Nukleersiz.org Koordinatörü Bağımsız Araştırmacı Dr. Pınar Demircan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin depremselliğine dikkat çekerek yüksek tehlikeyi haiz nihai atıkların depolanması ve nükleer yakıtın sevkiyatı gibi ilave risklerin olduğunu belirtmesinin ardından “Mesele, yarılanma ömrüne göre etkisi yüzbinlerce, belki de milyonlarca yıla uzanan radyoaktif kirlilik” dedi.
YAZI: Erhan ARCA
Kahramanmaraş ve Hatay merkezli olan depremler Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın (NGS) inşa faaliyetlerinin sürdüğü Mersin’de de hissedildi. Depremin ardından Türkiye’nin ilk nükleer santralı Akkuyu NGS’nin inşaat faaliyetlerini yürüten Rusya devletinin şirketi, Rosatom Nükleer Enerji santralda hiçbir hasar oluşmadığını açıklamış olsa da endişeler tamamen dinmiş değil. Nükleer risklerin toplumsal ve ekolojik boyutları üzerine çalışan Dr. Pınar Demircan EKOIQ’nun sorularını yanıtladı.
Kahramanmaraş depremi sonrasında Akkuyu’ya görece yakın olan Adana ve Kıbrıs merkezli deprem riskinin artığına yönelik açıklamalar mevcut. 6 Şubat depreminden önce de deprem ihtimali bulunan bu bölgede santral inşaatının halen devam ettirilmesi ne gibi riskler taşıyor?
Maalesef 6 Şubat’ta meydana gelen depremler ülkenin coğrafi, jeolojik ve jeomorfolojik yapısına uygun olmayan yapılaşmanın yanı sıra kanunların etrafından dolaşılarak denetimsiz ve usulsüz bir şekilde yapılmasına imkân verilen bu sistemin nasıl bir felakete yol açtığını acı bir şekilde bize gösterdi. Bilim insanlarının bölgede daha on yıllarca süreceğine işaret ettiği bu kaygı verici sıklıkta ve büyüklükteki depremler Akkuyu NGS açısından da, hem mevcut fayların etkinliğini hem de fayların birbirini tetikleme ihtimalini düşündürüyor. Özellikle tek ölçütün kâr ve rant olduğu, siyasetin kurumlarının çöktüğü, sistemsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda başından itibaren siyasi kararlarla tutundurulmasına çalışılan bu projeyle Akkuyu tartışması bir kuyudan farksız. En az 40 bini insan, on binlerce canımızı yitirdiğimiz 6 Şubat depremlerinin ardından Bakan Dönmez’in değerlendirmesinin öncesindeki söylemlerinden farksız bir biçimde Akkuyu NGS’nin ilk ünitesinin yıl sonunda operasyona başlatılacağı yönünde olması ise tam bir talihsizlik. Zira bu açıklama aynı zamanda nükleer yakıtın sevkiyatının önümüzdeki aylarda yapılacağı anlamına geliyor.
