Yazar: Arif ERGİN, Sürdürülebilir Ekonomi ve İklim Değişikliği Uzmanı
Endüstri mühendisliğinde ikinci sınıfta aldığımız derslerden biriydi: İnovasyon. Türkçe karşılığı olan yenilikçilik kelimesinin henüz icat edilmediği yıllardı. İlk dersti ve hocamız sınıfa elinde daktiloya benzer bir aletle girip, herkesin meraklı bakışlarını kürsüye yerleştirmişti. Ne kitap ne defter ne de tahtaya yazılan formüller. Sadece o tuhaf alet ve biz vardık. Önceki bir çağa ait olduğu belli olan bu alet hakkında doğru tahminler yürütenler olsa da aramızda hayatın içinde kullanıldığına tanıklık yapmış olan kimse yoktu.
“Bu bir hesap makinesi” dedi hocamız ve arkasını çevirip markasını okumamızı sağladı: Facit.
Facit hesap makinaları 1970’lere kadar piyasaya öylesine hakimdi ki, dünyanın istisnasız bütün ülkelerinde açık ara pazar lideri konumundaydı. 100’den fazla ülkede doğrudan yatırımları olan, rakiplerini satın aldığı için kelimenin tam anlamıyla rakipsiz kalan, 14 bin çalışanıyla dünyanın en büyük şirketlerinden biriydi. Bugünün küresel teknoloji devleri neyse, 1971’e kadar Facit de oydu. Ve bir gün bu devasa imparatorluk çok ani bir şekilde, ekonomi tarihçilerinin ifadesine göre “bir gecede” yerle bir oldu. Kendini rakipsiz gören ve o yıllarda başlayan elektronik devrimini önemsemeyen firma, Japonya’dan dünyaya yayılan elektronik hesap makinaları furyasıyla bir gecede iflas edip ekonomi tarihinde bir vaka analizi olarak yerini aldı ve ders kitaplarına konu oldu.
Sınıfta Facit yöneticilerinin öngörü eksikliğini konuşurken, hocanın tahtaya kocaman harflerle yazdığı: “KYOTO PROTOKOLÜ” kelimelerini bugün bile hatırlıyorum. Kalemin ucuyla tahtaya vurarak söylediği şu sözleri de: “Facit’in yöneticileri de iflas etmeden bir gece önce şu anda sizin düşündüğünüz gibi düşünüyorlardı. İçinde bulundukları koşulların yeterince sağlam olduğuna, yeni bir dönüşümün ufukta görünmediğine inanıyorlardı. Ve bir gecede tarihten silindiler. Bir gün yöneticilik yaptığınız şirketin ders kitaplarına konu olacak böyle bir hikayeye dönüşmemesi için yaklaşan yeni çağın farkında olmak zorundasınız. Bugün sormanız gereken soru budur arkadaşlar: Yeni çağın hikayesi ne olacak?”
Hangisi Astar, Hangisi Yüz?
Meslek hayatım, 1990’ların sonunda Hocam’dan gelen Kyoto uyarısıyla filizlenen çevreci ekonomi ve sürdürülebilirlik düşüncesinin somut bir olguya dönüştüğüne tanık olmakla geçti diyebilirim. 2000’lerin başında firmalar yeşil projeler geliştirme konusunda isteksizken, hepimiz için cevaplanması gereken asıl soru, “Neden?” sorusuydu. Bir firmayı harekete geçiren temel motivasyon, kâr etmektir. Firmaları o günlerde yeşil yatırımlar konusunda isteksiz yapan şey, bu yatırımların kârlı olmamasıydı. Piyasa diliyle söylersek, bu yatırımlara firmaların tepkisi; “astarı yüzünden pahalı” oluyordu.
