#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Şirketler Okyanusları Nasıl Çalıyor?

açık radyo açık kalmalı

Eskiden doğal bir kaynak olan okyanuslardan sağlanan faydalar, eşit ölçüde ve tüm insanlığa aitti. Şayet okyanuslar bir ülke olsaydı, tüm faaliyetlerinden elde edilen gelir bu ülkeyi turizm, limanlar ve denizcilik tarafından desteklenen büyüme oranları ile dünyanın en büyük yedinci ekonomisi haline getirirdi. Ancak aşırı avlanma, deniz yatağı madenciliği, kurumsal açgözlülük mavi müştereklerin sömürülmesine ve yıkıma uğramasına yol açtı.  

Yazı: Guy STANDING

Çeviri: S. Sena AKKOÇ

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde, okyanusların “küresel müşterekler” olarak değerlendirildiğine tanıklık ediyoruz. Eskiden doğal bir kaynak olan okyanuslardan sağlanan faydalar, eşit ölçüde ve tüm insanlığa aitti. Ancak günümüzde okyanuslarımız ve denizel ortam, şirket kârı için sömürülerek tahrip ediliyor. Sonucunda ise dünyanın yaşam destek sistemini tehlikeye atan sosyal, ekonomik ve ekolojik bir kriz ortaya çıkıyor.

Okyanusların Sağlığı, Dünya Nüfusunun %40’ını Etkiliyor

Gezegen yüzeyinin %70’ini kaplayan okyanuslar, hem soluduğumuz oksijenin yarısını sağlıyor hem de atmosferdeki karbondioksidi emerek iklim değişikliği ile mücadeleye destek oluyor. Dünya nüfusunun yaklaşık %40’ı okyanus kıyılarında yaşıyor. Bu insanların geçimlerini refah içerisinde sürdürebilmeleri okyanuslara, kıyı ve deniz kaynaklarına bağlı.

Günümüzde mavi müştereklerin sorunları şöyle:

  • Endüstriyel balıkçılık sübvansiyonları yüzünden balık nüfusunun azalması,
  • Deniz yatağının ve hayati önem taşıyan mercan resiflerinin çok uluslu petrol şirketleri tarafından yok edilmesi,
  • Biyolojik çeşitliliği tehdit eden derin deniz madenciliği
  • Ticari su ürünleri yetiştiriciliğinin umursamaz bir şekilde büyümesi.

Var olan sorunlara göz atınca uluslararası eylemin gerekliliği de ortaya çıkıyor.

Lizbon’daki 2022 Birleşmiş Milletler Okyanus Konferansı’nda sevindirici vaatlerde bulunulmakla birlikte mevcut durumu tersine çevirecek hiçbir adım atılmadı. Konferansın hemen öncesinde ise 20 yılı aşkın süredir devam eden Dünya Ticaret Örgütü’nün müzakereleri, balıkçılık sübvansiyonları konusunda zayıf bir anlaşma ile sonuçlanmıştı. Anlaşmada “zararlı sübvansiyonları” kaldırmaya yönelik ilk taahhüdün nihai metinden silindiği belirtildi.

Mavi Müşterekler için Yeni Bir Yönetim Anlayışı

Mavi Müşterekler” adını taşıyan yeni kitabım, sorunu çözmenin tek bir yolu olduğunu gösteriyor: Yeni bir yönetim anlayışı. Deniz kaynaklarının ve ekosistemlerin yok edilmesi ve tüketilmesine karşı bir duruş sergileyerek hayatlarını su kaynaklarına bağlı sürdüren tüm insanlara yarar sağlayabilecek “okyanusların yeniden müşterek olarak görülmesini sağlayacak” bir yönetim anlayışından söz ediyorum.

Okyanusların ve deniz kaynaklarının sürdürülebilir bir şekilde korunması söz konusu olduğunda yalnızca halkın somut ve duygusal çıkarları gözetilmeli. Özel kazanç uğruna sömürü vergileri ile finanse edilen “ortak kâr paylarının” mavi müştereklerin kaybını telafi etmesi gerekiyor.

Denizlerin Özelleştirilmesi Meselesi

1945’te, ABD kıta sahanlığının ve açık denizlerin kıyılarındaki kısımların tek taraflı olarak sahiplenilmesinden bu yana mavi müştereklerin çoğu özel mülkiyet haline getirildi.

1982’de UNCLOS (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konvansiyonu), tarihin en büyük çitlemesini (enclosure) onaylayarak ülkelere, kıyılarının 200 deniz mili ötesine kadar uzanan alanı özel ekonomik bölgeler statüsü ile verdi. Hayata geçen prosedürler ve kurumsal mekanizmalar, özelleştirme ve finansallaşmanın deniz ekonomisinin her alanına yayılmasını sağladı.

Anlaşma aynı zamanda ABD, Fransa ve Birleşik Krallık gibi eski emperyalist ülkelere kendi kıyılarından uzaktaki sözde “denizaşırı toprakları” olan milyonlarca mil karelik alanlar vererek yeni sömürgeciliği de pekiştirdi.

1980’lerden bu yana neoliberal ekonominin egemen olduğu bir dönemde mavi müştereklerin ne derece yağmalandığını kestirmek zor. Okyanuslar, küresel rantiye kapitalizminin alanları haline geldi.

Dünya Bankası’nın liderliğindeki finans sektörü, ekonomik büyüme, yoksulluğun azaltılması ve çevrenin iyileştirilmesinden oluşan “mavi büyüme” stratejisine yön verdi. Kâr için yapılan tercihler cazip görünüyor. Okyanuslar bir ülke olsaydı, tüm faaliyetlerinden elde edilen gelir bu ülkeyi turizm, limanlar ve denizcilik tarafından desteklenen büyüme oranları ile dünyanın en büyük yedinci ekonomisi haline getirirdi.