Akkuyu NGS yer lisansı 1976 yılında alındı. Muhalif seslerin yükselmesinin ardından 2013’ün Aralık ayında kamuoyunun teskin edilmesi amaçlanarak güncellendiği varsayılan bir proje. ÇED onayı ise Akkuyu için Rusya Devlet Başkanı Putin’in ziyaretine denk getirilerek verilmişken, 2014 yılında ÇED onayına 13 ayrı davayla itiraz eden sivil toplum güçlerinin bilimsel raporlarla desteklenen itirazları da siyasi bir kararla 2018 yılında birleştirilerek reddedildi. Oysa bu davalar kapsamında bilim insanları tesise 25 kilometre mesafede Ecemiş fayının yer aldığına, ayrıca Kıbrıs Dalma Batma Kuşağı, Namrun Fayı, Tuz Gölü Fayı gibi etkin kuşakların da risk teşkil ettiğine dikkat çekmişti. Nükleer Düzenleme Kurumunun sayfasında ise Akkuyu NGS’nin depremselliğine yönelik çalışmaların 2017 yılının Şubat ayında tamamlandığı görülüyor. Buna göre Akkuyu NGS için depremsellik, hidrojeoloji, karstik boşluklar ve tehlikeli jeolojik olayların analiz edildiği belirtilen Saha Parametreleri Raporunun 4. Versiyonu’nun IAEA’nın “Nükleer Tesislerin İnşaat Sahasındaki Deprem Tehlikesinin Değerlendirilmesi İçin Özel Güvenlik Rehberi” tarafından onaylandığı belirtiliyor. Ne var ki, Nükleer Düzenleme Kurumu’nun sayfasında kamuoyuna açık olduğu belirtilen bu raporun içinde jeolojik, jeofizik ve sismoloji bölümlerinin “hassas/gizli bilgi niteliği” gereği kamuoyuna kapalı olduğu da yazıyor. Dolayısıyla 6 Şubat’ta depremlerin meydana geldiği Kahramanmaraş ile Hatay arasındaki bölgenin Akkuyu NGS’den 200-400 km mesafede meydana gelmiş olmasını dert edinmemiz ve bilgi talep etmek hakkımız. Kaldı ki uzmanlar etkinliği bilinmeyen ve suskun fayların da yıkıcı depremler oluşturduğu örneklerden bahsediyor. Zira deprem fırtınası yokken, örneğin 1990’larda yeni teknolojilerin kullanılmasıyla 152 olan fay sayısının 320’lere çıktığı anlaşıldı. Bugün de bu sayı MTA’nın sunduğu diri fay güncellemesine göre 553’e ulaştı.
Nükleer santralların 300 km yarıçaplı alanındaki deprem etkinliğinin hafife alınmaması gerektiği konusunda en çarpıcı örnek 2011 yılında Japonya’da meydana gelerek Çernobil ile aynı tehlike derecesine sahip Fukuşima Nükleer Felaketi’dir. Zira bu felaketin başlama nedeni merkez üssünün reaktörlere mesafesi 175 km olan 9 büyüklüğündeki bir deprem. 2015 yılı itibariyle gerek Fukuşima Nükleer Felaketi’nin tanıklarının çevirilerini üstlenmiş ,gerekse de Japonya’daki sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına katılmak suretiyle onların bu deneyimini ve sahadan topladığı bilgileri Türkiye kamuoyuyla yazı ve sunumlarıyla paylaşmış bir araştırmacı olarak diyebilirim ki; deprem sonrasında Japonya genelinde bütün nükleer santralların devreden çıkarılarak depremsellik testine tabi tutulması, tsunamiden de önce deprem esnasında reaktör sisteminin arızalanmış olmasındandır. Çünkü gerek soğutma sistemi gerekse diğer prosesler yüzlerce hatta binlerce aksam, ekipman ve parçadan oluşur. Bunlarda meydana gelen bir arıza, sistemi kontrol dışı bir duruma sokabilir. Nitekim tamamı tsunami tehlikesi altında olmayan 53 reaktör devreden çıkarılırken tekrar çalışabilecek durumdaki reaktör sayısı 43 olarak belirlendi, ardından bu sayı da 34’e çekildi. Yani, Japonya’da 12 yıl önce 175 km mesafede meydana gelen 9 büyüklüğünde bir deprem, 3 reaktörde tam erimeye neden olmuş ve bugüne dek yalnızca 9 reaktör yeniden operasyona başlatılabilmiştir.
