Çevre ve göç jeopolitiği alanında uzman, Sciences Po Paris ve Sorbonne dahil olmak üzere birçok üniversitede iklim politikaları ve uluslararası göç konularında dersler veren Prof. François Gemenne; organizasyonunda Fransız Kültür Merkezi, Adım Adım Sıfır Atık, Akdeniz Koruma Derneği ve ODTÜ’nün bulunduğu “Akdeniz: Baskı Altında Bir Deniz” etkinliği dolayısıyla katıldığı seminerden önce sorularımızı yanıtladı. Prof. François Gemenne, iklimi korumanın ekonomik bir kısıtlama, ek bir maliyet olarak görülmeye devam edilmesi durumunda, iklim krizini engelleme adına gerekli başarıyı elde etmemizin güç olduğunu dile getirdi.
Çeviri: Zeynep YAVUZ VILLEM
Türkiye, coğrafi olarak göçmen politikalarının sıklıkla tartışıldığı bir ülke olsa da çevre jeopolitiği ile bağlantılı göçler konusu pek tartışılmıyor. Siz genel olarak iklim bağlantılı göçmenliği nasıl tanımlarsınız? İklim değişikliğine bağlı göçmenliğin, uluslararası ilişkileri ve politikaları nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de göçmen ve sığınmacı politikaları hem siyasiler hem de kamuoyu için oldukça önemli ve hassas bir konu. Suriye’den göçlerle birlikte Türkiye’nin, dünyada en çok göçmeni barındıran ülke olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda durumun karmaşıklığını görebiliyoruz. Buna karşın sizin de belirttiğiniz gibi, iklim değişikliğiyle bağlantılı göç sorunu hâlâ uzak geleceğe ait bir risk olarak değerlendiriyor. Hatta bugünün gerçeği olduğunu kavramakta dahi zorlanıyoruz. Zannımca bu genel olarak iklim veya çevreyle bağlantılı göçlerin iç göç olmasından ileri geliyor. İnsanlar birkaç kilometrelik kısa mesafelere göç ediyorlar. Diğer bir neden ise uluslararası göçleri genellikle ekonomik göçler olarak nitelendirme eğiliminde olmamızdan kaynaklanıyor. Fakat Avrupalıların yoğun incelemeler yaptıkları Sahraaltı Afrika örneğini ele aldığımızda bölgedeki insanların yarısının temel gelir kaynağının tarım olduğunu görüyoruz. Bu da insanların gelirlerinin doğrudan çevre koşullarına bağlı olduğu anlamına geliyor: Havalar fazla ısındığında ya da az yağmur yağdığında hasatlarını ve gelirlerini kaybediyorlar. Birçok insan için ekonomik koşullar ve çevresel koşullar yakından bağlantılı. Bu nedenle Türkiye’ye veya Avrupa’ya giden “ekonomik göçmen” olarak adlandırdığımız kişilerin çoğunu “çevresel göçmen” veya “iklim göçmeni” olarak da adlandırabiliriz. Esasen bu terimle iklim değişikliğiyle bağlantılı hasarlardan dolayı yaşadığı yeri terk eden insanları tanımlıyoruz. Sorun şu ki iklimsel bozulmalar her zaman anında göçlere sebep olmuyor, etkisi zamana yayılıyor. Aynı durum afetler için de geçerli.
Bazen de göçün politik, ekonomik ve demografik faktörlerini belirginleştirecek daha yavaş bozulmalar olabiliyor. Günümüzde iklim değişikliği, iklim göçünün nedenlerinin başında geliyor. 2022 verilerini ele alırsak -ki 2023 verilerine henüz sahip değiliz- 2022’de 32 milyon insanın iklim felaketlerine bağlı yerinden edilme durumu var. Sözünü ettiğimiz sayıda insanın göçünün hem Türkiye hem de Avrupa için çeşitli sonuçlar doğuracağını söyleyebilirim. Öncelikle Güney ve Güneydoğu Asya’daki bir dizi ülke potansiyel olarakTürkiye üzerinden Avrupa’ya göçmen gönderecek. Bangladeş, Pakistan ve Afganistan gibi iklim değişikliğinin etkilerine karşı oldukça savunmasız olan ülkelerde durum böyle. Ayrıca Sahraaltı’ndan Mağrip bölgesine gelen yoğun göçle birlikte Akdeniz bölgesinde de bir göç dönüşümü söz konusu. Bu ülkeler şimdiye dek kaynak ülke olarak görünseler de giderek göçte hedef ülkeye dönüşüyor. Türkiye için de aynı mantıkla yola çıkacağım. Tarihsel olarak baktığımızda Türkiye de bir kaynak ülke olarak biliniyordu, Avrupa’da ciddi bir Türk diasporası var. Türkiye giderek bir göç ve varış ülkesi haline gelecek ve bu durum hem Türkiye’nin hem de Avrupa ülkelerinin göçle ilişkilerini tümüyle değiştirecek. Sanırım iklim göçünü veri bazlı görmekteyiz ve bence bundan böyle göçü, çeşitlilik ve göç tipleri açısından da değerlendirmeliyiz. Bir başka deyişle iklim değişikliğinin her şeyi altüst edecek bir göç yoğunluğuna yol açacağı fikrinden ziyade göç tipinin ve insanların bulundukları yerleri terk etme sebeplerinin değişeceği yönünde olacağını söylemeliyim.
