Yaşasın Hayat!

Varkalmak ve sürdürebilmek. Ya­kın anlamlara sahip gibi görünen iki kavram ya da iki insanlık duru­mu. İngilizce karşılıklarıyla Survive ve Sustain. Ama aslında birbirine tamamen zıt iki bakış açısı ve hayat tavrı anlamına geliyor… İnsanlığın uzun tarihinde kendisinin ve tüm canlıların bekasının önüne attığı kördüğümleri çözmek için ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde bir uya­nış yaşamayı başarabilen insanoğlu ve kızı, yüz binlerce yıllık macera­sında sarp bir geçide geldi. İçgüdü­leriyle canı gibi koruduğu yavru­larının gelecek ekmeğini, suyunu, oksijenini ve umudunu tükettiğini fark eden bir grup insan ve onların yön verdikleri kurumlar, gelecek nesillerin varlığını devam ettirmesi­ni sağlayacak bir “sürdürülebilirlik” anlayışını inşa etmeye, geliştirmeye çalışıyorlar on yıllardır.
Ancak ihtiyaçlar hiyerarşisinde, in­sanın temel güdüsü beslenme ve barınma üzerine. Bir insan su içme­den belki bir hafta; yemek yemeden belki bir ay yaşayabilir. Bir çatı al­tında, soğuktan, sıcaktan, doğanın zor koşullarından korunmadan hayatta kalması neredeyse imkan­sızdır. Ama tüm bu ihtiyaçlar hiye­rarşisinin hemen öncesinde aslında “güvenlik” yatar. Kapısının dışında, sokağının başında ona ve sevdikle­rine kast etmeye niyetli biri varsa, bütün diğer ihtiyaçlar son derece önemsiz hale gelebilir. Burada tek bir nokta vardır: Can.
Bugün hem dünyanın birçok yerin­de, hem de Türkiye’de ne yazık ki böyle bir noktaya geldik insanlık olarak. Kendini patlatan Homo sa­pienslerin (hangi canlı türü kendi türüne böylesine canice yaklaşabi­lir ki) nerede karşısına çıkacağını bilemeyen insanlar için, gelecek kuşakların ekmeğini, suyunu, ok­sijenini ve iklimsel varoluş istikra­rını düşünmek ne kadar mümkün olabilir ki!
Bugün, milyonlarca ileri görüşlü, vicdanlı insanın birikimi, uğraşları ve zorlamasının eseri olan Paris Anlaşması sonrasında bugünü de­ğiştirerek geleceği tekrar kazanma hedefine bir adım daha yaklaşan hepimizin önünde ne yazık ki bu zorluk tüm karabasanı, haşmeti ve korkutuculuğuyla duruyor. Hayat­ta varkalabilme gibi içgüdüsel ve primitif ama son derece de gerçek kaygılarla, nasıl on yıllar sonrası­nın sorunlarına çözüm aramaya, fedakarlıklar yapmaya, uğraşmaya, didinmeye devam edebileceğiz? İnsanlığın önündeki en temel soru­nun bu olduğu kanısındayım…
Kimsenin kolay kolay yanıtlaya­mayacağı bu çelişki-trajediyi alt etmenin yolunun yine de, derin sürdürülebilirlik ve derin ekolo­ji yaklaşımlarında (ne yazık ki çoğu zaman yapıldığı gibi yüzey­sel bir çevre yaklaşımını kastet­mediğimin altını çizeyim) olduğu kanaatindeyim. Salt yaşadığımız güne, günün kötülüğüne sapla­nan bakış, ne bugünümüzü ne de geleceğimizi kurtarma konusunda herhangi bir yol, yöntem ve felsefe içeriyor. Bu bakış açısı bizi ancak daha bencil, daha kötücül ve evet korunmasız bırakmaktan öteye gö­türmez. Bunun da ötesinde, tabii ki insani olmakla birlikte korku, akıl katilidir. Korku, bizi kilitler, sağlıklı düşünmemizi ve eyleme­mizi engeller. Geleceğimizi olduğu gibi bugünümüzü de kurtarmanın, tüm zorluk ve imkansızlıklarına karşın, yine de korkuyu gören ama onun ötesine geçen bir yaşam çağ­rısından geçtiğine tüm kalbimle inanıyorum. Bunun da ötesinde, çokça söylediğimiz gibi, geleceksiz bir bugün anlayışı, bugünümüz için de hiçbir yarar sağlamayacak. Sürdürülebilirliği, yeryüzündeki yaşamın devamlılığına yönelik bir hayat teorisi ve pratiği, geçmişin tüm sorunlarını çözmeye yönelik bir meydan okuma ve evet, bir yeni uygarlık çağrısı olarak görme­nin ve anlatmanın zamanı çoktan geldi aslında. Bugün bunun bazı vicdani, iktisadi ve düşünsel izle­rini görüyoruz ama önümüzdeki dönemde bu çağrının siyaset dil ve pratiklerine tercümesini yapmayı başaranların ortaya çıkmaya başla­yacağına ve kimsenin beklemediği başarılar elde edeceğine dair hissi­yatım güçleniyor. “Yaşasın Hayat” bayrağının altında hiç tahmin et­medikleri kadar insan bulabilirler… Ben orada olacağım…

Önerilen makaleler