Japonya’nın bu deneyimi nükleer santralların gerçekte ne kadar kırılgan olduğunu bütün dünyaya gösterdiği üzere, en doğrusu uzmanların deprem fırtınası olarak tanımladığı bu sürecin Akkuyu NGS projesinden vazgeçmeyi sağlayan bir uyarı gibi görülmesi ve sahaya yakıt ikmali yapılmadan ve nükleer yakıt bu coğrafyaya sokulmadan projeden vazgeçilmesinin sağlanmasıdır. Ayrıca bir nükleer santralın salt tesisten ibaret olmadığı, yakıtın gelmesi ve reaktörün üretim sürecine sokulmasıyla bu topraklarda yıllar içinde bir de atık sürecinin yönetimine başlanacağı, atık havuzlarının kurulmasının gerekeceği de göz ardı edilmemeli. Bu konuda geçtiğimiz Kasım ayında Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu Başkanlığı’nın, Ankara Valiliği’nden Polatlı’da 4 kilometrekarelik mera alanının “radyoaktif depolama” için tahsis edilmesi talebinde bulunduğu anımsanabilir. Yani, Akkuyu NGS ile yüksek tehlikeli nihai atıkların depolanması ve nükleer yakıtın sevkiyatı gibi ilave riskli süreçlerin de yine bu deprem coğrafyasında yürütülmesi söz konusudur. Esasen 1950’lerden itibaren nükleer atık sorununa bir çözüm bulunamamasının bir nedeni de yerkabuğunun stabil olmaması yani, depremsellik riskinin nükleer felakete yol açma ihtimalidir. Atık süreçlerinden kopuk olmayan Akkuyu NGS’yi şimdi deprem riskiyle daha fazla dert edinmemiz gerekiyor. Sonuçta mesele, yarılanma ömrüne göre etkisi yüzbinlerce, belki de milyonlarca yıla kadar uzanan radyoaktif kirlilik ihtimali. Gerek kanser ve türevi hastalıklara gerekse hücresel bozulmalara yol açan çeşitli hastalıklarda yüksek artışa sebebiyet verecek olan bu ihtimalin depremsellikle yüzleştiğimiz şartlarda kuvvetlenmesiyle ele alınması ve sivil toplum güçleri tarafından Türkiye’de bir nükleer santral kurulmaması için muhalif partilerin ikna edilmesi gerekir. Bunun için de önümüzde bir seçim süreci varken kamuoyu olarak bu talebin muhalefet partilerine yöneltilmesi elzem.
Akkuyu nükleer santralının inşaatını yürüten Rusya Federasyonu Devlet şirketi Rosatom’un farklı ülkelerde inşaatlarında çeşitli problemler yaşandığı biliniyor. Halihazırda riskli bir bölgede olan Akkuyu’da süreç ne kadar şeffaf ilerliyor?
Akkuyu NGS ile ilgili sürecin şeffaflık sorunu projenin gündeme getirilmesinden itibaren her aşamada, hatta bahsettiğim gibi depremsellik konusunda bile karşımıza çıkıyor. Her şeyden önce bu projenin 2010 yılında antlaşmayla, Anayasa’nın etrafından dolaşılmak suretiyle yapılmasında amaçlananın sivil toplumun sürece müdahil olmasının engellenmesi bağlamında, şeffaflık eşyanın tabiatına aykırıdır. Kaldı ki, sivil toplumun projeye itirazlarını yöneltebileceği tek kanalmış gibi görünen ÇED sürecinin de yargı erki tarafından şekillendirildiği göz önüne alınırsa, yürütmenin 1990’lardaki gibi yargıyı etkilemenin ötesine geçerek AKP döneminde ele geçirilmiş olması, bu seçeneğin elendiğini gösteriyor. Yani, Rosatom’un şeffaflık sorunu önemli elbette ama kendi ülkemizde sivil toplumu açıkça sürecin dışına atan demokrasi sorunu da ciddi tehdit içeriyor. Çünkü, siz Rosatom’un şeffaf olmadığı için sunmadığı bilgileri zaten edinme hakkına sahip değilsiniz.
