#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
iklim mücadelesi

Ne Kadar Demokrasi; O Kadar İklim Mücadelesi!

Hem sosyal bilimler hem fen bilimleri açık bir şekilde gösteriyor ki, iklim kriziyle ve tüm çevresel sorunlarla mücadele, aynı zamanda bir demokrasi ve insan hakları sorunu. 

Demokratik ülkelerin otoriter rejimlere kıyasla iklim değişikliği için verilen mücadelelerde daha güçlü taahhütler verdiği ve karbon salımlarının azaltılmasında daha büyük bir çaba gösterdiği konusunda çeşitli araştırmalar mevcut. Ancak diğer yandan demokratik rejimler arasında da verilen iklim değişikliği konusunda kayda değer farklılıklar bulunduğu da apaçık bir gerçek. Gothenburg Üniversitesi’nden doktora adayı Marina Povitkina; demokrasi, yolsuzluk ve karbon emisyonu salımı ilişkisini, dört farklı yöntem altında, farklı araştırmalardaki verileri toplayarak incelemiş. 1970-2011 arasında 144 ülkeden örnekleminin kullanıldığı çalışmada, demokrasilerdeki yolsuzluk boyutu ile iklim için verilen mücadelenin boyutu arasında bir ilişki olduğu düşünülmüş. Araştırmanın sonuçları, demokrasinin yüksek ve dolayısıyla yolsuzluğun görece düşük olduğu ülkelerde demokrasinin zayıf ve yolsuzluğun yüksek olduğu ülkelere göre daha az karbon salımı olduğunu ortaya koyuyor. Ancak araştırmaya göre yolsuzluğun yüksek olduğu demokrasilerin otoriter rejimlerden daha iyi bir iklim değişikliği mücadelesi verdiğini de doğru değil. Bu noktada yolsuzluğun çok daha belirleyici bir başlık ve unsur olduğunu söylemek mümkün gibi…

Michèle B. Bättig ve Thomas Bernauer’ın “National Institutions and Global Public Goods: Are Democracies More Cooperative in Climate Change Policy?” (Ulusal Kurumlar ve Küresel Kamu Yararı: Demokrasiler İklim Değişikliği Politikalarında Daha İşbirlikçi midir?) başlıklı çalışmalarına göre de, demokrasiler iklim değişikliği kapsamında verilen mücadelede, otoriter rejimlere kıyasla; uluslararası çevre anlaşmalarında yapılan işbirliği, daha sıkı çevre ve iklim politikaları benimseme ve karbon emisyonlarını azaltma eğilimde daha anlamlı bir duruş sergiliyor. Yine bu çalışmaya göre, demokrasilerde sivil toplumun katılımı ve özgür basın aracılığıyla çevre farkındalığının artması, iklim değişikliğini siyasi gündeme taşımak ve benimsemek açısından hayati bir rol oynuyor.

Ancak bir ülkenin demokratik nitelikler taşıması da iklim değişikliği konusundaki tutarlı bir politika için tek başına yeterli değil. Demokrasilerde siyasi lider eğer yalnızca seçimi kazanma odaklı düşünüyor ve uzun vadeli sonuçlara önem vermiyorsa, yani aslında ülkesine karşı sorumluluğunu yerine getirmiyorsa, iklim değişikliğine dair atılacak adımlar da tıkanıyor. Ayrıca, iklim değişikliğinde verilen mücadelenin genellikle karşısında duran özel sektörün liberal ekonomik çıkarları, yolsuzluğun siyasi iktidarla beraber hüküm sürdüğü demokrasilerde siyasi kararları ciddi şekilde etkileyebiliyor. Ticari çıkarlara siyasi karar alma sürecini etkilemek için ek kanallar sağladığında çevre ve iklim politikalarını hayata geçirmenin büyük ölçüde önüne geçiliyor. Toplumun uzun vadeli çıkarlarına aykırı etkilerin ve kısa vadeli “yaptım, oldu” düşüncesinin sık görüldüğü ve belki de en önemlisi yozlaşma ile kurumların işlevsiz ve sakat bırakıldığı demokrasilerde iklim değişikliği mücadelesi yeterli boyuta ulaşamıyor. Çevre ekonomisi alanındaki çalışmalar, çeşitli bozucu etkiler aracılığıyla yolsuzluğun daha yüksek karbon emisyonlarına yol açtığını ısrarla vurguluyor.

