#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Her Göçü İklim Krizine Bağlamak Ters Tepebilir”

Yuva Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Erdem Vardar, iklim krizinin devasa bir kriz olduğunu ancak bütün sorunları ilk gördüğümüz şekilde birbirine bağlamaya çalışmanın, özellikle bilimsel veriler tam ortaya konmamışsa ters tepebileceğini hatırlatıyor.

YAZI: Bulut BAGATIR

Özellikle Suriye krizi ile birlikte iklim değişikliği ve göç konusu tartışmaları yoğunlaştı. Göçmenlerle çalışan bir dernek olarak siz neler gözlemliyor­sunuz?

Öncelikle Suriye’den başlayayım. Göç ve iklim konularında IPC’nin (İstanbul Politikalar Merkezi) de bazı çalışmala­rı oldu. Bir Alman araştırmacı çalıştı. Hatta çalışmalarından biri de “Suriye krizi, iklim değişikliği nedeniyle mi çıktı” sorusu üzerineydi. Çalışmasının sonucunda yapılan workshoplar’da da tartışıldığı gibi bilimsel olarak doğru­dan bir bağlantı kurulamadı. İddia şuy­du: Kuraklık nedeniyle köyden kente göç hızlandı. Kent yaşamına ayak uy­duramayan ya da orada yeni baskılarla karşılaşan bu sınıf ayaklanmanın hız­lanmasına sebep oldu. Ancak bilimsel olarak net bir sonuç çıkmadı buradan. İlk başlarda çok kullanılan bir argü­mandı bu.

Ayaklanmaya öncülük eden insanlarla konuşulduğunda ya da onların geçmiş­leri araştırıldığında doğrudan böyle bir sonuç ortaya çıkmıyor. Bu insanlar il­laki kuraklık nedeniyle kente göçmüş insanlar değiller. Daha çok uzun süreli politik baskı ve artan şiddetin tepki­selliği gibi gözüküyor. Biz de şu an o argümanı çok kullanmıyoruz. Yan et­ken olduğunu söylemek için bile veri lazım. Şu an o pek yok gibi. İklim krizi devasa bir kriz ancak bütün sorunları ilk gördüğümüz şekilde birbirine bağ­lamaya çalışmak da hele ki bilimsel veriler tam ortaya konmamışsa ters tepebilir, işi sulandırabilir. Böyle bir şey yokmuş, siz her şeyi abartıyorsunuz noktasına gelebilir. Ben daha çok ampirik veriler üzerinden konuyu ele alma taraftarıyım. Çünkü birçok göç iklim krizi nedeni ile oluyor. İlla her göç ona bağlanmasa bile Afrika’da veya Bangladeş’te iç ya da dış göçler görebiliyoruz. Hatta Türkiye’de de ku­raklık ve aşırı hava olaylarının sürekli artması ile insanların tarımdan uzaklaş­ması ya da altyapısının daha iyi olduğu­nu düşündüğü kentlere doğru göç et­mesi söz konusu. Benim de daha önce bağlantım olduğu için söyleyebilirim ki Bangladeş’te bu yaşanıyor.

Bangladeş konusunu biraz daha de­taylandıralım isterseniz. Siz orada nasıl tecrübeler edindiniz, neler göz­lemlediniz?

Bangladeş temel olarak dünyanın en yoksul ülkelerinden bir tanesi. Ortala­ma gelir düzeyi oldukça düşük. Buna karşın nüfus artış oranı yüksek. Ancak bu konuda son birkaç senede belli ba­şarılar da elde edildi. Temel geliri ta­rım ve tarıma dayalı endüstri. Bunun dışında tekstil de var. Gelişmiş ülkeler burada bazı ürünleri ucuza yaptırıyor. Hiçbirinin gerekli çevresel ve iş güven­liği şartlarına uygun yapılmadığını da söylemek gerekiyor. Toplum bu dere­ce tarıma dayalı olunca ve bu tarımın çoğunluğu, bir kısmı deniz seviyesinin bile altında olan delta üzerinde ger­çekleştirilmeye çalışılınca deniz sevi­yesinin yükselmesi, nehir debilerinin ve muson yağmurlarının gittikçe öngö­rülemez hale gelmesi, tayfun gibi aşı­rı hava olaylarının şiddetini artırması nedeniyle ülke sürekli bir kriz halinde. Devamlı bir taşkın durumu söz konu­su. Taşkın nehirler ile de alakalı. Bunu, Himalayalar’daki buz kütlelerinin aza­larak oradaki nehir debilerini kontrol eden mekanizmaların bozulmasına ka­dar dayandırabilirsiniz rahatlıkla. Çün­kü taşkınların birçoğu da Hindistan’ın kendi ülkesinde aşırı debi geldiği noktada baraj kapaklarını açmasından dolayı meydana geliyor. Bunun sebebi de oraya gelen neredeyse bütün nehir­lerin kaynağının Himalayalar olması ve oradaki buz kütlesinin her geçen sene azalması.

