Humboldt, doğaya dair her konuda birbirini etkileyen sistemleri araştırarak, neden sonuç ilişkilerini yalnızca popülasyon, iklim ya da jeoloji açısından değil ekonomik ve toplumsal ilişkiler ağı üzerinden okuyarak dünyaya bakmanın yeni bir yolunu keşfetmiştir. “Bilimlerin Shakespeare’i” olarak nitelenen bu büyük kaşifin vizyonu, bugün ekolojistlerin, çevrecilerin, doğa yazarlarının çoğunun, farkında olmasalar da temel dayanağı.
YAZI: Enise Burcu DERİNBOĞAZ, Peyzaj Mimarı, enise@praxislandscape.com
Doğa hakkında sahip olduğumuz bilgi dahilinde bugün artık tartışamayacağımız birkaç temel sav bulunur. Bunlardan en önemlisi doğanın bütüncül bir ilişkiler ağı olduğu, ekosistemlerin birbirini etkilediği gerçeğidir. Benimsediğimiz bu tespit sayesinde yeryüzünde yaşanan değişikliklerden hepimizin etkilendiğini, yani farklı kıtalarda da olsak aynı geminin yolcuları olduğumuzu biliriz.
Artık tartışamayacağımız kadar emin olduğumuz bu hazır bilgi, yaşadığımız gezegenin algılayabileceğimizin ötesindeki büyüklüğünü ve onun küçük bir parçası olarak hissetmeyi öğrenmemizi sağlar. Aynı zamanda da doğa bilimlerinin ortak kabulünü betimler. Peki ekolojinin, coğrafyanın, biyolojinin hemfikir olduğu, sistemlerin birbirini etkilediği tezi nasıl ve hangi gözlemlere dayanarak ortaya çıkmış olabilir? Bu fikri ilk ortaya atan çılgın kimdir? Örneğin, kurucusunu Ernst Haeckel olarak ezbere bildiğimiz ekoloji bilimi, kendini hangi bilgi havuzundan var etmiştir? Bu yazının amacı, benzer soruları sorduğum her seferinde karşıma çıkan Alexander von Humboldt ve bugün sahip olduğumuz doğa kavrayışımıza muazzam katkısı.
Humboldt, bilim tarihinde en çok coğrafyaya katkısı bağlamında bilinir. Fiziki coğrafya ve meteorolojinin temellerini oluşturan çalışmalara imza attığı gibi, sıcaklık eğrileri ile ülkelere ait iklimleri karşılaştırmayı önermiş, tropik fırtınaların nedenlerini ortaya çıkarmıştır. Fakat coğrafyaya katkısını mümkün kılanın jeoloji, botanik, zooloji üzerine çalışmaları, yaptığı gözlemler olduğu çoğunlukla atlanır. Dahası doğaya dair her konuda birbirini etkileyen sistemleri araştırarak, neden sonuç ilişkilerini yalnızca popülasyon, iklim ya da jeoloji açısından değil ekonomik ve toplumsal ilişkiler ağı üzerinden okuyarak dünyaya bakmanın yeni bir yolunu keşfetmiştir. Tüm bunlara 1800’lerin başlarında cüret etmiş olan bu tarihi karakterin hayatına biraz daha yakından bakalım.
Darwin’e, Therou’ya, Haeckel’e Verilen İlham
Humboldt ile karşılaşmam yıllar önce doğaya ait ilk teknik resim olarak kabul ettiğimiz Naturgemaelde ile gerçekleşmişti. Bu eserlerden, yeryüzünün kesitlerini alarak, altını ve üstünü olağanüstü bir detay seviyesinde işlemiş, aynı zamanda çarpıcı bir estetik ifade yakalamış olan çizimlerden büyülenmiştim desem yanlış olmaz. Peyzajın ve doğanın tasvirinin birbiri içine geçen tarihinde sanatçılar bize değişen toplumsal ilişkileri, ekonomik etkinlikleri, doğayı anlama çabasını, dahası korkuları, inançları, merakları aktarır. Bu eserlerin önemi de burada yatar: İnsanın doğayla kurduğu ilişkinin evrimini okuyabilmek. Bu tarihsel çizelgede doğaya atfedilmiş bazı anlamların kırılmak üzere olduğu bir döneme denk düşer Humboldt. 19. yüzyılda giderek romantikleşen peyzaj sanatı, Caspar David Friedrich gibi Alman romantiklerinin atmosferik peyzajlarına bakmak, doğaya karşı melankoli, ulu (sublime), gizemli hisler uyandırırken Humboldt’un doğayı sayısallaştırdığı ve de bu ölçüde estetize ettiği eserleri döneminin bu doğa okumasının kontrastıdır.
Gerçek şu ki Humboldt’u peyzaj sanatının uzantısı olarak okumak, eserlerini sanat kategorisine koymak çok güç. Her şeyden önce Humboldt’un çalışmaları sanat ya da bilim olma kaygılarının ötesinde bir motivasyona sahiptir: Doğayı anlamak. Bu gaye uğruna gözlemler, ölçümler, seyahatler, tür keşifleri, yayınlar, kitaplar ve nüfuz edilen yüzlerce bilim insanı, sanatçıyla dopdolu bir yaşam Humboldt’unki. Doğayı bir ağ olarak algılayan ve her şeyin birlikte hareket ettiği bu kırılgan sistemi daha iyi anlamaya adanmış bir yaşam aynı zamanda. Ardından Darwin’i, Henry David Thoreau’yu, Ernst Haeckel’i harekete geçirecek ilhamı vererek doğa bilimlerinde sebep olacağı kırılmanın bilincinde de olmayan bir yaşam.
