Türkiye hızla Paris Anlaşmasını onaylamaya doğru gidiyor. Çevremizdeki çoğu kişi de sorgusuz sualsiz bunun yapılması gerektiğini düşünüyor. Peki bu anlaşmayı onaylamanın ne anlama geldiğini gerçekten biliyor muyuz?
Yazı: Prof. M. Levent KURNAZ, Boğaziçi Üniv. İklim Değişikliği ve Politikaları Uyg. ve Araş. Merkezi, mlkurnaz@gmail.com
1992 yılında Birleşmiş Milletler Rio Zirvesinde İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kabul edildi. Bu sözleşmeye göre taraflar kabaca üç gruba ayrıldılar. Gelişmiş ve zengin ülkeler hem seragazı salımlarını 1990 seviyesinin altına indirmek hem de gelişmekte olan ülkelere bu yolda destek sağlamak sorumluluğunu yüklendiler (Ek-2). Gelişmiş ama zengin olmayan ülkeler sadece seragazı salımlarını 1990 seviyesinin altına indirmekten sorumlu oldular (Ek-1). Geri kalan ülkeler de sadece seragazı salımlarını raporlayacak sistemleri kurmakla yükümlüdürler (Ek-dışı). Türkiye uzun müzakereler sonucunda Ek-2 ülkeleri arasından çıkmayı başararak Ek-1 ülkeleri arasında yer aldı. Bizim duruşumuz “biz ne gelişmişiz ne de zenginiz, onun için bizi hem Ek-1 hem de Ek-2’den çıkartın” şeklindeydi. Ek-2’den çıkmamız tüm ülkeler tarafından kabul gördü ama Ek-1’den çıkmamız onaylanmadı. Yalnız, kararın yanına da bir not düşüldü: “Türkiye’nin özel koşullarının tanınması tüm taraf ülkelere önerilir.” Bunun anlamı da şudur: “Türkiye esasında Ek-1 ülkesi de değildir ama kanuni olarak bu kategoriden çıkması mümkün değildir. Ancak Türkiye’yi Ek-1 ülkelerinin tabi olduğu koşullara uymaya zorlamasak iyi olur.”
Türkiye seneler boyunca bu yaklaşımı “bizim azaltım sorumluluğumuz yok” şeklinde kullandı. Aslında Türkiye onayladığı UNFCCC hükümlerine göre Ek-1 ülkesidir ve Ek-1 ülkelerinin mutlak seragazı azaltım yükümlülükleri vardır.
“Paris Bir AnlaşMAmadır”
Gelelim şimdi Paris Anlaşmasına. Bu anlaşma son derece içi boş bir anlaşmadır. Aslında taraf olan ve yüksek salıma sahip ülkeler aralarında bu konuda bir anlaşmanın sağlanamayacağına karar verdikleri için oluşturdukları anlaşma, kapsamlı bir anlaşma değil daha çok bir anlaşMAmadır. Kısaca söylenen şudur: “Hepimiz iklim krizinin kötü olduğunu biliyoruz ve bunu durdurmak için elimizden geleni yapacağız.” Her ülke ilk “ellerinden geleni yapma” beyanlarını 2015 yılında verdi. Bundan sonra da düzenli aralıklarla bu beyanları vermeye devam edecekler. Burada bir tek kural var, her ülke bir sonraki beyanda verdiği taahhütleri bir sonraki beyanda geliştirmek zorunda. Bu bağlamda kimsenin bir azaltım yapma zorunluluğu yok. Ek-1 ve Ek-2 ülkelerinin azaltım zorunlulukları Paris Anlaşmasının değil, UNFCCC’nin bir sonucudur.
Şimdi gelelim ülkemize. Türkiye, Paris Anlaşması çerçevesinde verdiği ilk niyet beyanında seragazı salımlarını 1990 seviyesinin altı katına çıkartacağını söyledi. Paris Anlaşmasına taraf olan ülkeler de bunu kabul ettiler. Yani, biz Paris Anlaşmasını meclisten geçirip onayladığımız zaman aslında 1992 yılındaki mutlak azaltım yükümlülüğümüzden 2030 yılına kadar kurtulmuş oluyoruz ve salımlarımızı 1990 seviyesinin altı katına çıkarmak için de uluslararası camiadan resmen izin koparmış oluyoruz.