Tabii ki akan suyun kontrol edilemedi­ği noktada yarardan çok zarar meydana geliyor. Eğer belli bir düzene soka­mazsanız bu hem toprak erozyonuna hem de bu tarz taşkınları sürekli olarak yaşamanıza neden oluyor. Bu yüzden de insanlar tekstilde, diğer endüstriyel faaliyetlerde ya da hizmet sektöründe çalışma hayalleriyle kentlere doğru göç etme eğilimindeler. Kendim de gidip bulunduğum için söyleyebilirim Dakka gerçekten dünyanın en kalabalık ve en az yaşanabilir şehirlerinden bir tanesi. Altyapısı neredeyse çökmüş durumda. Güvenlik problemleri en üst düzeyde. Böyle bir yerde de insanlar yaşamak­ta büyük güçlük çekiyorlar. Oradaki genel göç yapısı da köyden kente veya köyden Hindistan gibi veya daha fazla iş imkanı bulabileceği farklı ülkelerde­ki kentlere göç etmek üzerine kurulu. Aynı zamanda kentlilerin büyük kent­leri terk edip başka ülkelere göç etme­lerine de neden oluyor bu göç.

Bangladeş bir örnek ama bunun yaşan­dığı çok yer var. Afrika’da göl kenarın­da yaşayan birçok topluluk, birçok ülke var. O göllerin çoğu gittikçe kuruyor ve küçülüyorlar. Bütün o topluluklar en büyük besin kaynaklarından ve tabii sattıkları balıklardan mahrum kalıyor­lar. Bunun sonucunda da birçok insan göç ediyor. Afrika’dan Avrupa’ya olan göçün rahatlıkla iklim değişikliğiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sonlanmaması durumunda nereye va­racağını da bilemiyoruz. Büyük bir soru işareti olarak duruyor. Bunu engelleye­cek hiçbir şey gözükmüyor. Dünyadaki politikalar bunu durduracak şekilde değil. Tarıma dayalı yaşayıp, iklim krizi ile tarım yapamaz hale gelen, üstelik herhangi bir endüstrileşme ya da başka bir alanı gelişmemiş ülkelerde insanlar ne yapacak? Tabii ki gidecekler. Bunun kitlesel boyutlara varması an meselesi. Bir de buradan doğan çatışmalar var. Gelir elde edemeyince bu sefer az olan kaynak için çeşitli gruplar birbirine gi­riyorlar. Çatışma ortamı geliri az olan insanı oradan kopartıyor.

Mesela ada devletleri belirli süreler sonra su altında kalacaklar. Bu insan­lar bir yere gidecek. Göçün kaçınıl­maz olduğu birçok yer var. 2050 ve 2100 projeksiyonlarda ne kadar alanın sular altında kalabileceği tartışılıyor. Her gün zaten kutuplardaki buzulların beklenenden daha hızlı eridiğine dair veriler geliyor. Tamamı erirse deniz seviyesinin 7 metre yükseleceğini dü­şünürsek kıyı kentlerinin neredeyse tamamı ortadan kalkacak. Bunun en güzel örneği Hollanda. Ülkenin orta­lama rakımı eksi seviyede. Ancak onlar bütün ülkeyi kanallar dediğimiz drenaj sistemi ile donatmış. Kuzey Denizi ile olan bağlantılarını yükseltilmiş bent­lerle çevrelemiş ve su akışını o şekilde kontrol eder hale gelmiş. Bu inanılmaz bir yatırım.

