#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

İklim ve Toplumsal Cinsiyet Birlikte Düşünülmeli

İzmir Barosu Kent ve Çevre Komisyonu Üyesi Avukat Özlem Altıparmak, toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üreten her sistemin ve söylemin karşısında durmamız gerektiğinin altını çiziyor ve ekliyor: “Çünkü sürdürülebilir ama ataerkil bir dünyada kadına yine yer olmayacak.” 

RÖPORTAJ: Bulut BAGATIR
Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın 10’uncusu olan “Eşitsizliklerin Azaltılması” temelde gelir eşitsizliklerini azaltmayı hedefliyor. İklim krizinin kapıdan girdiğini ve yaşam biçimimizi baştan aşağıya değiştirdiğini göz önüne alırsak 10. amacın önemi de ortaya çıkıyor. Bu amacın hayata geçirilmesi iklim krizine karşı kırılgan gruplar ve toplumsal cinsiyet bağlamında da önemli bir yer tutuyor değil mi?

İklim değişikliğinin acil bir kriz halini aldığı bu dönemde, krizin kendinin de bir eşitsizlik sebebi olduğunu, var olan eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve yeni eşitsizlikler yarattığını deneyimliyoruz. Dediğiniz gibi yalnızca bir gelir eşitsizliğinin ötesinde, hayatın her alanına ve her hak kategorisine sirayet eden bir eşitsizliğe dönüşüyor. İklim değişikliği meselesi çoğunlukla bir mühendislik veya ekonomi sorunu gibi algılansa da artık haklarla olan ilişkisi de konuşulmaya başlandı. Mülkiyet hakkımız, sağlık hakkımız, yaşam hakkımız iklim değişikliğiyle yan yana anılıyor artık. Gerçek anlamda bir eşitlik sağlamak için iklim krizini önlememiz, önleyemediğimiz değişikliklere uyum sağlamamız ve bunlara karşı tüm kesimlerin direncini geliştirmemiz şart. İklim krizine karşı kırılgan grupların başında kadınlar, kız çocukları, göçmenler,  yaşlılar gibi gruplar geliyor. Bizim iklim adaletini sağlamak dediğimiz şey de aslında bu kırılganlıkları dikkate alarak krize karşı direnci artırmak ve kişileri/grupları güçlendirici politika ve eylemleri hayata geçirmek üzerinden şekilleniyor. Yalnızca 2 derecelik sıcaklık artışını engelleme üzerinden üretilen politika ve söylemler yerine “iklim değişikliğinin bir insan hakları meselesi olduğu” konusuna vurgu yapılması gerekir. Çünkü iklim krizi farklı hak kategorilerini, farklı kesimleri, farklı şekillerde etkiliyor. Bu farklılıkları dikkate alarak önlem almak, imkan ve fırsat sunmak zorundayız. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama hedefi olmayan ve kadını güçlendirme amacı taşımayan her uygulama, bu nedenle eksik kalacak ve eşitsizliği yeniden üretecek. Verilerin cinsiyetlendirilmiş şekilde toplanmadığı bir alan çalışmasında, o eşitsizliği görünür kılmanız ve gidermeniz mümkün değil. Bu nedenle çevre mücadelesinin ve iklim alanındaki çalışmaların toplumsal cinsiyeti her aşamada dikkate alması zorunlu.

SKA’ların yayınlanmasından bu yana yine kırılgan gruplar ve toplumsal cinsiyet eşitliği kapsamındaki kazanımları nasıl değerlendiriyorsunuz? 2030 Hedefi mümkün görünüyor mu?