İklim değişikliği ile ilgili politikaların, ekonomi yönetimi ile ilişkisinden söz etmek mümkün müdür? Hükümetlerin önceliği iklim değişikliği mi yoksa devlet ekonomisi mi size göre?
Hükümetlerin önceliğinin iklim değişikliği dışında kalan başka her şey olduğunu söyleyebilirim. Genellikle öncelikleri ekonomi, jeopolitik ve güvenlik alanlarında yoğunlaşıyor.
Hükümetlerin şu anda enflasyonla mücadele, Ukrayna’daki savaş ve şimdilerde Gazze’deki çatışma gibi oldukça kabul edilebilir görünen öncelikleri var. Sorun şu ki sözünü ettiğim tüm öncelikler genellikle iklim değişikliğinin önüne geçiyor. Bence iklim değişikliği konusundaki asıl hatamız şu: Kendimize 2050’ye kadar karbon kullanımını sıfıra indirmek veya 2100’e kadar 2 derece artışı önlemek gibi orta ve uzun vadeli planlar belirledik ve bu da hedeflere ulaşmak için çok vaktimiz olduğu izlenimine kapılmamıza neden oluyor. Genel yayın yönetmeniniz sizden üç ay sonra bir makale teslim etmenizi istese bunun için acele etmezsiniz: “Çok zamanım var, hallederim” diye düşünür, bunun bir öncelik olmadığına karar verirsiniz. Hükümetler de elbette bizim gibi işliyor.
İklim değişikliği probleminin biriken ve kümülatif bir sorun olduğunu anlayamadığımızı düşünüyorum. Bu durumun kümülatif bir problem olması elbette geçen her yılın atmosferde temizlenmesi çok zor milyarlarca ton seragazı birikimine sebep olacağı anlamına geliyor. Bu nedenle hükümetlerin iklim değişikliğine öncelik vermesini istiyorsak öncelikle durumun gerçekten acil ve ertelenemeyecek olduğunu gösteren yakın dönem hedefleri belirlemeliyiz. Ardından da iklimi korumak için yapılan çalışmaların ekonomik gelişmelere engel olacağı düşüncesini değiştirmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Zira hükümetler ekonomi ve çevre arasında kaldıkları her durumda ekonomiyi seçeceklerdir çünkü ekonomi onlara çok daha hızlı dönüş sağlar. Karbonsuz ekonomiye geçişin devletler için giderek daha kârlı bir ekonomik yatırım olduğuna ikna etmek gerektiğine inanıyorum. Örneğin enerji kaynaklarında da aynı durumu görüyoruz. Günümüzde yenilenebilir enerji yatırım maliyetinin birkaç yıl ardından kârlı hale gelmesinden ötürü oldukça çekici hale geldiği görülüyor. Ekonomiyi 21. yüzyıla yakışır bir seviyeye, kârlı ve karbonsuz bir ekonomi haline getirecek geçişi sağlamalıyız. Eğer iklimi korumayı ekonomik bir kısıtlama, ek bir maliyet olarak görmeye devam edersek nispeten bu geçişi sağlamayı sürdürsek dahi gerekli seviyeye ulaşamayız. Buradaki zorluğun hükümetlerin ve şirketlerin enerji geçişine yatırım yapmak için ekonomik bir ilgi duymasını sağlamak olduğuna inanıyorum.
