Oturdum, geçtiğimiz bir yıl içinde bu sayfada yazdıklarımı tekrar okudum. Ve düşündüğüm gibi oldu. 2015 Temmuz ayından beri, sürdürülebilirliğin ana mevzularına, iklim değişikliğine, yenilenebilir enerjiye, bunlarla bağlantılı geridönüşüm, temiz üretim, elektrikli araçlar veya yeşil şehirler üzerine odaklanmak, bu alanların sorun ve çıkış yolları üzerine kalem oynatmak yerine, dünyayı ve ülkemizi sarsan makro olaylar konusunda yazmak zorunda kaldığımı gördüm.
Bu süreçte dünyada (Paris, Nice, Brüksel, Dakka, Bağdat, Orlando, Beyrut, Kuetta) ve Türkiye’de (Diyarbakır, Mersin, Suruç, Ankara, Van, Cizre, Gaziantep, Elazığ, Sultanahmet, İstiklal Caddesi, Vezneciler, Atatürk Havalimanı) her biri onlarca hayat kaybına neden olan katliamlarla kelimenin gerçek anlamıyla yer yerinden oynadı. Tekrar düşününce insan fark ediyor ki, esasında liste çok daha uzun. Ve çok çabuk unutuyoruz. Üstelik bu büyük acıların üzerine 15 Temmuz darbe girişimi gibi akıl almaz olaylar yaşadık. Ortadoğu ve özellikle de Suriye coğrafyası IŞİD’in katliamları ve çatışmalar altında inim inim inliyor.
Ve bu koşullar altında, sürdürülebilirlik, ekoloji ve alt başlıkları üzerine yazmak oldukça naif bir yaklaşım olarak görülüyor. Çocuklarımızı, torunlarımızı aç bırakacak, sağlıklarını bozacak, yaşam koşullarını derinden sarsacak ve belki yaşam sürelerini kısaltacak bir tehditle, yarın onların canlarına kastedecek bir başka tehdit arasında bir seçim yapmak zorunda kalmışız gibi duruyor. Ve tabii insani ve mantıksal refleks, bugün kapımızı çalması muhtemel olanla uğraşmak, yarın öbür gün gelmesi çok muhtemel olanı, “o gün düşünürüz” tavrına havale etmek üzere şekilleniyor. Ne kendimi ne de bir başkasını bu konuda itham etmek kolay. Daha önce çeşitli kereler yazdım: İlk önce varkalma refleksi, sonra sürdürebilme bilinci (sürdürülebilirlik, id kaynaklı, omurilik çıkışlı refleksten öte, üst beyinin, formel düşüncenin ele alabileceği, kavrayabileceği bir konu). Son derece mantıklı…
***
Ancak insan, yüz binlerce yıllık insan olma sürecinde, omurilik reflekslerine göre hareket etmekten üst beyin fonksiyonlarını kullanmaya ve ona göre tutum, tavır almaya ve davranmaya doğru bir geçiş izledi. Buna da gelişme adını verdik. Tabii ki tarih dosdoğru ileriye giden bir tekerlek değildir, hiç olmadı. Gidiş gelişler, ilerleme ve gerilemeler hep birbirini kovaladı. Belki yanlış olan, Aydınlanma sonrası, insan aklının egemenliğini ilan etmesiyle bu gerilemelerin sonuçlanacağına dair sonsuz inançtı. İnsanlık bir mum yaktı ama bir de gölge yarattı; daha da kötüsü gölgenin varlığından hiç haberdar olmadı. Bugün sanırım bu gölge ile boğuşuyoruz biraz da… Ve bu gölge, insan aklının ürettiği en üstün fikir ve teknolojilerin negatif suretinden başka bir şey değil. Ancak, tanımadığınız bir şeyle mücadele edemezsiniz, hele o karşıtınız kendi bağrınızdan çıkmışsa, sizin hiç tanımadığınız ikiz kardeşinizse, işiniz iyice zor demektir. Tek yol, onu var eden sebepleri anlamak, bunun için kendi eksikliklerinizle, yetersizliklerinizle ve hatalarınızla tanışmaktır. Aydınlanmanın Diyalektiği sanırım böyle bir şey…
***
Yine de insanlığın geleceği, bu yeniden düşünme ve anlama süreciyle birlikte, varkalma pratiklerinden ve onların zemin hazırladığı ideolojilerden (milliyetçilik, ırkçılık, izolasyonizm, doğaya yabancılaşan kaba ve yıkıcı modernizasyon, maçoizm ve erkek egemenlik) uzaklaşmaktan geçiyor. Kendimizi, kılık kıyafetimizle, kullandığımız teknolojilerle son derece “gelişmiş” sanırken, tutum, davranış ve tepkilerimizde son derece “gerici ve tutucu” pozisyonlarda yakalamamız ihtimaller dahilinde. Ancak gerçekten ilerleyeceksek yol belli. Bugünün varkalma reflekslerinden öteye geçen, var olan durumu anlayan ama bugünün bizi daraltan koşullarından sıyrılan, geleceğe uzanan bakış açılarını, tutum ve davranışlarını ve eylemlerini yaratabilmemiz gerekiyor. Geleceğe bakabilirsek, bugünün sorunlarını da daha soğukkanlı kavrayabilmemiz mümkün olacak. Aksi, bizi hep geçmişten bugüne ışınlanmış hayaletlerle ilişkiye zorlar ki, ne yazık ki insan, sonunda düşmanına benzer…