SKA’lar açısından toplumsal cinsiyet eşitliğininayrı bir başlık olarak yer alması çok önemli. Bu yaklaşım, adil ve sürdürülebilir bir kalkınmanın ötesinde “adil ve sürdürülebilir bir yaşam”ın altını çizmeye hizmet ediyor diye düşünüyorum. Çünkü yaşamı sürdüremediğimiz noktada kalkınmadan bahsetmemiz mümkün değil. SKA’lara ben kalkınmadan ziyade “yaşam” nihai amacıyla bakıyorum. Onun dışında gelişimini takip ettiğim her amaçta, toplumsal cinsiyetin bir şekilde tartışıldığını ve dahil edilmeye çalışıldığını da gözlemliyorum. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarının çabası ve konuyu takibi önemli, elbette. Kırılgan gruplar ve toplumsal cinsiyeti biz gündeme getirmezsek ve kalkıp kendi adımıza sözümüzü söylemezsek kimse bizi kalkınma süreçlerine ne yazık ki katmayacak. SKA’ların izlenebilirliği açısından Birleşmiş Milletler (BM) Yüksek Düzeyli Siyasi Forumları’na katılmak ve şeffaf, güncel ve hesap verebilir şekilde raporlama yapılmasını talep etmek gerek. 2022 Forumu, temmuz ayında, New York’ta gerçekleşecek. Ben nisan başında Cenevre’de gerçekleşen Bölgesel Forum’a katıldığımda, sivil toplum kuruluşlarının temsiliyetini çok düşük buldum. Hedeflere ulaşma açısından dilek ve temenninin ötesinde bağlayıcı ve somut eylemler gerekli. Dünyadaki gelişmelere baktığımızda toplumsal cinsiyetin iklim değişikliği, göç ve iklim adaleti açısından BM Raporları’nda ve politika belgelerinde giderek artan şekilde yer aldığını görüyoruz. Ancak uygulama halen yeterli değil.

Yeni bir sistem kurulurken kimseyi geride bırakmadığımız bir dünya hayali ne yazık ki oldukça uzak. Türkiye açısından iklim ve toplumsal cinsiyet, birlikte düşünülüp ele alınan bir alan değil. Bunu yalnızca idari karar ve politikalar açısından söylemiyorum. Konu, sivil toplumun da gündeminde yeterince yer almıyor. Oysa iklim değişikliği söz konusu olduğunda hepimiz potansiyel mağdurlarız. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen, strateji ve planlarından “toplumsal cinsiyet” kavramını çıkarmış, bu kavramı adeta sakıncalı ilan etmiş ve yerine “kadın-erkek fırsat eşitliği” gibi oldukça yetersiz bir tanımı kullanan bir Türkiye’nin bu hedefine ulaşacağını ve hatta böyle bir hedefi olduğunu söylemek elbette mümkün değil. İklim krizinin kadınlar ve kırılgan gruplara yönelik şiddeti ve eşitsizlikleri katbekat artırdığı düşünüldüğünde, dirençli olmayı bir kenara bırakalım, daha kırılgan hale gelmiş ve de savunmasız kalmış kesimlerden söz edebiliriz.

Kadınların doğaya ne derece yakın olduğunu aktaran tarihsel anlatılarla birlikte kadınların bakım rolünün araçsallaştırılmasıyla “kadınlar ve çevre” politikalarının desteklendiğini görüyoruz. Böyle bir anlatının iklim eylemine faydası olabilir mi?

Kadının doğayla olan benzerliği yalnızca sistemsel sömürünün benzerliğinden, bir mal veya kaynak gibi görülmesinden kaynaklı olabilir. Bunun dışında doğa ve kadına dair analık, şefkat, vericilik gibi söylemlerin kadınlar üzerindeki mevcut toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirdiğini düşünüyorum ve bu söyleme karşı çıkıyorum. Kadına toplum tarafından atfedilen her çeşit cinsiyetçi rol ve özellik onun ikincil konumunu meşrulaştırmaya hizmet ediyor. Bunu doğa ile kadın arasında özdeşlik kurarak bir çeşit güzelleme ile yapmanız yine o rolü kabul anlamına gelir. Her kadın anne değil, doğa da bir anne değil. Kadın da, doğa da verici olmak, cefa çekmek, fedakarlık yapmak,  bereket sunmak zorunda değil. Burada tehlikeli bir birlik yaratıyoruz. Bu birliğe yol açan toplumsal kabulleri, rolleri, söylemi ve neye hizmet ettiğini dikkatli tespit edip bunları ayırmamız gerekiyor.  Ekolojik ve doğa dostu yaşam adına yapılanlara baktığımızda evde deterjan yapmaya çalışan, meyveden sirke üreten,  çocuğu için sağlıklı yiyecek bulma peşine düşmüş kadınları görüyoruz. Bu rolü hemen sahipleniyor kadınlar. Yıllarca kadınları o mutfaklardan çıkarabilmek için hiç mücadele verilmemiş gibi, ekolojik olma adına kadınları o mutfaklara geri sokmaya çalışıyoruz. “Dünyayı kadınlar kurtaracak” gibi bir söyleme sahip çıkıp; çamaşır, bulaşık, bakım hizmeti verdiğimiz yetmiyormuş gibi doğayı, dünyayı kurtarmayı da kadınların omuzlarına yüklüyoruz. Bunu kadim gelenek veya doğa ile uyumlu yaşam adına yapmayı,  bu rolleri tekrar tekrar üretmeyi çok hatalı buluyorum.