Naturgemaelde ile tanıştığım, daha sonralarında ise ekolojinin ezbere bildiğimiz kurallarını ilk ortaya atan kişi olduğunu öğrendiğimde merak etmeye başladığım Humboldt ile ilgili kapsamlı bilgi edinmemi sağlayan tarihçi yazar Andrea Wulf’un Doğanın Keşfi adlı eşsiz biyografisi olmuştur. Humboldt’un doğa tutkusunu, yaşamını ve çalışmalarını çok daha iyi anlayabilmemi sağlayan bu kitabı hâlâ çevreme önermeye devam ediyorum. Bu vesileyle de hayatını bugün çekinmeden adına doğa dediğimiz soyut kavrama, bilgisine ve keşfine adamış yakın tarihimizin en önemli bilim insanlarından biri olan Humboldt ile ilgili bazı notları paylaşmak istiyorum.
İklim Değişikliğinin İnsan Kaynaklı Olduğu Tezi
Humboldt, Prusyalı varlıklı bir ailenin mensubuydu ve kariyerine maden denetimcisi olarak başladı. Gençliğinde başlayan Kant hayranlığının doğa düşüncesini etkilemesi kaçınılmazdı. Olgunluk döneminde hâlâ dış dünyanın yalnızca onu kendi içimizde algıladığımız kadar var olduğunu söyleyecekti.
Doğa kavrayışının da bu düşünceden bağımsız biçimlenmesi düşünülemezdi elbette. Dış dünya, fikirler ve duygular “birbirine karışıyor” diye yazmıştı. Gerçeklik, deneyim, doğa, hayal gücü ve benlik üzerine yoğunlaşmış olan Goethe ile yakın dostluğunun Humboldt’u, Wulf’un kronolojisinde “Fikirleri Toplama” olarak geçen hayatının en önemli döneminde büyük ölçüde etkilediği aşikârdır. Büyük seyahatinden, gözlem ve ölçümlerinden önce edindiği bu fenomenolojik yaklaşımı rasyonel düşünce kadar önemli buluyor, aydınlanma yöntemlerini kuvvetle benimsese de, “Doğa duygu aracılığıyla deneyimlenmelidir” tezini savunuyordu. Fakat bu doğanın ölçülmesi ve analiz edilmesi gerekliliğine kuvvetli inancının önünde engel teşkil etmedi. Aksine, bu ölçüm ve analizleri seyahatlerle mümkün kılmak için hiç vakit kaybetmedi.
İlk önemli seyahatini tesadüfen Paris’te tanıştığı ve kendisi gibi dünyayı gezme tutkusunu paylaştığı botanikçi Aime Bonpland ile İspanya’ya, ardından daha uzun kalacakları Güney Amerika’ya gerçekleştirdi. Bonpland ile birbirlerini tamamlayan bir iletişimleri vardı. Humboldt diğer botanikçilerden farklı olarak tür toplama ve taksonomideki boşlukları doldurmakla meşgul olmuyordu. Aksine yalnızca nesneleri değil, doğadaki fikirleri topladığını söylüyordu. Ve yine aynı notlarda, herhangi bir şeyden çok zihnini meşgul eden şeyin bütünün izlenimi olduğunu yazmıştı. Özetle aradığı, nesnelerin ötesinde sahip olduğu ilişkiler ağı ve bütünlüktü. Dolayısıyla her ölçümü, her gözlemi, her tespiti bütünün bir parçası olarak kodluyordu.
Bu arayışta edindiği gözlemler, ardından ürettiği görseller bugün bilim tarihinin, özellikle başta sözü geçtiği gibi coğrafyanın mihenk taşlarını oluşturdu. Fiziki coğrafya ve meteorolojinin temellerini atmış olduğu gibi Ekvator’dan kutuplara doğru gidildikçe manyetik alan yoğunluğunun arttığını keşfeden de yine Humboldt’tu. Maden denetimcisi olmakla edindiği engin jeoloji bilgisi, volkanlar üzerine okumalar yapabilmesini, onların belirli bir hat üzerinde yer aldığını ve büyük yeraltı yarıklarının üzerinde olduğunu gösterebilmesini olanaklı kıldı.
Kısacık bir hayata sığmış onlarca çığır açan fikrin arasında benim en çok şaşırdığım ise Humboldt’un 1800’lü yıllarda insan müdahalesinin iklim değişikliğine sebep olduğunu açıklamasıdır. Amerika’da kereste elde etmek için toplu ağaç kesimlerinin ve ormanların yok oluşunun sel felaketleri gibi doğal yıkımlara, ardından ısı değişikliklerine yol açacağı fikri, kendi gözlem ve ölçümlerine dayanıyordu. Fakat işin ilginç yanı iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu tezini ortaya atarken ekolojiyi ve politikayı, toplumsallığı ve ekonomiyi aynı düzlemde değerlendirmesiydi.
“Bilimlerin Shakespeare’i” olarak nitelenen bu büyük kaşifin vizyonu, Wulf’un da nitelediği gibi bugün ekolojistlerin, çevrecilerin, doğa yazarlarının çoğunun, farkında olmasalar da temel dayanağı. Gaia Teorisi gibi pek çok fikir Humboldt’un düşünceleriyle büyük benzerlikler taşır. Ve yine Wulf’un ifadesi ile daha ironik olan ise bu fikirlerin arkasında olan bu adamın bugün büyük ölçüde unutulmuş olmasıdır.