Dolayısıyla, aslında yapmamız gereken Paris Anlaşmasını meclisten geçirmek değil mutlak azaltım hedefi belirlememizdir. Mutlak azaltım hedefi belirlemediğimiz her anlaşma aslında ülkemiz açısından iklim krizini durdurmak yönünde atılMAmış bir adım demektir. İklim krizi konusunda ciddiysek önce bir azaltım hedefi belirleriz.
Birbirimizi Kandırabiliriz; Doğayı Kandırmayız!
Peki bu azaltım hedefi nasıl bir şey olmalı? Mesela, “2030 yılına kadar kılımızı kıpırdatmasak, %21 daha az salacağız” düzgün bir azaltım hedefi midir? Ya da “2060 yılına kadar net-sıfır salıma ulaşacağız” doğru bir anlatım mıdır? Düzgün bir azaltım hedefi nasıl olmalıdır?
Eğer küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutmak istiyorsak seragazı salımlarımızı 2030 yılında 15 milyar ton azaltmak zorundayız. 2050 yılında toplamda 20 milyar ton salıma düşmüş olmalıyız. 2070 yılında da artık kimse net seragazı salmıyor olmalı. Yani doğa, bizim saldığımız karbondioksitin bir kısmını zaten emiyor. Dolayısıyla biz sadece doğanın emdiği kadarını salıyor olabiliriz. Doğanın ne kadar emdiğini de hesaplamak fazla zor değil. Ülkede yetişmiş kaç tane ağaç olduğu, yaklaşık ne kadar karbondioksit salabileceğimiz hakkında bize bir fikir verecektir. Burada da araya, ne yazık ki, yaratıcı muhasebe yöntemleri giriyor.
Türkiye’nin seragazı salımı küresel net salımın yaklaşık %1,15’idir. En son bildirilen dönemde yaklaşık 500 milyon ton seragazı salınmış, ormanlar ise yaklaşık 95 milyon ton karbondioksit emmiştir. Ormanlarımıza iyi baktığımızı kabul edersek, 2030 yılında küresel azaltımdan payımıza düşen miktar 170 milyon tondur. Yani Türkiye’nin gerçekçi hedefi 370 milyon ton seragazı salmak veya 275 milyon ton net seragazı salımı yapmaktır.
Bugün için ülkemizde hangi sektörlerin ne kadar salım yaptıkları bellidir. Her sektör 170 milyon ton azaltımdan payına düşeni hesaplayabilir; bu hesabı da sektördeki firmalara taşımak mümkündür. Dolayısıyla ülkemizdeki büyük şirketlerin tamamı, bu azaltımdan ne kadarının kendi payına düşeceğini hesaplayabilir. Firmaların sorumluluğu da bu azaltım yükümlülüğüne uymaktır.
Peki firmaların salımları mı azaltılmalı net-salımları mı? Firmalar ülkedeki ormanların sahibi değildir (normal şartlar altında). Eğer bir firma 2030 yılı için şimdiden bir arazi satın alıp bu arazide bir orman yetiştirmeye karar verir ve bunu uygularsa, o zaman yapacağı azaltıma kurduğu ormanın katkısı da dahil edilir. Aksi takdirde her firma sadece kendi azaltımından sorumludur. Hatta bunun bir adım ötesinde, kurulacak olan ormanların tam manasıyla karbondioksit yutağı olmaları en az 20 yıl alır. Bundan dolayı da bugün kurulacak ormanlar şimdiden yutak olarak hesaba katılmamalıdır.
Sonuç olarak bu hesaplarda birbirimizi kandırmaya çalışabiliriz ama doğayı kandırmak mümkün değildir. Atmosfer, bizim ne kadar seragazı saldığımızı ve doğanın bunun ne kadarını emdiğini biliyor.