Kadınları güçlendirerek ve bu rollerin farkına vararak hayatımızı ve ilişkileri yeniden kurgulamak zorundayız. Kadının bakım rolünün doğaya yakınlık söylemi üzerinden yeniden üretilmesi ve aslında bakım emeğinin görünmez kılınması durumuyla karşı karşıyayız. İklim mücadelesinde “yeşil ekonomi”den söz ediyoruz ve “iklim-doğa dostu bir sistem kurgulamak zorunlu” diyoruz. Ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin olduğu bir düzende eşitsizlikleri gidermeden yapılacak yeni bir kurgu hiç de adil olmayacak. Yeşil ekonomi sözünü ettiğimiz eşitsizlikleri gidermeye tek başına yetmez. Dünyada yeşil ekonomiyle birlikte giden bir “mor ekonomi” tartışması da var. Kadınlar ev içinde çocuk bakımı, yaşlı bakımı, hasta bakımı ve aslında evin her çeşit yemek, temizlik gibi bakımını da üstleniyor. Bu bakım hizmetini toplumsal bir altyapı hizmetine dönüştürüp sosyal ve ekonomik politikalarla desteklemediğimiz sürece, gerçek bir adil dönüşümden bahsedemeyiz. Yalnızca kömürden çıkış yapan bir ekonomik sistemde, işsiz kalacak erkeklere, yenilenebilir enerji sektöründe nasıl iş bulacağımızı konuşur dururuz. İşte toplumsal cinsiyet, kadının bu süreçten nasıl güçlenerek çıkacağın tartışmak ve eşitsizliği giderecek yeni politikaları hayata geçirmek için bir fırsat sunuyor bize. Bakım emeğinin önemini pandemi süreci bize gösterdi. Ev içi harcanan emeğin, kadını nasıl zaman yoksulu bir hale düşürdüğünü hepimiz biliyor ve deneyimliyoruz. Yoksulluk yalnızca cebimizdeki para ile ölçülen bir şey değil. Çalışan bir kadınsanız, en büyük yoksulluğunuz zamana dairdir. Yemek, temizlik, çocuğun dersi ve ödevi derken gününüz ayrı, geceniz ayrı tükeniverir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin farkına varmak, cinsiyete duyarlı politikalar geliştirmek, yeni ekonomik ve toplumsal modelleri eşitlik sağlama perspektifi ile şekillendirmek gerek. Aksi halde kadının ve doğanın şefkati, özverisi, kadim bilgisi, bereketi falan diyerek adil bir düzen kuramayız. Toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üreten her sistemin ve söylemin karşısında durmamız gerekiyor. Çünkü sürdürülebilir ama ataerkil bir dünyada kadına yine yer olmayacak.

İklim davalarının dünyada ivme kazandığını görüyoruz. Siz de Ege Bölgesi’ndeki Marmara Gölü çevresinde yaşayan balıkçılar adına Türkiye’nin ilk iklim davasını açtınız. Batmanlı bir yurttaş da, hastalığı üzerinde olumsuz etkisi olduğu belirlenen hava kirliliğine çözüm bulunması için mücadelesini yargıya taşıdı. Bir yazınızda “İklim ve çevresel adalet açısından gerçek bir toplumsal ve yargısal dönüşümü stratejik nitelikteki iklim davaları ve yargısal araçların etkin kullanımı ile sağlayabiliriz” diyorsunuz. Bunu kırılgan gruplar ve toplumsal cinsiyet çerçevesinde açabilir miyiz?

