında insanların birbirine kenetlenişiydi. Amerika’dan, Kanada’dan, Avustralya’dan ve Almanya’dan gönüllü gelen hemşireler ve doktorlar hastalarla birbirlerine büyük bir sevgiyle ve saygıyla bağlandılar. Türkiye’nin her köşesinden gelen gönüllü çevirmenler, bize temizlik ve mutfakta hizmet verenler, herkes ama herkes iyi niyet ve sevgi doluydu.

Bu çadırlarda geçen yedi hafta boyunca birbirimize önce insan olarak saygıyla yaklaştığımızda; farklı inançlara sahip olup hatta farklı diller konuşmamıza karşın çok güçlü sevgi bağlarının kurulduğunu bizzat yaşadık.

About Post Author