Bu düşüncenin kırılması, enerji ile başladı. Son 10 yıl içinde yeşil enerji teknolojilerinin verimi artarken maliyetleri dramatik bir şekilde düştü. Örneğin bugün güneş enerjisi, yine piyasa diliyle konuşursak “dünyanın en ucuz maliyetli enerjisi” konumuna gelmiş durumda. Üstelik bu yatırımlar karbon salımını düşüren temiz yatırımlar olduğu için hem çevresel ve sosyal fayda yaratıyorlar, hem de giderek artan müşteri farkındalığı sayesinde firmaları pazarda bir adım öne geçiriyorlar. Artık firmalar için “Neden?” bir soru olmaktan çıkmış durumda. Şimdi tartışılan ve bizlerin de kafa yorması gereken, “Nasıl?” sorusudur. Herkes için fayda yaratan bir kazan-kazan konsepti olan, ama önemli bir teknik bilgi ve küresel ölçekte trilyonlarca dolarlık bir finansman ihtiyacını da beraberinde getiren sürdürülebilirlik yatırımlarını nasıl hayata geçireceğiz?
Avrupa Birliği (AB) bu alanda da inisiyatif alarak en önemli hamlelerden birine imza attı ve kısa vadede karbon salımını dramatik bir şekilde düşürmeyi hedefleyen Yeşil Anlaşma’yı yayınladı. Dünya için önemli bir sürdürülebilirlik yol haritası kabul edilebilecek Yeşil Anlaşma, AB ülkelerine 2050 yılına kadar net sıfır seragazı emisyonu hedefini koyuyor. Bugün piyasada konuşulmakta olan “karbon vergisi” gibi konular, aslında bir eylemler buzdağının sadece küçük bir parçası ve hepsinin temelinde bu makro ölçekli yol haritası var. Bütün teşvik ve destek mekanizmalarından bağımsız olarak düşündüğümüzde, piyasa öylesine bir regülasyon süreci yaşamaya başladı ki, artık malınızı ihraç edebilmek için önünüzdeki hedefler sadece fiyat ve kalite değil, aynı zamanda onun ne kadar yeşil olduğu haline de gelmeye başladı. Bütün üretim sürecinin sürdürülebilir hale gelmesi anlamına gelen bu dönüşüm için masadaki soru ise halen aynı: “Bu projeleri nasıl hayata geçirebileceğiz? Teknik bilgiyi ve finansmanı nasıl bulacağız?”
Kendi deneyimlerim ve penceremden baktığımda, Türkiye’de bu soruya bir çözüm getirmek için kurulmuş olan ve benim de sık sık dile getirdiğim bir yapı var: TurSEFF.
2010 yılında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) tarafından başlatılıp finanse edilen ve AB tarafından desteklenen Sürdürülebilir Enerji Finansman Programları (SEFF) başta özel sektör olmak üzere pazarın yeşil dönüşümünü amaçlıyor ve bu alanda geliştirilen projelere teknik bilgi desteği ve finansman sağlıyor. SEFF programları arasında küçük ve orta ölçekli yeşil yatırımların hayata geçirilmesini hedefleyen TurSEFF, sadece yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği projelerini değil, atık yönetimi, su verimliliği, hammadde verimliliği gibi kaynak verimliliği yatırımlarını da finanse ediyor. Programı özel kılan ve standart bir finansman modeli olmaktan ayıran temel faktör ise projenin her aşamasında firmalara verilen teknik bilgi desteği.
Rakamlarla ifade etmek gerekirse bugüne kadar 1900’den fazla projeye 670 milyon avroyu aşan bir finansman sağlandı ve bu projelerin doğru bir şekilde hayata geçirilebilmesi için firmalara teknik destek verildi. TurSEFF tarafından finanse edilen sürdürülebilir enerji projeleri toplamda 583 MW güce ulaşmış durumda.