Bu çerçevede, Türkiye’de hükümetin Akkuyu NGS’nin Rusya’nın; “Yap, Sahip Ol, İşlet” (B.O.O) finansman modeliyle yapılmasına izin vermesi, proje için sağlanan teşvikler, imtiyazlar da şeffaflık sorununu derinleştiriyor elbette. Esasen Türkiye bu modelle, bir devletin bir başka devletin toprakları üzerinde sahibi olarak ve askeri amaçlara da hizmet ettiği bilinen nükleer santralı işletecek olmanın ilk örneğini teşkil ediyor. Bu noktada Rusya ve Türkiye hükümetleri arasındaki sözleşmede belirtildiği gibi Rusya tarafının hisselerinin %51’den az olmayacağı yönündeki ibarenin %100 olarak okunmasını öneririm. Çünkü ticari ve siyasi anlaşmalar iyi niyet bazında yürümez, ülkelerin kendi ulusal çıkarları ve maddi menfaatleri önceliklidir. Teknoloji sahibi taraf olarak halihazırda üstünlüğü haiz Rusya için Akkuyu NGS Türkiye’de askeri üs sahibi olmak anlamına gelir. Hatta ben bunu bir adım daha ileri götürerek Rusya’nın Mısır’da, Akdeniz’in diğer kıyısındaki kurduğu nükleer santralle Akdeniz’i kuzeyden ve güneyden kontrol altına aldığını iddia ediyorum. Bu konuda dileyen okuyucular bu iddiamın nedenlerini tartıştığım Nükleer Paylaşım Savaşı ve Ak bir Kuyu adlı yazıma göz atabilirler. Nitekim bugün Ukrayna üzerinde süren paylaşım savaşında Rusya’nın Ukrayna’daki Rus yapımı nükleer santralleri ele geçirerek savaşta üs olarak kullandığını görüyoruz. Yani aslında nükleer santral sahipliğinin Türkiye’nin güçlü ülke olmasını sağlayacağını savunanlar, Rusya’ya ve Rusya devletinin menfaatine hizmet ettiklerini bilmeliler.
Öte yandan Rusya’nın bütün nükleer projelerinin Rosatom çatısı altında yürütüldüğü göz önüne alınırsa şirketin kara sicilinden de bahsetmek gerekir. Bu açıdan Rosatom’un 1957 yılında Mayak Nükleer Santral Tesisi’nde meydana gelerek 30 köyün haritadan silinmesine neden olan Kyshtym kazasından bugün Ukrayna sınırları içindeki Çernobil Nükleer Felaketine, 1988 yılında merkezi 75 kilometre mesafede 7,2 büyüklüğünde meydana gelen Spitak depreminden sonra halkın protestoları nedeniyle devreden çıkarılan ve tekrar açılmayan Ermenistan’daki Metsamor Santralı’nın 1. reaktörüne dek uzanan yelpazedeki sicili oldukça kara. Bu arada Metsamor’da Şirket tarafından reaktörlerin zarar görmediğinin iddia edilmesine rağmen nedense yalnızca ikinci reaktör 1996’da yeniden açılmış, o da yaşlanarak daha tehlikeli hale geldiği için son yıllarda yenilenme sürecine sokuldu.
Rosatom’un kazalarına istinaden şeffaflıktan uzak yaklaşımına bir örneği Greenpeace’in 2017 tarihindeki raporuna göre Kyshtym kazasına ilişkin olarak tesisten radyoaktif atıkların 2004 yılına kadar, kimi başka kaynaklara göre ise bugün de devam eden şekilde, Techa Nehri’ne boşaltılması teşkil eder. İlgilenenler bu konuda Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazetede bulabilecekleri Rosatom’u tanıma dersleri 1 ve 2 başlıklı iki yazıma göz atabilirler. Ayrıca, Akkuyu NGS’de kurulan VVER 1200 reaktörünün Belarus’taki Rosatom yapımı Ostravets Nükleer Santralı’nda kurulmuş olduğu ve santralda operasyona başlanan aynı ay içinde önce elektrik sisteminin arızalanmış olması, akabinde soğutma suyu sisteminin bozulduğu bir vakanın daha yaşanması, son derece hassas olunması gereken nükleer santral işleyişindeki teknik eksikliklerinin bir sonucudur. Ostravets Tesisi’nin inşa sürecinde 330 tonluk reaktör basınç kabının düşürülmüş olması da bu iddiayı destekler ki, Rosatom’a iade edilerek yenisi istenen basınç kabının Rosatom’un bir başka VVER 1200 modelinde kullanılmış olma ihtimali de bulunuyor ki, Akkuyu Nükleer Santralindeki reaktörler de bu modeldir.