Şeffaflık ve İklim Krizi

Sonuç olarak bir ülkenin demokrasi, katılım, şeffaflık düzeyi ve yolsuzlukla mücadele kararlılığı, çevresel performansını ve iklim değişikliği politikalarının sahiciliğini doğrudan etkiliyor. Aslında Türkiye bu konuda oldukça canlı bir örnek. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 1995 yılından bu yana her yıl yayınladığı Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre Türkiye 180 ülke arasında 101. sıraya gerilemiş durumda. Son 10 yıl içerisinde en çok puan kaybeden ülkeler arasında yer alan Türkiye, 2013 yılı ile kıyaslandığında ise 14 puan kaybederek 48 sıra gerilemiş durumda.

Demokratik kriterler konusunda da benzer bir seyir izlediğimiz söylenebilir. Geçtiğimiz Mayıs ayında bir genel seçim ve başkanlık seçimi yaşayan Türkiye, ne yazık ki demokrasiyi sandıkta oy vermeyle sınırlayan, kazananın tüm yetkiyi aldığı, kaybedenin muhalefet imkanlarının ise çok azaltıldığı veya etkisiz hale getirildiği bir sisteme sahip. Şeffaflığın ve katılımcılığın hemen hemen yok olduğu bu sistemin ürettiği çevresel performans ise ne yazık ki hiç şaşırtıcı değil.

İklim krizine karşı politikaların oluşturulmasında demokratik kurumların ve sivil toplumun çok az sözünün geçtiği bu düzende, gerçek bir iklim mücadelesi de mümkün olamıyor.

Aslında her şey dönüp dolaşıp, insanlığın icat ettiği en önemli düşünsel ve pratik mekanizmalardan biri olan demokrasiye geliyor. Onun da temelinde katılım ve şeffaflık yatıyor. Müzakerenin olmadığı bir ortamda demokrasi soluyor, “sürdürülebilirlik” değil, onun tam tersi olan “günü kurtarma” hakim oluyor. Günü kurtarmak ise, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan, geleceğe borçlanmayan, tam tersine geleceği, bugünkü tutum ve yaklaşımlarla kurmaya çalışan sürdürülebilir kalkınmanın zıttını üretiyor. İklim krizi artık bir belirsiz bir geleceğin değil, bugünün konusu. Geleceğin ortak kaynaklarının, yani müştereklerinin, yani atmosferinin, denizlerinin, ekosisteminin, flora ve faunasının, biyolojik çeşitliliğinin ve evet, insani zenginliğinin bugününden çalan bu anlayışın sonuçlarını, ne yazık ki çok geçmeden göreceğiz.

Son olarak, hem sosyal bilimler, hem fen bilimleri açık bir şekilde gösteriyor ki, iklim kriziyle ve tüm çevresel sorunlarla mücadele, aynı zamanda bir demokrasi ve insan hakları sorunu. Çevresel mücadelenin insan hakları, şeffaflık ve demokrasi mücadelesi ile iç içe geçmesi; yitip gitmekte olan bir uygarlığın yerine bütünselci bir bakış açısıyla yeni bir hayatı bugünden inşa etmenin gerekliliği de daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Eninde veya sonunda en büyük yatırımın doğaya ve insana yatırım olduğunu anlayacağımız günler yakın. Kızılderili reisi gerçekten söyledi mi kesin olarak bilmiyoruz ama derelerimiz, toprağımız ve bütün ekosistemimiz, yaratıcı insani kapasitemiz eridiğinde, yolların yenmeyeceğini hep birlikte göreceğiz…

EkoIQ Editör