Bundan sadece 10 yıl öncesinde bile bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kurum sürdürülebilirlik yatırımlarının finansmanı üzerine kafa yorarken, bugün pek çok kurumun inisiyatif alarak harekete geçtiğini görüyoruz. Üstelik artık sadece finansman kurumları da değil, kamu kurumlarının, belediyelerin, firmaların ve küresel markaların da bu harekete katıldığına ve sürdürülebilirlik için aksiyon aldıklarına şahit oluyoruz. Özellikle gıda ve tekstil gibi enerji ve su tüketiminin yoğun olduğu ve ihracat odaklı sektörlerde bu dönüşüm büyük firmaların liderliğinde kendiliğinden başlamış görünüyor. Bu alanda öncü rol üstlenen firmalar alt yüklenicilerine ve tedarikçilerine getirdikleri bazı puantaj ve akreditasyon sistemleriyle sürdürülebilirlik dönüşümünü küçük firmalara da yaymaya başladılar. Büyük zincirlere mal üretebilmeniz için artık fiyat ve kalitenizle birlikte sürecinizin ve ürününüzün de yeşil olması bekleniyor. Devletlerin yasal düzenleme yapması, karbon vergisi getirmesi gibi zorlayıcı politikalarından önce özel sektörün “havuç” motivasyonunun kendiliğinden devreye girmesi, sürecin sadece yasal düzenlemeyle yukardan aşağı değil, aynı zamanda rekabetçilik motivasyonuyla aşağıdan yukarı da gelişeceğini gösteriyor. Bu konuda oldukça umutlu ve iyimserim.
Tarihe “Facit” Olarak Geçmek
TurSEFF olarak biz de bu çalışmaların bazılarında paydaş olarak yer alıyoruz ve tedarik zincirindeki küçük ve orta ölçekli firmaların yeşil dönüşüm yolculuğunda onlara finansman ve teknik bilgiyle destek oluyoruz. Öte yandan desteğimiz sadece küçük firmalarla da sınırlı kalmıyor, ülkemiz için yeni sayılabilecek ESCO finansman modeliyle büyük firmalara da sürdürülebilir enerji yatırımlarında finansman ve teknik destek sağlıyoruz.
Yakında daha sık duymaya başlayacağımız Yenilenebilir Enerji Tedarik Anlaşmalarıyla enerji piyasasının karbon nötr yolculuğunda önemli bir aşamaya gelmiş olacağız. Amerika ve Avrupa’da çok hızla yaygınlaşan bu model ile pek çok küresel firma enerji tedarikine başlayarak karbon konusundaki taahhütlerini yerine getirmeye başladılar. Ülkemizde de bu finansman modelinin ilerde daha çok gündeme geleceğini ve firmaların karbon taahhütlerini yerine getirebilmelerinde önemli bir alternatif olacağını tahmin ediyorum.
Temelinde enerji olan bu yeşil dalga, son birkaç yıl içinde su verimliliği konusunda da hareketlenmeye başlamış durumda. Her geçen gün artan sayıda firmanın ve belediyenin bu yönde aksiyon aldığını bize gelen başvurulardan rahatlıkla söyleyebiliriz. Yakın bir gelecekte ürünlerin etiketinde sadece karbon ayakizinin değil, su ayakizinin de yer alacağını öngörüyoruz çünkü sürdürülebilirlik bütüncül bir yaklaşım ve işin sadece enerji, atık veya malzeme boyutu yok, bir de su boyutu var.
Her çağ kendi hikayesiyle geliyor. Şu an içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki on yılları şekillendirmeye devam edecek olan hikaye, hiç kuşkusuz sürdürülebilirlik olacak. Atmosfere saldığımız seragazlarının yıkıcı etkisini durdurmak, biri elinde müthiş bir icatla çıkıp gelmediği sürece artık çok güç görünüyor; ancak bu etkiyi azaltmak, küresel ısınmayı yavaşlatmak ve ortalama sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutarak iklim krizinin olumsuz etkilerini en aza indirmek için hala bir fırsat var. Tarihe yeni Facit’ler olarak geçmemek için kurumların bu yeni hikayede yerlerini bir an önce alması gerekiyor.