Birleşik Krallık’ın Şeffaf Olmayan Kota Sistemi ve Okyanus

Denizleri etkileyen bazı konularda, özellikle Birleşik Krallık’ın uygulamaları dikkat çekici. Kurduğu ulusal komisyonun “mavi ekonomi” için gerekliliğini öne sürmekle birlikte aynı zamanda sularımızla ilgili ekonomik ve sosyal politikaları sıfırlarken kendine haklı sebepler arıyor.

Birleşik Krallık hükümeti, ticari balıkçılık şirketlerine özel mülkiyet hakkı tanıyarak kötü yönetilen bir balıkçılık kota sistemi uyguluyor. Balıkçılık kotasının çoğu birkaç büyük şirketin elinde. Sunday Times Zenginler Listesi’nde yer alan beş aileye tüm kotanın dörtte birinden fazlası verildi. Birleşik Krallık’a kayıtlı fakat Hollanda’ya ait olan dev bir gemi, tüm Birleşik Krallık kotasının %23’üne sahip.

Birleşik Krallık’taki kota sistemi şeffaf olmamasının yanı sıra yolsuzluğa da oldukça açık. Ancak hükümetin Brexit’ten sonra balıkçılığı düzenleyen 2020 Balıkçılık Yasası, kota sistemi üzerinde hiçbir değişiklik yapmadı. İhlallerin cezai suçlar olarak değil, hafif sivil suçlar olarak ele alınması da düşünüldüğünde kronik bir aşırı avlanmanın -ki bu genellikle yasadışı avlanma olarak karşımıza çıkıyor- önü açıldı.

Örnek vermek gerekirse az önce bahsettiğim Hollanda gemisi, 2015’te 632 bin kilo kaçak uskumru ile yakalandı. Yalnızca 102 bin sterlin cezaya çarptırılan gemi, kaçak mallarını 437 bin sterline sattı ve kota payını korumaya devam etti.

MPA’lar Yeterince Korunamıyor

Birleşik Krallık hükümeti, denizin ve deniz türlerinin korunması için “deniz koruma alanları” (Marine Protection Areas-MPA) oluşturdu. Bu alanlar Birleşik Krallık karasularının dörtte birine yakınını kapsıyor. Ancak MPA’ların çoğunda dip tarama ve dip trolü gibi yıkıcı balıkçılık yöntemleri yasal olduğu için yeterince korunamıyor.

Hükümete bağlı Deniz Yönetimi Organizasyonu (Marine Management Organization-MMO), trol avlanmayı önlemek amacıyla koruma alanlarına iri kayalar bırakan Greenpeace’e dava açtı. Neyseki hakim bu davayı absürt bularak MMO’yu kendi işini yapmaya ve kendi yapması gereken işi yapanları da taciz etmemeye davet etti. Bir başka hükümet kurumu tarafından BP’ye hizmet dışı bırakılan petrol platformundan çıkan tonlarca çelik boru ve kabloyu Kuzey Denizi’ndeki bir MPA’ya boşaltması için izin verildi.

Okyanus ve Derin Deniz Madenciliği 

Önümüzdeki döneme dair daha büyük endişeler var: Derin deniz madenciliği (veya derin dibi hasadı) ve fikri mülkiyet haklarının tıp biliminin özel ilgi alanlarına giren deniz genetik kaynaklarına (MGR) genişletilmesi!

ABD silah şirketi Lockheed Martin’in yan kuruluşu olan UK Seabed Resources, Birleşik Krallık hükümeti ile Pasifik Okyanusu’nun derin deniz maden sahalarını arama lisansına sahip. Elektronik ve yenilenebilir enerji endüstrileri için önem taşıyan kobalt ve lityum gibi minerallere olan talebin artışı, derin deniz madenciliğinin oldukça kâr getireceğine işaret ediyor. Elbette bu durum deniz ekosistemlerinde yıkıcı hasarlara neden olabilir.

Okyanusların yarısından çoğunda derin deniz madenciliğini düzenleyici kurum olan Uluslararası Deniz Yatağı Kurumu (ISA), deniz yatağı kaynaklarının “düzenli, güvenli ve rasyonel yönetimini” teşvik etme yetkisine sahip. Önde gelen bilim insanlarının erteleme çağrılarına karşın ISA; deniz yatağı madenciliğini durdurmak veya sınırlamakla değil, madenciliğin neden olduğu hasarla baş etmek için çalışıyor. Yanı sıra ISA’nın bütçesi de dev şirketleri izleyebilecek ölçüde bir büyüklüğe sahip değil.

Eğer ISA bir madencilik yasası üzerinde anlaşmaya varamazsa serbest ticari deniz yatağı madenciliği önümüzdeki yıl başlayabilir.

BASF Neredeyse Patentlerin Yarısına Sahip

Fikri mülkiyet hakkı konusunda ise Birleşik Krallık tekneyi kaçırdı. Almanya, ABD ve Japonya’daki şirketler şimdiden binlerce deniz genetik kaynakları patentinin dörtte üçünden fazlasına sahip. Çok uluslu bir Alman kimya şirketi olan BASF, tek başına patentlerin neredeyse yarısını aldı.

Söz konusu patentler, mavi ekonomiden gelir akışı sağlayacak ve zengin ülkelerin zengin şirketlerinin tüm dünyayı etkileyebilecek önemli bir Ar-Ge gündemi üzerinde kontrol sahibi olmalarını sağlayacak.

Haberin aslına buradan ulaşabilirsiniz.

EkoIQ Editör

açık radyo açık kalmalı
açık radyo açık kalmalı