Akdeniz’deki biyoçeşitlilikle ilgili olarak; enerji üretme biçimlerimizin de biyoçeşitlilik kaybına yol açabildiği ortada. Örneğin Türkiye’de inşası devam eden Akkuyu Nükleer Santralı için kullanılan soğutma suyunun ve ortaya çıkan atıkların, fokların üreme alanını yok edeceğine dair bilimsel raporlar var. Enerji üretme biçimlerimiz Altıncı Kitlesel Yok Oluş bakımından nasıl bir tehdit yaratıyor?
Durumun böyle olduğu kesin! Bazen çevre için iyi olan şeyin biyoçeşitliliği de iyi etkileyeceği yanılgısına kapılsak da gelişmeler her zaman böyle işlemiyor ve seçim yapmamız gerekebiliyor. Örneğin nükleer enerji, seragazı üretmediğinden tıpkı barajlar gibi oldukça verimli bir yenilenebilir enerji kaynağı ancak biyoçeşitlilik açısından ağır sonuçlara yol açan bir kurulum. Barajların biyoçeşitlilik açısından bir felaket olduğunu hatta nükleer santrallardan bile daha büyük bir tehdit olduğunu biliyoruz, aynı şekilde piller ve güneş santralları da böyle. Bunların hepsi bazı nadir metallerin kullanılmasını gerektirdiğinden biyoçeşitliliğe faydalı olmayan madencilik yapılmasına yol açıyor. Her ne olursa olur enerji geçişini gerçekleştirmek zorundayız. Bu nedenle her bir enerji üretim şeklinden elde edeceğimiz enerji miktarını ve kaybedeceğimiz biyoçeşitliliği kıyaslayarak zararı en aza indirmeye çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama evet, bazı projeler biyoçeşitlilik kaybına yol açsa da kâr ve zararı göz önünde bulundurarak seçim yapmamız gerektiğini ve bazı projelerden de büyük bir biyoçeşitlilik kaybına yol açacağı için vazgeçmemiz gerektiğini kabul etmeliyiz. Bence bu çok önemli bir nokta… Ayrıca enerji tasarrufu açısından bakarsak sürekli olarak daha çok enerjiye ihtiyaç duyduğumuz ortada ve bunun bir sorun yaratacağı da kesin. Her ne kadar nükleer ve yenilenebilir enerji gelişiyor olsa da bu durum fosil yakıtların artırılmasına neden oluyor. Bu da demek oluyor ki enerji tüketimimizi azaltmanın yollarını bulmamız gerekiyor. Aksi takdirde kirlilik, biyoçeşitlilik ve benzeri açılardan sürdürülebilir olmayan bir enerji türüne geçiş yapacağız. Ancak yumurta kırmadan omlet yapamazsınız. Dolayısıyla potansiyel gerilimlerin farkında olmalısınız.
Peki, insanlık adına ihtiyaç olarak görülen enerji üretimi için gezegende felakete yol açabilecek nükleer enerji gibi enerji sistemleri geliştirmek mecburiyetinde olduğumuzu mu düşünüyorsunuz?
Mecburiyetinde değiliz elbette. Bu her ülkenin erişebildiği kaynaklara ve imkanlara bağlı yapması gereken bir seçim. Bugün nükleer enerji dışında diğer karbonsuz enerji türlerini özellikle de yenilenebilir enerji türlerini üretmenin kusursuz yolları var ama nükleer enerji, merkezi bir santralda üretilip çok sayıda kişiye dağıtım yapma gibi önemli bir avantaj sağlıyor. Nükleer enerjinin de atık, güvenlik ve muhtemel olarak üretim güvencesi açısından sorunları mevcut. Örneğin uranyumu sürekli olarak nereden elde edeceğiz? Bence hiçbir enerji türünün “mükemmel enerji” olmadığını da itiraf etmeliyiz. Enerjinin sağlanması gerektiği andan itibaren çevresel bir bedel ödemenin gerekliliği kaygısı duyulmalıdır. Asıl soru sakince tartışılması gereken çevresel bedeldir. Bunu çevresel kazanç çerçevesinde değerlendirmeye hazır mıyız? Ayrıca enerji türlerinin birbiriyle rekabete sokulmamasının, yarıştırılmamasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bir ülkenin birden fazla enerji kaynağına ihtiyacı olacaktır. Buradaki asıl soru her birine verilecek ağırlıktır.
Bu yazı, ekoIQ’nun 113. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.