Bununla başa çıkabilecek çok ülke yok. Bu projeksiyonlara göre New York da su altında kalıyor. Ancak ABD bunu durdurabilecek paraya ve teknolojiye sahip olacaktır. Bangladeş’i veya bü­tün Çukurova’yı korumanıza imkan yok. Eğer kutuplardaki buzullar erir­se Çukurova’yı kaybetmemize kesin gözüyle bakılıyor. Bu verimli deltaları kaybedeceğiz. İnsanların bu deltalara ve deniz kıyılarına yayıldığını düşünür­sek göçün devasa boyutlarda olacağı kesin gibi. Kaybedeceği olmayan in­sanların neler yapabileceğini o zaman göreceğiz. Mad Max senaryosuna doğ­ru gidiyor bu iş. Bunu değiştirebilecek hiçbir veri de yok. Gerçekçi senaryo bu gibi gözüküyor.

Yuva Derneği olarak siz bu alanda na­sıl çalışmalar yapıyorsunuz?

Bizim çalışma alanımız daha çok ulus­lararası göç alanı. Orada da temel olarak Suriyeli mülteciler ve yoksul­luk üzerine çalışıyoruz. Bir yandan da iklim değişikliği ve yenilenebilir enerji gibi konularda son derece aktifiz. Bi­zim özellikle kömürlü termik santrala karşı kampanyalara ve bunu yürüten yerel sivil örgütlere desteğimiz oluyor.

Dediğim gibi biz hem göç hem de iklim değişikliği üzerine çalışıyoruz. Ancak iklim krizi nedeniyle göç etmiş insanlarla çalışıyorum demem zor. Bu açıdan iki ayrı alan gibi ele alıyoruz.

Ortak noktaları şu şekilde birleştiriyo­ruz: Göç ile gelen insanlara ekolojik okuryazarlık eğitimleri veriyoruz. İster burada kalsınlar, ister kendi ülkelerine dönsünler, isterse de Avrupa’ya göç et­sinler sonuçta bu dünyanın vatandaşla­rı bu insanlar. Bazıları dört-beş senedir burada. Göç etmemiş insanlar kadar ilgililer. Bu bilinci aşılayarak iklim de­ğişikliğine katkıyı ve ayakizini azaltıcı davranış değişikliği yaratmaya çalışıyo­ruz. Bir yandan da onların yaşadıkları topluma uyumları ve bir şekilde orada maddi olarak tutunabilmelerine destek veriyoruz. Bizim için her dünya vatan­daşında olması gereken bilinci onlarda da yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Genel­de de olumlu dönüşler alıyoruz. Aldığı­mız tepkilerden şunu anlıyoruz: Bu en­dişe göçmenlerde de var. Onlar başka türlü sorunlarla da baş etmek zorunda ama iklim ve çevre ile ilgili duyarlılıkla­rı ya da dertleri ya da endişeleri bizimki kadar söz konusu. Kısacası Yuva olarak bizi tekil kılan, iki konuyu da çalışıyor olmamız. Bunu kesiştirdiğimiz nokta, göçmenleri de bu işin içine katmamız.

İklim değişikliği ile ilgili farkında­lıktan bahsettiniz. Bu farkındalığın eğitimlerden önce de var olduğunu söyleyebilir misiniz?

Biz davranışlarımızla neyi değiştiri­lebileceğimizi insanlara anlatıyoruz. Sorunun varlığından haberdarlar. An­cak çalıştığımız kitleler düşük gelirli bölgelerden. Bu insanların zaten tüke­tici davranışları büyük etkiler yaratmı­yor. Yaşam tarzlarında yapabilecekleri bir şeyler var tabii ki ancak ortalama bir AB ya da Türkiye vatandaşı kadar tüke­time dayalı hayatları yok. Çünkü öyle bir gelirleri yok. Biz duydukları endi­şeyi eyleme geçirerek kendi hayatla­rında neler yapabileceklerini anlatma­ya çalışıyoruz. Şu anda onlar kömürlü termik santral ile uğraşacak değiller. Türkiye’de bile kök salmış durumda değiller çünkü. Geleceklerini bilmiyor­lar. İklim ve göçmen/çevre meselesine bu şekilde yaklaşacak olursak bence en ilginç konulardan biri bu olabilir. Çün­kü ister böyle krizlerle yaşanan göçler olsun ister ekonomik nedenlerle yaşa­nanlar olsun insanlar kendi yaşadıkları şehre kendilerini ait hissetmezlerse o zaman bu tür durumlarda aksiyon alma halleri düşüyor. Dünyada gittikçe artan hareketliliğin bir yanının da bu olduğu­nu düşünüyorum. Bu ister yurtdışına daha iyi bir ücretle, daha iyi bir pozis­yonda gitmiş bir arkadaşımız olsun; is­ter bir kriz nedeniyle gelen veya giden bir göçmen olsun, kişilerin oraya adap­tasyonu ciddi bir süre alıyor ki bundan sonra duyarlılıklarını politik kararlara dönüştürebilsinler. Bu köksüzlük me­selesi ele alınması gereken bir noktaya doğru gidiyor. Çünkü Türkiye’de bile birçok aktivist son 5-10 senede yurt­dışına gitti. Bu bizim çevre hareketini oldukça etkiledi. Ülkesine, şehrine sa­hip çıkan, kendini buraya ait hisseden insanları kaybediyorsunuz.