Türkiye’de çevre davalarına baktığımızda çoğunlukla projelere karşı açılan davalar olduğunu görürüz. Birini iptal ettirseniz yanı başında yeni bir projeye izin verilir. Bu hem hak sahipleri hem de hukukçular için oldukça yıldırıcı ve yıpratıcı bir süreç. İklim davaları ise bizim bildiğimiz bu çevre davalarından biraz daha farklı bir kurgu üzerine şekilleniyor. İdarenin iklim değişikliğindeki sorumluluğunu veya ataletini sorgulayan, insan hakları perspektifinin ve hak temelli bakışın şekillendirdiği yargısal süreçler olarak özetleyebiliriz. Hakları en çok etkilenen grupların başında bu kırılgan gruplar geldiği için dünyada açılan davalar da bu grupların öncülüğünde gelişiyor. Greta Thunberg ve genç iklim aktivistlerinin BM Çocuk Hakları Komitesi’ne başvurusu veya İsviçre’de iklim değişikliği ve artan ısı dalgaları nedeniyle daha çok etkilendiklerini iddia eden 450 yaşlı kadının açtığı dava hiç de tesadüf değil.

Sellerden veya orman yangınlarından yoksul kesimlerin, kaçamayacak durumda olan engellilerin, çocukların daha çok etkilendikleri ve etkilenecekleri aşikar. İklim değişikliği etkilerinin bilimsel raporlarla bilinmesine karşın bunlara yönelik bir uyum politikası geliştirilmemesi ve etkin tazminat sistemleri oluşturulmaması bu tip davaların hem sayısını hem de çeşitliliğini artıracaktır. Çünkü iklim değişikliği sebebiyle yaşadığımız kayıplar, hak ihlalleri, yoksulluk veya göçler bir kader değil; hatalı planlama, plansızlık ve atalet sonucunda gerçekleşiyor. Çevresel zararların en temel haklarımızı etkilediğini fark etmemiz ve bizleri korumanın da devletin asli sorumluluğu olduğunu ve hatta devletin aslında tam da bunlar için var olduğunu bilmemiz gerekiyor.

İklim davalarıyla beraber ekokırım suçu da oldukça görünür hale geldi. Türkiye’de ekokırım olarak tanımlanabilecek faaliyetlerin varlığından söz edebilir miyiz?

Ekokırım suçu gittikçe daha çok bilinir ve kullanılır hale geldi. Çünkü çevreye yönelik suçların çoğu zaman cezasız kalması veya yalnızca para cezası ile geçiştirilmesi büyük bir sorun. Çevresel zararlar artık sınırları aşan bir nitelik arz ediyor. Bir ülkenin atmosfere saldığı seragazının kendi sınırlarında kalmadığını, hepimizi etkilediğini fark ediyoruz. Bu noktada, doğaya yönelik ağır, geniş çapta ve uzun vadeli tahribatların daha ağır yaptırımlarla cezalandırılması olarak özetleyebileceğimiz ekokırım suçu gündemimize girdi. Elbette, bizim ülkemizde de bu tip ağır zararlar var. Bir havza içinde insan dahil pek çok canlı türünün serpilip hayat bulduğu bir sulak alanın ve ekosistemin geri dönüşsüz biçimde tahribatında veya müsilaj gibi sınırları aşan zararlarda ekokırım gündeme gelebilir. Bu suçu kendi iç hukukunuzda nasıl tanımladığınızla da ilgili aslında. Yalnızca uluslararası alanda değil, kendi Ceza Kanunumuzda bu suçun tanımlanmasının ve kabul edilmesinin caydırıcılık anlamında oldukça önemli olacağına inanıyorum.  Uluslararası tanım ve oluşturulan taslak çalışmalar bize önemli bir kaynak ve referans noktası olabilir. “Kirletenin ödediği”  ve sorumluluktan kurtulduğu bir yaptırım sisteminin sürdürülebilir ve doğa ile uyumlu bir yaşama hizmet etmediği artık çok açık. Çevre hakkı, üçüncü kuşak dayanışma hakkıdır. Bu hakkı gerçek kılmak için devletin, toplumun ve bireylerin ortak çabası gerekir. Ekokırımı bir suç olarak kabul etmek bu dayanışmanın en önemli göstergelerinden biri olacak, diye düşünüyorum.

EkoIQ Editör