Haberci Gazetesi 26 Şubat’ta yaptığı haber ile, zeminin yapısı nükleer santrallara uygun olmadığı için zeminde çatlaklar oluştuğu ve buna rağmen inşaat faaliyetlerinin devam ettiği iddiasında bulundu. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Bu konuda benim de daha önce Yeşil Gazeteye yaptığım açıklamalar oldu. Hatta, nükleer riskler tehlike boyutuna gelerek sınır aşan etkilerde bulunduğu için başta komşu ülkelerdeki nükleer karşıtlarının da durumu takip etmesine katkı sunmak amacıyla o değerlendirmenin İngilizcesini de yayımladık. Açıkçası, Akkuyu NGS’de yaşananlar, nükleer enerjiyi savunanların bile karşı çıkmasını gerektirecek kadar vahim. Üstelik bu proje sadece Türkiye’de de değil, başta Akdeniz coğrafyası olmak üzere dünya çapında bir karşıtlığı hak ediyor.
Sırasıyla özetlersem, 3 Nisan 2018 tarihindeki temel atma törenini izleyen inşa süreci içinde yaşanan skandal düzeyindeki vakaların ilki, reaktör ünitesinin temelinde iki defa çatlak oluşmuş olmasıdır ki, şeffaflık sorununun bir örneğini de kamuoyunun bu durumdan ancak ikinci vakanın basına içeriden sızdırılmasıyla haberdar olması sergiler. Bu olayın ardından inşaatın temelinde su sızıntısı tespit edilmiş, hatta bir başka sefer tesis sahasındaki yemekhaneyi de su basmıştır. 86 evin hasar gördüğü ve 1,2 büyüklüğünde sarsıntıya eş değer etki oluşturan kontrolsüz dinamit patlamalarının meydana gelmesi ve yöre ahalisinin hiçbir şekilde önceden uyarılmamış olması, bunun bir kaza olduğunu desteklerken yazın kavurucu sıcaklarında çıkan yangınlar ve trafoya yıldırım düşmesi büyük ölçüde teknik güvenlik önlemlerin eksikliklerinin ispatıdır. Ayrıca son iki senedir işçi servislerinin yolda defalarca ölümlü kazaya maruz kalması kronik ve çözüm bulunmayan bir trafik sorununa işaret etmiyor mu? Maalesef iş sahasında yaşanan iş cinayetleri de işçilerin sağlık ve güvenliğini göz ardı eden bir yönetim anlayışının hakim olduğunu ortaya koyuyor. Covid sürecinde işçilerin üst üste ve hijyenik olmayan koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlanması kara çalıştırmaya girerken bu durumun gerisinde iktidarın 2023 Vizyon hedeflerinin olması ise kabul edilebilir gibi değil. Zira, nükleer santralin operasyona başlatılması hedefinden geri adım atılmaması adına tek reaktör de olsa operasyona başlanması yani o açılış töreninin yapılması için normal şartlarda 10 bin taşeron işçinin çalıştırıldığı inşa sürecinde inşaatın 20 bin işçiyle pandemi şartlarında dahi sürdürülmesi en başta insan haklarına aykırıdır.
Görüldüğü gibi demokrasiyi, ekolojiyi, ekolojinin parçası olan insan haklarını birlikte kesen şekilde, yani aslında yaşam hakkını hiçe sayan, nükleer enerjiyi savunanların bile karşı çıkmasını gerektiren durumdaki bu projenin durdurulması için son dönemde canımızı yakan depremsellik muhalif partiler üzerinde baskı kurma şansı vermesiyle tarihi bir fırsat olarak karşımızda. Ancak bu müdahalede gecikirsek bizim de yaşanabilecek felaketlerin müsebbibi olacağımız kesin.