Ortadoğu’nun iklim değişikliğinden etkilenip, en fazla göçün yaşanacağı bölgelerden birisi olabileceği belirti­liyor. Türkiye’nin de Avrupa’ya geçiş sahası olduğunu düşünürsek Türkiye yeni bir göç dalgasına hazır mı?

Dünyadaki hiçbir ülke Suriye krizi ile gelen büyüklükte bir göçe hazır değil. Türkiye de değildi. Türkiye’yi çok ayrı bir noktaya koyan, hükümetin eşi ben­zeri görülmemiş bir seferberlikle bu insanlara bir şekilde ev sahibi olmaya gönüllü olması. Bunu Lübnan ve Ür­dün ile karşılaştırabiliyorsunuz ki onlar da aynı krizden etkilenen ve çok sayıda mülteciye ev sahipliği yapan ülkeler. Ama bunun dışında hiçbir gelişmiş ülkeyi sayamıyorsunuz. Dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ül­keler sıralamasının ilk 10’unda gelişmiş ülke yok. Hepsi ya bizim gibi geliş­mekte olan ya da az gelişmiş ülkeler. Cömertliği gösteren veya dayanışmayı sağlayan zengin ülkeler değil. O yüz­den hazır olmak kolay değil. Gelişmiş ülkeler hazır olmadıklarını bildikleri için bizim gibi ülkelere fonlar aktararak göç dalgasını durdurmaya çalışıyorlar. Türkiye için daha fazla göçe hazır ol­mak çok zor. İnsanlar buraya belli bir ihtiyaçları doğrultusunda geliyorlar. Bu büyüklükteki bir göç ile sizin be­lirli yaşam standartlarınızı ve tarzınızı değiştirebiliyorlar. Hep beraber değiş­mek zorunda kalıyorsunuz. Böyle hızlı bir değişime hiçbir toplum hazır değil. Bahsettiğimiz çatışmaların bir kısmı da bu nedenle yaşanıyor. Türkiye hükü­metinin ev sahipliği yapma konusunda gönüllülüğü, daha fazla çatışmanın önüne geçti belki de. Ancak daha fazla göç olduğunda yabancı düşmanlığının, milliyetçiliğin, popülizmin hızla yük­selmesi beklenebilir. Brexit olayına da baktığınızda göç konusuna kadar tar­tışmaların uzandığını görüyorsunuz. İngiltere’nin gönüllü olduğu mülteci sayısı beş senede 20 bindi. İngiltere’ye Doğu Avrupa’dan gelen yıllık insan sa­yısının 100 bin olduğunu tahmin ediyo­rum. Orada şu anda bir politik kriz ya­şanıyor. 4 milyon insanın İngiltere’nin kapasında beklediğini düşünün. Hiçbir ülke hazır değil. Fiziksel hazırlıktan da bahsetmiyorum ki Türkiye belki fizik­sel hazırlık kapsamında diğerlerinden daha hazırdır şu anda. Çünkü çok fazla para yatırıldı. Önemli olan sadece o da değil. Toplumsal uyum çok önemli.

Sorunun kökenine inmediğimiz süre­ce, mültecilere ev sahipliği yapan ül­kelerdeki STK’ların yaptığı o insanların ancak günlük olarak hayata tutunmala­rını sağlamak, yaşanabilecek krizi erte­lemek veya geciktirmek oluyor. Bana sorarsanız bunun kökenine inmediği­mizde ev sahibi ülkelerde sürdürülebi­lir bir çözüm bulmak çok zor.

EkoIQ Editör