İklim

Demokrasisiz İklim Mücadelesi, Anasonsuz Rakıya Benziyor!

iklim mücadelesi

Bir varlık yokluk meselesi haline gelen iklim kriziyle mücadeleyi, aynı zamanda bir insan hakları, demokrasi, katılımcılık ve şeffaflık mücadelesi olarak görmemiz gerekiyor. 

YAZI: Dr. Barış DOĞRU

Bazı şeyler birbirinden ayrı düşünülemez. Birini diğerinden ayırdığında elde kalanın tadı tuzu olmaz. #ekoIQ’da 2014 yılında yayımladığımız bir yazıda, “Demokrasisiz sürdürülebilirlik, anasonsuz rakı gibidir” başlığını atmışız. Gerçekten de, demokratik süreçleri çıkarın geriye başarısız, teknikten ibaret bir sürdürülebilirlik kalır. O da hiçbir işe yaramaz.

Demokrasi ise, yine teknik bir şekilde kavrandığında ne işe yarayacağını bilmediğimiz bir yönetim şekli. Onu oluşturan mekanizmaları, kavramları ve süreçleri bir bütün olarak var edemezseniz, sadece kuru bir kavram kalır. Alın bu demokrasiyi ne işiniz varsa görün… Asıl amacınız olan mutlu, huzurlu, adil bir toplum kuramazsınız; gelecek kuşaklara ise ne idiği belirsiz bir hayat bırakırsınız…

Peki nedir demokrasiyi var eden bu kavramlar, süreçler ve mekanizmalar? Hiç kuşkusuz en başta katılım geliyor. Katılımı ise beş yılda bir yapılan seçimlere bırakırsanız vay halinize! Batı Avrupa’da kendi dinamikleriyle gelişen demokrasi, serbest seçimler, herkese seçme ve seçilme hakkıyla başlamakla birlikte, en alttan en üste, tüm yönetim mekanizmalarında yurttaşların katılımını mümkün kılan bir süreçle inşa edildi. Bunu kimse kimseye vermedi. Naifliği bir kenara bırakalım; bunlar sahici insanların kan, ter ve gözyaşlarıyla var oldu. O toplumsal mücadelelerden sadece serbest seçimler değil, örgütlenme, süreçlere katılma, protesto etme ve çeşitli denetim mekanizmaları da ortaya çıktı. Ve her türlü eleştiriye karşın, Batı Demokrasilerinin zenginliği ve uygarlığı, bugün halen elimizdeki en üstün yönetişim şekli haline geldi. Devrimci kalkışmaların arkasında da hep aslında bu talep vardı: Biz yurttaşların talep ve isteklerini göz önüne alın! Tam da bu yüzden Sovyet Devrimi’nin ilk ve temel sloganı da, “Bütün İktidar Sovyetlere!” olmuştur. Sovyetler ise, devlet değil, insanların kendi kendilerini yönetme aygıtlarıdır esas olarak. İşçi, asker ve köylü Sovyetleri, yani özyönetim araçları, Rusya gibi otarşik bir toplumu alt üst etmeyi başardı ancak hemen sonrasında yeni elitler tarafından bu özyönetim ve katılımcılık anlayışı çabucak tasfiye edildi. Geriye kalan ise yozlaşmış bir devlet mekanizmasıydı…

İkinci olarak elimizdeki en değerli kavram ise katılımcılık ile kol kola yürüyen şeffaflık. Yine Batı Demokrasilerini diğer yönetim şekillerinden ayıran temel bir özellik olan şeffaflık, kuvvetler ayrılığı ve 4. Kuvvet olarak kabul edilen hür ve özgür bir basının denetimini gerektiriyor. Şeffaflık yok olduğunda, demokratik yapı ve kurumlar da hızla yozlaşıyor. 20. Yüzyıl tarihi bunun örnekleriyle dolu. Sovyet deneyimi de dahil olmak üzere…

Ve işte karşımızda belki de insanlık tarihinin en büyük meydan okuması olan iklim krizi var ve yapılan tüm araştırmalar da, yolsuzluk ve demokratik süreçlerin eksikliğinin, iklim kriziyle mücadeledeki en büyük eksiklikler olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bir varlık yokluk meselesi haline gelen iklim kriziyle mücadeleyi, aynı zamanda bir insan hakları, demokrasi, katılımcılık ve şeffaflık mücadelesi olarak görmemiz gerekiyor. Bu mücadeleleri birbiriyle eklemlendirmeyi başaramazsak, ne Türkiye’de ne de dünyada bizi mutlu ve huzurlu günler bekliyor. Demokrasisiz iklim mücadelesi gerçekten anasonsuz rakıya benziyor…

#ekoIQ’nun 106. sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

About Post Author